30 Aralık 2008 Salı

Cumhuriyet’in bir kalesi daha düştü!

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’ne Başbakan Erdoğan’ın aile doktorunu atadı.
Erdoğan’ın aile doktoru Prof. Dr. Yunus Söylet, İstanbul Üniversitesi rektörlük seçimlerinde 2. olmuş, ancak Yusuf Ziya Özcan’ın başkanlığındaki YÖK tarafından Cumhurbaşkanı’na 1. sırada sunulmuştu.
YÖK Başkanlığına getirtilen Yusuf Ziya Özcan’la yeni rektör aynı siyasal atmosferi solumuş isimler. 2007’de YÖK, 2008’de de en köklü üniversite böylece “ele geçirilmiş” oldu!
***
Seçimden bu yana pek çok kesim, “İstanbul Üniversitesi’ni de kaybettik” havasında… Hatta DİSK bile Cumhurbaşkanı Gül’e atama öncesi mektup yazarak, YÖK’ün 1. sırada gönderdi Prof. Dr. Yunus Söylet’i değil, seçimlerde 1. olan Ali Akyüz’ü tercih etmesini rica etmişti!
“İstanbul Üniversitesi’ni de kaybettik” moral çöküntüsündeki tüm kesimlere şunu söylemek gerekir: Siz İstanbul Üniversitesi’ni 2004 Eylül’ünde zaten kaybetmiştiniz!
Eylül 2004’te, “Laik” YÖK Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç ve ekibinin kararıyla ve Cumhurbaşkanı Sezer’in onayıyla, İstanbul Üniversitesi Rektörü Kemal Alendaroğlu, rektörlükten alınmıştı!
Bugün, “İstanbul Üniversistesi’ni de kaybettik” diyenlerinin içinde, Alemdaroğlu’nun görevden alınmasını alkışlayanlar bile vardı!
Hadi alkışlayanları geçelim ama bugün gelinen süreçten en fazla, o gün bu karara direnmeyenler sorumludur! O gün direnmeyenlerin, bugün, “İstanbul Üniversitesi’ni de kaybettik” demek dışında yapacakları bir şey kalmamıştır!
Cumhuriyet’le hesaplaşma işte böyle oluyor: Önce Alemdaroğlu görevden alınır. Buna direnmesi gereken kesimler, Prof. Dr. Mesut Parlak’ın geçiş rektörlüğü sürecinde etkisiz hale gelir-getirilir. Sonra da “aile doktoruyla” son darbe vurulur.
Başbakan Erdoğan, bir süre sonra “türban meselesini ulemaya” ciddi ciddi sorabilecek hale gelecek!
***
Gelelim İstanbul Üniversitesi’nin başına getirtilen Prof. Dr. Yunus Söylet’le ilgili ilk bilgilere.
Prof. Dr. Söylet, Başbakan Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde aile hekimliğini yapmıştı. (Nitekim, Erdoğan’ın Belediye Başkanlığı günlerinde çevresinde olan hemen herkes, şu anda bu devleti yönetir pozisyonlarda.)
Prof. Dr. Söylet aynı zamanda, Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanı iken kurduğu Sıcak Yuva Vakfı’nın da halen başkanlığını yürütüyor. Tayyip Erdoğan, vakfın, aynı zamanda mütevelli heyeti başkanı.
Prof. Dr. Yunus Söylet, İstanbul Tabip Odası seçimlerinde de AKP’nin desteklediği “Hekim hakları Platformu” listesinin de başında yer almıştı; 7 Eylül 2007’de de, yine Abdullah Gül tarafından, YÖK Genel Kurul üyesi olarak atanmıştı!
Prof. Dr. Söylet, aynı zamanda, “Türbana özgürlük” bildirisinin de mimarlarındandır.
Sonuç olarak AKP, YÖK’ten sonra İstanbul Üniversitesi’nde de etkin hale gelerek, önemli bir Cumhuriyet kalesini daha düşürmüştür!
Ya direneceğiz, ya seyredeceğiz!

Mehmet Ali Güller
30 Aralık 2008

26 Aralık 2008 Cuma

Cumhuriyet elden gidiyor!

“Yargıda Yüksek gerilim” manşetlerini, “Yargı birbirine girdi” yorumlarını okumuşsunuzdur. Emperyalist ABD’nin yönlendirdiği, ortaçağ kafasının Türkiye’yi getirdiği nokta işte burasıdır. Devletin kurumları arasında da, kurumların yöneticileri arasında da “bölünme” vardır.
Gündemi kaçıranlar için kısa bir özet yapalım.
Yüksek Seçim Kurulu, kapatılan Giresun’un Kovanlık Belediyesi’nin başvurusunu sonuçlandıran Danıştay kararına dayanarak, kapatılan 863 belde belediyesine yerel seçime girme izni verdi.
Başbakan Erdoğan ise bunun üzerine, şu tahrik dolu açıklamayı yaptı: “Türkiye’de demek ki, ikinci bir Anayasa Mahkemesi daha çıktı…”
Mesajı alan Anayasa Mahkemesi’nin hukukçu olmayan Başkanı Haşim Kılıç, “Anayasa Mahkemesi kararlarının herkesi bağlayacağını, mahkemenin öngörmediği bir sonucun çıkarılmasının ihlal anlamına geldiğini” söyleyerek Danıştay’ı hedef aldı.
Anayasa Mahkemesi’nin 11 üyesinden 8’i ise ortak imzalı bir açıklama yaparak, Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın sözlerinin mahkeme görüşü olarak kabul edilemeyeceğini ilan ettiler! 8 Anayasa Mahkemesi üyesi 149. Maddeye haklı olarak dikkat çektiler: “Anayasa'nın 149. maddesine göre, Anayasa Mahkemesi, Başkan ve on üye ile toplanır, salt çoğunluk ile karar verir. Bu bağlamda, belirtilen usule uyularak yapılmayan açıklamalar Mahkeme görüşü olarak kabul edilemez.”
Danıştay da ertesi gün, kendilerini Anayasa’yı ihlal etmekle suçlayan Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ı topa tuttu. Danıştay, Kılıç’ın yetki ve sorumluluğunu aşarak talihsiz bir beyan verdiğini belirtti.
Başbakan Erdoğan’ın “iki Anayasa Mahkemesi mi var?” diye sorarak kurumlar arasına soktuğu kama, yüksek yargıya bu görüntüyü verdi!
50 yıldır Cumhuriyet’i adım adım kemiren zihniyet, son 6 yılda kurumları ele geçirme noktasına gelmiş ve kurumlar içinde, kurumların yöneticileri içinde bölünme olmuştur!
CHP lideri Baykal’ın, olan biteni “hukuka yakışır mı böyle şeyler” şeklinde yorumlaması ise, asıl trajik olan durumdur!
Olan bitenin tek sonucu vardır.
Cumhuriyet elden gidiyor!
Anayasa’ya aykırı bir şekilde 3 Kasım 2002 seçim pusulasına girerek yola çıkan Tayyip Erdoğan, Anayasa’ya vere veriştire, bu noktaya gelmiştir.
Bu durumdan, Erdoğan’ı 3 Kasım seçimlerinden sonra sanki Başbakan olmuş gibi Çankaya’da kabul eden dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer de, seçilebilmesi için Anayasa değişikliğine omuz veren CHP lideri Deniz Baykal da sorumludur. Dönemin Genel Kurmay Başkanı Em. Org. Hilmi Özkök de hala “şiir gibi” ahenkli açıklamalarla yandan destek vermeyi sürdürüyor!
Gidişat karşısında yorum yapan bir Bektaşi de şöyle sesleniyor: “Çankaya’yı aldılar, TBMM’yi aldılar, Hükümeti aldılar, Emniyet’i aldılar, Dışişleri’ni aldılar, YÖK’ü aldılar, Üniversitelerin rektörlüklerini birer birer aldılar, Yargı’nın bir bölümünü aldılar, Valilikleri aldılar, Kaymakamlıkları aldılar, Karayollarını aldılar, Hastaneleri aldılar, Karayollarını aldılar… Bir tek hapishaneleri alamadılar. Hapishaneler bizimdir!”

Mehmet Ali Güller
26 Aralık 2008

21 Aralık 2008 Pazar

Gül'ün kökeni değil, Amerikancılığı tehlike!


Kendilerine “aydın” sıfatı takılan bir grup Soros’çu; “Ermenilerden özür diliyoruz” bildirisi kaleme aldı. Bir grup Büyükelçi de başka bir bildiri kaleme alarak Soros’çulara tepki gösterdi. İşçi Partisi’nden MHP’ye, TGB’den Genelkurmay Başkanlığı’na kadar pek çok milli kesim ve kurumdan da Soros’çu girişime tepki geldi.
Ancak tüm bu haklı ve doğru tepkileri gündemden düşüren değerlendirme CHP’den geldi. CHP milletvekili Canan Arıtman, Cumhurbaşkanı Gül’ün bu girişime “Her türlü görüş açıkça tartışılabilmelidir. Bu devlet politikasıdır” diyerek “tarafsız” kalmasını, Gül’ün anne tarafından Ermeni kökenli olmasına bağladı.
Arıtman her ne kadar partisinin köken ayrımı yapmadığını söylese de; bu yaklaşım pek çok çevrenin tepkisini çekti ve “haklı ve doğru” tepkilerin yerine, Arıtman açıklamaları doldurdu medyayı…
Cumhurbaşkanlığından da üstü üste her gün açıklama yapılır oldu. Gül, son yaptığı açıklamada, sırasıyla, “Müslüman ve Türk” olduğunu ispatlamaya çalıştı.
CHP’Lİ ARITMAN, İKİ KERE YANLIŞTIR!
CHP’li Canan Arıtman niyet bakımından haklıdır, doğru noktada konumlanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’ni Anayasal görevi gereği korumak ve kollamakla mükellef Cumhurbaşkanı, elbette Türkiye karşıtı girişimlere tepki göstermelidir. Bu görevi yerine getirmeyen Gül, elbette anamuhalefet partisince, milletvekillerince, topyekun milletçe protesto edilmelidir; ancak bunu yapmamasını etnik kökenine bağlamak iki kere yanlıştır!
1) Bu değerlendirmeyi yapan Canan Arıtman’ın partisinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, eşsiz bir bilimsel tanım yapmıştır: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir”
Büyük önder, bu yaklaşımı nedeniyle bir devrime önderlik edebilmiş; batan bir imparatorluğun ve saltanatın ümmetini millet yapabilmiş; Emperyalizme karşı Ulusal Kurtuluş Savaşı verebilmiş ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kurabilmiştir.
2) Gül’ün etnik kökeni nedeniyle Türkiye karşıtı hamlelere sessiz kaldığını söylemek, esas meseleyi milletten gizlemek demektir.
22 Temmuz darbesi sonrası Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan Gül, Başbakanlığı döneminde ABD’yle yaptığı hizmet sözleşmesi gereği “özür kampanyasına” karşı “sessizdir”!
Abdullah Gül, ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’la, 3 Nisan 2003 günü Ankara’da “2 sayfalık, 9 maddelik gizli bir plan yaptığını” itiraf etmiştir. Gül bu itirafı, 24 Mayıs’ta, Vatan Gazetesi’nden Sedat Sertoğlu’yla söyleşisinde ağzından kaçırmıştır: “Ben bu gezileri yapmadan önce şimdi senin oturduğun koltukta (Eliyle koltuğa vurdu) ABD Dışişleri Bakanı Powell oturuyordu. Onunla 2 sayfalık 9 maddelik bir plan üzerinde anlaştık. Ama ben her yaptığımı kalkıp açıklayamam ki… Powell Suriye’ye giderken de benimle konuştu. Gizli olan bir sürü gelişme var.”
ANLAŞMA MI, HİZMET SÖZLEŞMESİ Mİ?
Gül’ün ağzından kaçırdığı anlaşma, aslında anlaşma mıdır, hizmet sözleşmesi midir? Çünkü Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, başka ülkelerle anlaşmaları belirli hükümlere bağlar. Bakanlar Kurulu’nun, TBMM’nin ve Cumhurbaşkanı’nın onayı, kararı, imzası olmayan bir sözleşme anlaşma değil, olsa olsa hizmet sözleşmesidir!
İŞTE 9. MADDE
Gül’ün ağzından kaçırdığı ama içeriğini daha sonra açıklamadığı bu hizmet sözleşmesini daha sonra İşçi Partisi açıkladı. Buna göre gizli hizmet sözleşmesinin 9. Maddesi şöyle: “Ermenistan’a yönelik kısıtlamaların kaldırılması”
Bu hizmet sözleşmesinde yer alan 9. Maddenin adım adım nasıl geliştirildiği belleklerdedir;
AKP ADIM ADIM İLERLEDİ!
Gül’ün Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış, 2002 seçimlerinin hemen ardından, “Erivan’la ilişkileri normalleştirmeye hazırız” mesajı verdi AB’ye…
Başbakan Gül, 3 Nisan 2003’te ABD Dışişleri Bakanı Powell’a, yukarıda belirttiğimiz 9. Madde sözünü verdi.
Emekli büyükelçi İlter Türkmen’in içinde yer aldığı Türk-Ermeni Uzlaşma Komisyonu, uluslar arası bir hukuk komisyonuna başvurmuş ve bu firma da “Ermeni soykırımı vardır” denilen bir rapor hazırlamıştır. Rapor, 2003’te yayımlanmıştır.
2004’te Washington’u ziyaret eden Başbakan Erdoğan, ABD’ye gümrük sınır kapısının en kısa sürede açılacağı sözünü verdi.
Başbakan Erdoğan, 8 Mart 2005’te, CHP Genel Başkanı Baykal’la yaptığı basın toplantısında Ermeni iddialarını kastederek “Türkiye, iktidarıyla, muhalefetiyle tarihiyle yüzleşmeye hazırdır” diye konuştur.
Gül ve Erdoğan, 2005’teki çeşitli açıklamalarında, “Ermeni meselesi için ortak bir komisyon kurulmalı ve bu mesele tarihçilere bırakılmalı” dedi.
Gül, 28 Mart 2007’de, Washington Times gazetesinden yayımlanan makalesinde, “Türk-Ermeni komisyonu kurulsun. Bu komisyon Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleşmesi için olumlu bir hava yaratacaktır” dedi.
29 Mart 2008’de, Van’ın Akdamar Adası’ndaki Ermeni Kilisesi, büyün şaşaayla, Başbakan Erdoğan tarafından açıldı. Hafta boyunca, medya aracılığıyla milletimize psikolojik savaş uygulandı.
GÜL’ÜN 3. MADDELİK MUTABAKATI
Gül, maç izleme bahanesiyle 6 Eylül 2008’de Erivan’a gitti ve muhatabıyla 3 maddelik bir mutabakata vardı. Buna göre belirli bir zaman diliminde sınır kapısı açılacak, ortak tarih komisyonu kurulacak, ekonomik ve bölgesel işbirliğinin geliştirilmesi konusunda ortak çalışmalar geliştirilecek.
İŞTE AB’NİN ROLÜ!
Fransız Hükümeti, “Ermenilere soykırım yapılmamıştır” demeyi suç sayan yasa teklifini senato gündemine neden almadığını 3 Aralık 2008’de şu sözlerle açıkladı: “Abdullah Gül’ün Erivan ziyareti üzerinden Türkiye bir ‘bellek çalışması’ yapmaya başladı, bunun cesaretlendirilmesi gerekir!”
Ve cesaret alan Soros’çu “aydınlar” özür dileme kampanyasını başlattılar!
İlk tebrik de Amerika Ermeni Asamblesi’nden geldi. Asamblenin direktörü Bryan Ardouny, “bu özür, bir ilk adım ve kaçınılmaz olarak Türkiye’nin, soykırım geçmişiyle yüzleşmesi sonucunu ortaya çıkaracak” dedi.
GÜL’ÜN İBRETLİK AÇIKLAMASI!
Abdullah Gül de, 16 Aralık’ta şöyle dedi: “Türkiye, görüşlerin açıkça ifade edilebildiği bir ülke. Herkes görüşlerini açıkça ortaya koyuyor. Sorunların, problemlerin olduğu komşularımızla sorunları konuşarak çözmek kararlılığındayız, bu mümkün. Problemlerin devam etmesinin kimseye bir yararı yok. Bizim devlet olarak tavrımız, tüm komşularımızla ilişkilerimizi, en iyi noktaya getirmek, tüm komşularımızla güven, istikrar temin etmek ve bütün bölgede refahın gerçekleşmesini temin etmek. Bunun yolu da buradan geçer.”
Şu kısa özet bile tek bir gerçeği ortaya çıkarmaktadır:
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Ermeni kökenli olduğu için değil, sınıfsal karakteri gereği ve ABD’yle hizmet sözleşmesi imzaladığı için Türkiye karşıtı girişimlere sessiz kalıyor, dahası destek veriyor!


Mehmet Ali Güller
21 Aralık 2008

3 Aralık 2008 Çarşamba

YÖK’ten azınlıklara dinsel gün izni

YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan imzasıyla bütün üniversitelerin rektörlüklerine birer genelge gönderilerek, Yahudi ve Ermeni öğrencilerin dini bayramlarda izinli sayılmaları istendi. Türkiye Hahambaşılığı ile Türkiye Ermeni Patrikliği Ruhani Başkanlığı’na da bilgi için gönderilen genelgelerde, Yahudi ve Ermeni dini bayramları ile bunların tarihleri de belirtildi. Genelgelerde, aynı haktan sadece öğrencilerin değil, Yahudi ve Ermeni personelin yararlandırılması da istendi.
Sırada, “Cuma günü”nün de tatil kapsamına alınma çalışmaları var!
***
AKP, “tek bayrak, tek millet, tek devlet” dediğinde şaşırmamız, tarihi belleğimizdendir.
AKP, yola “çıkarılırken” önüne konan programda ne vardı?
Etnik gruplara özgürlük, azınlıklara özgürlük, cemaatlere özgürlük!
ABD’nin önce “Yeni Dünya Düzeni ve Küreselleşme” diyerek dayattığı, sonra “Büyük Ortadoğu Projesi BOP” diye dayattığı bu atomizasyon süreci, hatırlayacaksınız önce Yugoslavya’da denendi. Yugoslavya’dan geriye, birbirine düşman küçük devletçikler kaldı!
Demokrasi ve özgürlük kavramları ise bu ayrılığın, bu bölünmenin ideolojik argümanları oldu.
***
Aynı ABD, Yugoslavya’dan sonra Irak’ı da bölüyor. Fiilen Irak üçe bölünmüş durumda. Irak’ın kuzeyine kurdukları kukla devleti, ileri de Türkiye’den koparacakları bir parçayla birleştirmek istiyorlar.
Ama Kıbrıs’ta 35 yıldır ayrı ayrı ve barış içinde yaşayan Türk ve Rumlara “birleşin” baskısı yapıyorlar!
Yani, stratejik hedefleri neyse, ona göre “ayrıl” ya da “birleş” diyorlar. Her iki durumda da “demokrasi ve özgürlük” diyorlar.
Ve ne acıdır ki, çoğumuzda hala, yutuyoruz!
ABD ve AB’nin hedefinde “ulus-devletler” var. Ulus-devletleri parçalamanın yolu da “etnik gruplara, dinsel azınlıklara ve cemaatlere özgürlük” ten geçiyor!
***
Yahudi ve Ermeni öğrencilere resmi izin verilmesi de “bölünme” hedefine hizmet edecek bir adımdır. “Ne var bunda büyütecek?”, “demokrasi işte bu”, “bireye özgürlük” gibi söylemlerle işi iyice normalleştirecekler, dikkat!
Yarın da F tipi cemaat çıkıp “Cuma günleri tatil” olsun derse, ne diyeceksiniz?
***
Bu “demokrasi makyajlı” adımla, aynı zamanda “öğrenimin birliği” kanunu da biraz daha delinmiştir.
Cumhuriyet Devrimi Kanunları delindikçe, Cumhuriyet de elden gitmektedir!
***
Cumhuriyet bekçiliği, “beklemek” anlamına gelmiyor!

Mehmet Ali Güller
3 Aralık 2008

2 Aralık 2008 Salı

Sistem partileri, sistemi yıkıyor!


“AKP’nin, ‘tek bayrak, tek millet, tek devlet’ ve ‘ya sev, ya terk et’ sloganı”; “CHP’nin kara çarşaf operasyonu”; “MHP’nin Alevi açılımı”!
Her üç parti de, Mart 2009 yerel seçimleri öncesinde birbirlerinin geleneksel alanlarına giriverdiler.
AKP, MHP’nin ‘ya sev, ya terk et’ sloganına sarıldı; CHP, AKP’nin dini siyasete alet eden sembollerine sarıldı; MHP, CHP’nin geleneksel oy tabanına sarıldı. Hatırlayınız, AKP de, daha önce CHP’nin geleneksel oy tabanı olan Alevilere “açılım” yapmıştı…
Bu durumu “partilerimizin birlik beraberlik kaygısı” olarak okuma saflığında değilsek eğer, görebileceğimiz tek bir gerçek vardır. O da hepsinin sistem partileri olduğu gerçeğidir.
Döne döne birbirlerinin yedekleri oluyorlar. Döne döne birbirlerinin alanlarına sırasıyla “doldur boşalt” yapıyorlar.
Nitekim, üçünün de parti programı temelde aynı. “Serbest piyasacı”, “AB’ye tam üyelik hedefli”, “ABD’yle stratejik müttefik niyetli” programlarının gerisi teferruat nasılsa.
Normal zamanlarda birbirilerini eleştirseler de; en kritik zamanlarda hep aynılar. Hep aynı hedefe yönlendirilmiş oklar gibiler.
***
Örneğin Aytaç Durak. Adana Büyükşehir Belediye Başkanı.
Bu yerel seçimler öncesinde de AKP’den istifa etti; CHP’ye geçeceği söylendi.
Şaşırmayız!
Durak, 1963-1980 yılları arasında Adalet Partisi’nden dört dönem Adana Belediye Meclis Üyeliği yaptı. 1984’de Anavatan Partisi’nden Adana Belediye Başkanı oldu. Sonra DYP’den Belediye Başkanı oldu, sonra da AKP’den…
Bu döngüsel duruma CHP içinden itirazlar gelince, Aytaç Durak’a DP’den davet gelmiş…
Aytaç Durak örneğine siyaset sahnelerimizde çok sık rastlanmaktadır.
***
Sistem partilerinin Türkiye’yi götürdüğü yer ortadadır. Sistem partileriyle sistem gün be gün yıkılmaktadır!

Mehmet Ali Güller
2 Aralık 2008

17 Temmuz 2008 Perşembe

Ergenekon Tertibini Doğru Okumak

Ergenekon tertibinin asıl hedefi, ABD planına direnen Türk Ordusu’nun direncini kırmaktır. Bu hedefe bağlı olarak alt hedefleri “siyasi planda ve pratik planda” diye ikiye ayırabiliriz.
ABD’nin hedefleri, siyasi planda; Türkiye’ye Kukla Devleti kabul ettirmek; Türkiye’yi İran operasyonuna ikna etmektir!
ABD’nin hedefleri, pratik planda; ortalama bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının kafasında, TSK hakkında kuşku ve kafada soru işareti yaratmak; TSK’nın birlik ve bütünlüğünü zaafa uğratmak, TSK içinde mümkünse gruplar oluşturmak; emeklilerle muazzafları karşı karşıya getirmek; muazzaflarla muazzafları karşı karşıya getirmek; TSK’nın ABD’ye direnmesine destek veren siyasi parti ve demokratik kitle örgütlerini cezalandırmak; muazzaflarla bu kesimleri karşı karşıya getirmek; nihayetinde de TSK ile milleti karşı karşıya getirmek!
En son söyleyeceğimizi şimdiden söyleyelim: Kuşkusuz bu hedeflerin bir bütün halinde gerçekleştirilebilmesini ABD asla sağlayamayacaktır!
KUKLA DEVLETE DİRENEN TSK
Kukla devlet, yani ABD’nin Irak’ın kuzeyinde kurmaya çalıştığı kukla Kürt devleti, Türkiye’nin önüne uzunca bir süreden beri getiriliyor. Bu planın konjonktürel olarak daha da somutlaştığı son dönemi özetleyelim sadece…
Plan 1986 yılında ABD Genelkurmay İkinci Başkanı Org. William Taft tarafından Ankara’ya getirildi. Özal’ın kabul ettiği planın, uygulanabilmesi için TSK’ya da kabul ettirilmesi gerekiyordu. Ancak Özal’a direnen Genelkurmay Başkanı Org. Nejdet Üruğ, hem Taft ile görüşmedi hem de planı reddetti. (Üstelik iktidardaki Erven ve cuntasına rağmen!) Sonrasında “iki Necdetlerin tasfiyesi” denilen süreç yaşandı.
ABD planında özetle şöyle diyordu: “Irak’ı bölüp Kürdistan kuracağım. Ya sen bu devlete ağabeylik yapar ve himaye edersin, ya da sana rağmen kurarım”. Pratikte bunun tek anlamı vardı. Plan nasıl kabul edilirse edilsin, Türkiye’nin bölünmesiyle neticelenecekti. Türkiye Kürdistanı himaye edip, Irak’ın kuzey topraklarını kendine katsa, üniter yapısı ortadan kalkacak, gevşek bir federasyona dönüşecekti. Türkiye, himaye etmeyip, kukla devletin kurulmasına da sessiz kalsa, kurulacak bir devlet zamanla Türkiye’nin topraklarına yayılacaktı.
ÖZAL’A DİRENEN GENELKURMAY
Özal, Türkiye’nin Kukla devleti himaye etmesi planını kabul etti ve hatta o dönemde federasyon tartışmalarını da gündeme getirdi.
1. Körfez Savaşı’nda planı devreye sokmak isteyen 1. Bush ile Özal, durumu kamuoyuna “1 koyup üç almak” şeklinde sundu. Ancak hatırlanacağı gibi dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Necip Torumtay buna direndi ve şerefli bir şekilde istifa etti.
TSK’nın ABD planına bu ikinci direnişi TSK’nın yeni yönelimiydi.
TSK ABD’NİN HİZASINDAN ÇIKTI
Pentagon-Genelkurmay ilişkileri önemli bir rota değişikliğine girmişti. Gelecek 50 yıl planı için bu rota değişikliğini engellemek isteyen ABD, Jandarma Genel Komutanı Org. Eşref Bitlis’i bile şehit etmişti!
Ancak TSK, Türkiye Cumhuriyeti’in üniter yapısını sürdürebilmek için bu plana direnmek zorundaydı. Bu zorunluluk, TSK içinde de zaman zaman sert mücadelelere neden oldu. TSK da bu plana direnecek bir 20 yıllık komuta kademesi şekillendirmeye çalıştı. Kısmen başarılı da oldu.
ANKARA-WASGHİNGTON SAVAŞLARI
ABD’nin ikinci Irak saldırısına kadar (2003) geçen süre içinde, Ankara ile Washington arasında Irak’ın kuzeyinde adı konulmamış bir savaş yaşandı. O döneme ilişkin sonuçları bakımında önemli iki farklı olayı hatırlamakta fayda var:
- Türkiye, Barzani ve Talabani’yi yanına alarak Ankara sürecini başlattı. Türkiye’nin “ikili iktidar yapısı” nedeniyle ABD önce sürece dahil oldu, ardında Ankara sürecini baltalayıp, Barzani ve Talabani ile Wasahington sürecini başlattı.
- TSK, Başbakan Çiller’e bile başladıktan sonra duyurduğu, stratejik öneme sahip Çelik harekatını yaptı. Mart 1995’teki harekatı engellemek isteyen ABD, 12 Mart’ta Gazi Mahallesinde provokasyon yaptı. Alevi-Sünni çatışma kartını masaya yatıran ABD, harekatı engelleyemedi. TSK’nın 36bin askerle yaptığı bu harekat neticesinde, ABD eğittiği 5000 peşmergeyi Guam adasına kaçırmak zorunda kaldı!
Bu iki olaydaki gibi, bazen ABD’nin lehine bazen de Türkiye’nin lehine sonuçlanan olayular yaşandı.
BU KEZ DE BOP DAYATMASI
ABD’nin ikinci Irak işgaliyle birlikte, BOP Projesi kapsamında kukla devlet dayatması yine yapıldı. TSK yine direndi. 1 Mart tezkeresi bu direnişin en önemli sonuçlarından biridir.
TSK içinde de 1 Mart tezkeresi konusunda fikir ayrılıkları vardı. Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök 1 Mart tezkeresinin geçmesini isterken, Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Aytaç Yalman ve Jandarma Genel Komutanı Org. Şener Eruygur tezkerenin geçmesine karşıydı.
Türk-Amerikan ilişkileri açısında kırılma noktası yaratan bu tezkere, aynı zamanda içerdeki kuvvetler açısından da turnusol kağıdı vazifesi gördü.
Kısaca özetlediğimiz bu sürecin son döneminde, ABD Türkiye’siz BOP’u icra edemeyeceğini bildiği için tekrar Türkiye’ye abandı. Türkiye abanmak aynı zamanda öncelikle TSK’ya abanmak anlamına geliyordu. Çünkü iktidarı zaten elinde tutuyordu. ABD, iktidar eliyle yaptırdığı ilk atağında, yani “Şemdinli İddianamesi”nde duvara çarptı. TSK’nın başını çete lideri yapma teşebbüsü o günkü konjonktür içerisinde çabuk etkisizleştirildi.
ŞEMDİNLİ OLMADI ERGENEKON VERELİM!
Ancak TSK’yı yani Türkiye’yi BOP’a razı etmek Washington açısında olmazsa olmazdı ve ABD bu nedenle, yine iktidar eliyle ikinci saldırıya geçti: Ergenekon Tertibi!
Tertibi daha çıplak hale getirmek için birkaç önemli ayrıntıyı hatırlatalım:
- ABD planlarına göre hareket eden TSK döneminde Özel Harp Dairesi vardı, meşhur Kontrgerilla; gizli, üzerine gidilemeyen! ABD planlarına direnen TSK döneminde ise Özel Harp Dairesi lağvedildi, yerine Özel Kuvvetler Komutanlığı ÖKK kuruldu. ÖKK kurulduğu günden bu yana devamlı saldırı altında. Adı yolsuzlukla anılmaya çalışılındı, olmadı; adı derin devlet operasyonel kuvveti olarak anılmaya çalışılındı, olmadı! ABD’ye çalışan Özel Harp Dairesi “koruma” altındayken, Türkiye’nin ÖKK’sı “saldırı”ya uğradı!
- ABD planlarına göre hareket eden TSK döneminde, JUSMMAT, yani ABD’nin Türkiye’deki askeri yapısı Türk Karargahı’ndaydı. ABD planlarına direnen TSK döneminde ise JUSMMAT (şimdiki ODC) Türk karargahından atıldı! Org. İsmail Hakkı Karadayı’nın Genelkurmay Başkanlığı döneminde ABD’nin Türk Genelkurmayı içindeki ofisi kapatıldı, subayları dışarı atıldı!
- ABD planlarına göre hareket eden TSK döneminde, Washington “bizim oğlanlar becerdi” diyerek 12 Eylül’ü yaptırtmıştı. ABD planlarına direnen TSK döneminde ise Wasgington “Türk Ordusu hizadan çıktı” saptamasını yapıyor! Yeri gelmişken soralım: Darbe karşıtı olduğunu söyleyenler, darbeci avına çıkanlar neden Kenan Evren’e savaş açmazlar; neden ellerinde yetki varken bu konuda TBMM’de araştırma komisyonu açılmasını istemezler?! Emekli generaller Eruygur ve Tolon’u, darbeye teşebbüs ettiklerini iddia ederek “asmaya” yeltenenler, neden bizzat darbe yapan Kenan Evren’e dokunamazlar?!
Yanıt basit! Evren, ABD adına darbe yaptı. Eruygur ve Tolon ise ABD’ye direndi!
TERTİBİN MİMARI AKP DEĞİL ABD!
Ergenekon tertibi için düğmeye aslında çok önceden basılmıştı. Habercilikte saygın bir yeri olan NOKTA dergisinin el değiştirtilip “darbe günlükleri”yle doldurulması, Medya’da tehditle el değiştirme operasyonları, bugünler için yapılmıştı! Wasginton’un Milliyet Temsilcisi Yassemin Çongar ile “memleketi bir kadın memesine satarım” diyen Ahmet Altan’ı, NOKTA operasyonunu yönetme görevi verilen Alper Görmüş’le Fethullahçı Polis Akademisi Öğretim Üyelerini TARAF gazetesinde birleştiren nedir? Demokrasi mi? ABD mi?
Kaldı ki en somutunu bizzat Abdullah Gül’ün “kankası” Fehmi Koru söyledi: “Ergenekon’u tasfiye operasyonu, Bush-Tayyip Erdoğan görüşmesinde kararlaştırıldı” (Kanal / konuşması 28 Ocak 2008 ve Yeni Şafak’taki yazısı 1 Şubat 2008)
Aslında, tek başına sözde iddiada yer alan “saçmalıklar” bile hazırlığın bu topraklarda yapılmadığını gösteriyor. Ayakları bu topraklara basmayanların hazırlığıyla, Cumhuriyet gazetesi, başyazarı İlhan Selçuk ile Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay’a bombalatılıyor; Cumhuriyet Gazetesi Yazarı Uğur Mumcu, yine başyazarı İlhan Selçuk’a öldürttürülüyor; ADD Genel Başkanı Ahmet Taner Kışlalı, ADD Genel Başkanı Şener Eruygur’a öldürttürülüyor… İddianamede olduğu iddia edilerek sızdırılanları okudukça saçmalıkların sınırının olmadığı görülür...
Evet Ergenekon tertibinin mimarı AKP değil ABD’dir. Ergenekon tertibini bizzat ABD yönetiyor. Mart ayı başında Ankara’daki ODC binasına yerleştirilen 35 kişilik ABD ekibinin yönettiği bir operasyonla karşı karşıya Türkiye.
Ve bu dönemde bir değişiklik daha göze çarpıyor: Cumhuriyeti yıkmak için sahte demokrat kimliği taşıtılanlar, şimdi de demokrasiyi yıkmak için sahte hukukçu kimliğiyle dolaştırılıyorlar!
Türkiye bir yol ayrımına geldi.
Türkiye ya ABD’ye teslim olup bölünecek, ya da direnip kazanacak!
Türkiye artık NATO’dan çıkmalı, İncirlik’i kapatmalı, AB ile imzaladığı katılım Ortaklığı Belgesini yırtıp atmalı, özelleştirmeleri durdurmalı, stratejik öneme sahip kurumları hemen yeniden kamulaştırmalı, Güneydoğu’da toprak reformu yapmalı, tarımı tasfiye eden yasaları iptal etmeli, IMF ve Dünya Bankası’na Rusya ya da Malezya gibi rest çekmeli, milyarlarca dolar zarar yaratan Gümrük Briliğini iptal etmeli, Rusya-İran-Çin gibi Avrasya ülkeleriyle kader birliği yapmalı, ABD adına Afganistan ve Lübnan’a gönderdiği askerlerini geri çekmeli ve hepsinden önemlisi tüm bunları yapabilecek bir hükümeti bağrından çıkarmalıdır.

Mehmet Ali Güller
17 Temmuz 2008

2 Haziran 2008 Pazartesi

Orhan Pamuk ve Portresi

“Türkler 1 milyon Ermeni, 30 bin Kürt öldürdü” dedikten sonra Nobel ödülü alan Orhan Pamuk, yeni bir ödüle mi koşuyor?!
Nereden mi çıkardık?!
Alman Der Spiegel dergisine yaptığı açıklamadan!
“Milli Takım milliyetçi amaçlara hizmet ediyor” diyen Pamuk, “Milli Takım aşırı milliyetçilik, yabancı düşmanlığı ve otoriter düşünce üreten bir makine” iddiasında!
Pamuk, “bu vatanı kiraz ağacına ve kadın memesine satarım” diyen Ahmet Altan kadar ihanet içine girmiş; köşesinde “bir ABD’linin cinsel organını öven” kalemşor kadar da bayağılaşmıştır!
Kendini yeniden gündeme dayatan Orhan Pamuk’u ve Portresi’ni biz de derleyerek yeniden huzurlarınıza getirelim!
İHALE ZENGİNİ DEDE!
Göbek adı Ferit olan Orhan Pamuk’un dedesi, Mustafa Şevket ailesiyle birlikte Manisa-Gördes’ten İzmir’e göç etmiştir. Mustafa Şevket daha sonra İstanbul Teknik Üniversitesi’nden mezun olan ilk mühendislerdendir. Mustafa Şevket, İnönü döneminde demiryolu ihalelerinden büyük paylar alarak zengin olmuştur.
Mustafa Şevket Bey, Pakize Hanım’la evlenir. Özhan (doktor), Aydın (mühendis), Gündüz (Ferit Orhan Pamuk’un babası, mühendis) ve Gönül (gazeteci Bedii Faik Akın’ın, hukuk fakültesi dekanlığından emekli kardeşi İlhan Akın’la evlendi) isimli çocukları olur.
Mustafa Şevket Bey, 1930’ların başında yaşamını yitirir.
IBM’İN GENEL MÜDÜRÜ OLAN BABA!
Ferit Orhan Pamuk’un babası Gündüz Pamuk da inşaat mühendisliği okur. Paris’e gidip ABD’li IBM şirketinde çalışır. Daha sonra IBM, Türkiye şubesini açar ve Gündüz Pamuk’u ilk genel müdür atar. 1959-1964 yılları arasında genel müdürlük yapan Gündüz Pamuk devlete ve TSK’ya IBM’in cihazlarını pazarlar. Gündüz Pamuk, 1964’ten sonra Koç Holding’de Aygaz Genel Müdürlüğü, Enerji Grubu Başkanlığı ve Arçelik Müdürlüğü yapar. Garanti Bankası Yönetim Kurlu üyeliği de yapan Gündüz Pamuk, 1978’den sonra iki yıl da PETKİM genel müdürlüğü yapar. Gündüz Pamuk ayrıca 12 Eylül sonrası kurulan SODEP’in de kurucularındandır.
İBRAHİM PAŞA’NIN TORUNU
Orhan Pamuk’un anne tarafından büyük dedesi 1720’li yıllarda Girit Valiliği yapmış Kaptan-ı Derya İbrahim Paşa’dır. Orhan Pamuk’un İbrahim Paşa’nın geniş ailesi nedeniyle uzaktan akraba olduğu isimler arasında Hürriyet Gazetesi Edebiyat yazarlarından Doğan Hızlan da bulunmaktadır.
Orhan Pamuk’un dedesinin dedesi ise Basmacızade olarak anılan, İstanbul Ticaret Odası’nın kurucularındandır. Dedesinin babası İbrahim Ferit de bez işi yapar ve yine Basmacızade olarak anılır. İbrahim Ferit’in Cevdet, Fuat ve İzzet adında üç oğlu olur. (Cevdet Ferit’in amcası Nejat Basmacı da İstanbul Ticaret Borsaları Birliği Başkanlığı yapmıştır. Bir zamanlar İş Bankası Genel Müdürlüğü yapan Ferit Basmacı da aynı aileden geliyor.)
Orhan Pamuk’un annesinin babası olan Cevdet Ferit (1882-1953), Almanya’da hukuk eğitimi almış, Darülfünun’da dersler vermiştir. Cevdet Ferit, Atatürk’ün 1933 reformundan sonra üniversiteden uzaklaştırılmıştır.
Cevdet Ferit Nikfal Hanım’la evlenir ve üç kız babası olur. Kızların en büyüğü Türkan Hanım, Hayat dergisinin kurucusu şair Şevket Rado ile evlenir. En küçük kız Gülgün de, İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ’ın oğlu ile evlenir.
Ortanca kız Şeküre ise Mustafa Şevket-Pakize çiftinin oğlu Gündüz Pamuk’la 1949’da evlendirilir.
Çiftin 1950’de büyük oğlu Şevket, 1952’de de küçük oğlu Ferit Orhan doğar.
PAMUK’UN EŞİ DE ARİSTOKRAT KÖKENLİ
Orhan Pamuk’un eşi de aristokrat bir aileden gelmektedir. Eşi Aylin Türegün’ün (2001 yılında boşandılar) anne tarafı Beyaz Rusya’dan göç etmiş ve daha sonra Osmanlı hizmetine girmiş bir Rus soylusuna dayanmaktadır. Babası ise Osmanlı’nın Adliye Nazırlarından Kazım Bey’in torunu, Kazım Türegün’dür. (Kazım Türegün, Eski Danıştay Başkanı Hazım Tüğregün’ün yeğeni ve İtes İnşaat Yönetim Kurulu Başkan yardımcısı Necip Türegün’ün kuzenidir.)
AH ASKERLİK AH!
Orhan Pamuk’un eserleri Türk Edebiyatının en önemli isimlerince beğenilmemesine ve eserlerinde “intihal” bulunmasına rağmen, edebiyat dünyasında en tepelere kadar çıkan Orhan Pamuk’un başarı öyküsü de ilginç.
Pamuk’un hayatının ilk yarısı başarısızlıklarla dolu. Pamuk, Şişli Terakki ve Robert Koleji bitirdikten sonra 1970’de İTÜ’ye girer ve 3 yıl mimarlık okur, ama ressam olamayacağına karar verip okulu bırakır. Ancak askerliğini ertelemek için İstanbul Üniversitesi’nde gazetecilik okumaya başlar ve 1977’de bitirir. Yine askere gitmemek için bu kez master yapar. Ertelediği askerliğini ise 12 Eylül sonrasında 4 aylığına Tuzla’da yapar.
PAMUK’A ABD “SİHRİ” DOKUNUYOR
Pamuk için her şey kötüye giderken, bir sihirli değnekle, hayatı hızla değişir.
Pamuk, 1985-1988 yılları arasına ABD’de yaşar. Pamuk bu yıllar içinde IWP (International Writing Program” isimli bir programdan geçirilir. Iowa üniversitesi bünyesinde, yılda 20 kişiye uygulanan bu özel programın baş sponsoru ABD Dışişleri Bakanlığı’dır.
İşte bu programdan sonra Orhan Pamuk’un hayatı hızla değişir. Pamuk’un kitaplarının tamamını ABD’deki Random House yayınevi basar. Yayınevinin sahibi dünyaca ünlü Alman Bertelsmann yayıncılıktır. Bertelsmann’ın kurucusu dünyanın sayılı zenginlerinden Reinhard Mohn’dur.
Mohn’un yaşamı da ilginçliklerle doludur. Mohn, ikinci dünya savaş ısırasında General Rommel’in Afrikakorps birliğinde savaşır. Burada ABD’lilere esir düşen Mohn, Kansas’taki bir esir kampına götürülür. O tarihe kadar kitaplarla hiç ilgisi olmayan Mohn, biranda kitapsever olur. Savaştan sonra ülkesine dönen Mohn, bir yayınevi kurup, komünizm tehdidine karşı dini kitaplar basmaya başlar. Yeri gelmişken, Bertelsman Yayıncılık’ın 2001 yılında Doğan Holding’le 2001 yılında müzik piyasasına yönelik bir ortaklığa gittiğini belirtelim.
ABD’NİN “DEMOKRASİ” HİZMETLERİ!
Orhan Pamuk’a Nobel’den önce verilen ödüllerden biri de IMPAC Dublin’dir. 115 bin dolar para hediyeli ödüle ismini veren IMPAC şirketine mercek tutmak çok yararlı olacak.
IMPAC tüm dünyada yaygın yönetim danışmanlığı (aslında istihbarat hizmetleri) yapan bir ABD şirketi. Şirketin başındaki Dr. James Irwin, ABD’nin önde gelen Cumhuriyetçilerindendir. ABD Askeri Akademisi West Point’den üstün hizmet ödülü almış Dr. Irwin, “International Democratic Union” derneğinin de en önemli üyelerinden ve hatta Sayman’ı.
Dünya çapındaki sağ partileri bir araya getirmeyi amaçlayan “International Demoktaric Union”ın kurucuları arasında Ronald Reagan, Margaret Thatcher, Baba George Bush, Helmuth Kohl, Jack Chirac, John Howard gibi isimler var. Bu derneğin üyeleri arasında Özal’ın Anavatan Partisi ile Demirel-Çiller’in Doğru Yol Partisi de yer alıyor.
Dr. James Irwin’in üyesi olduğu bir başka dernek de, dünyaya demokrasi yaymayı hedefleyen “Center for Democracy”. Bu derneğin en faal isimleri arasında da Henry Kissinger yer alıyor!
TSK’YA SALDIRAN ABD’Lİ GAZETECİ
Pamuk’un en yakın dostlarından biri de Yahudi asıllı ABD’li gazeteci Jeri Liber’dir. Liber, Pamuk’un “muhteşem Boğaz manzaralı terasının” bir dönem müdavimlerindendir. Liber, İnsan Hakları İzleme Komitesi’nin kurucularındandır. Türkiye’nin insan hakları ihlallerini konu alan bir rapor yazdı. Sonradan kitap haline dönüştürülen raporda TSK’nın Kürtlere katliam yaptığı iddia edildi ve Türk askerlerinden açıkça “serseriler” diye söz edildi.
AĞABEY ŞEVKET PAMUK’UN İSRAİL GÜNLERİ
Orhan Pamuk’u tanımak için, onun hayatında önemli bir yere neden olan ağabeyi Şevket Pamuk’u da tanımakta fayda var. Şevket Pamuk, Orhan Pamuk’a göre çok başarılı bir isim. ABD’de Yale ve Berkeley gibi iki önemli üniversitede ekonomi okuyan Şevket Pamuk, Türkiye’de pek çok üniversitede de dersler verdi. Şevket Pamuk’un ders verdiği üniversiteler içinde en dikkat çekeni Ben Gurion Üniversitesi.
Osmanlı yönetimi tarafından Siyonist faaliyetleri nedeniyle Filistin’den kovulan Ben Gurion, İsrail’in kurucusu ve ilk başbakanıdır. Şevket Pamuk’un Osmanlı ekonomisi dersi verdiği bu üniversitede ayrıca MOSSAD’ın ilgiyle takip edip raporlar hazırlattığı bir “Ortadoğu Çalışmaları” bölümü bulunmaktadır.
Ben Gurion Üniversitesi’nin başındaki isim ise daha da ilginçtir. 14 sene Dünya Bankası’nda çalışan Prof. Avishay Braverman, daha sonra, Rotary ve Lions kulüplerinin 2000 yılında yılın adamı seçtiği önemli bir ekonomisttir.
Ağabey Prof. Dr. Şevket Pamuk şu anda London School of Economics’teki Türkiye Çalışmaları Kürsüsü’nün başındadır.
PAMUK VE İNTİHAL
Orhan Pamuk’un tüm kitaplarını okuyabilen “edebiyatçılara” pek rastlanmamıştır. Bu konuda en ısrarlı olanlar bile karşılaştıkları intihaller sonrası pes etmişlerdir!
Demirtaş Ceyhun’un başını çektiği usta yazarlar Pamuk’un romanlarını “ABD patentli post modern romanlar” olarak değerlendirmiş ve “Nobel Ödülü’nün Pamuk’a verilmiş bir ücret olduğunu” belirtmişlerdir.
“Orhan Pamuk sıradan bir yazardır” diyen Özdemir İnce Nobel sonrası tepkisini şu sözlerle dile getirmişti: “Türk edebiyatı roman ödülünü kazanmadı. Orhan Pamuk’a Nobel ödülü verildi. Nobel kazanmış olan Pamuk, Ermeni soykırımını kabul ediyor. Bu son derece önemli bir şeydir. Aşılması gereken ve aşılamayacak bir azman olacaktır. Türkiye satışa çıkarılmıştır, Türk tarihi açık artırmayla satılmıştır. Açık artırmanın en sıfır noktasında satılmıştır. Bundan dolayı utanç duyuyorum.”
Murat Bardakçı, Pamuk’un “Benim Adım Kırmızı” romanının ABD’li yazar Norman Mailer’in Ancient Evenings adlı romanının kopyası olduğunu ispatlamıştır. Ayrıca Pamuk’un “Beyaz Kale” isimli romanının da Fuad Carım’ın “Kanuni Devrinde İstanbul”dan birebir pasajlar içerdiği ortaya çıkmıştır!
ATATÜRK DÜŞMANI
Pamuk’un kitaplarının en temel özelliği Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığıdır. Örneğin Kara Kitap!
“Çocuklugunda kız kardeşi ile tarlada karga kovalayan sapık bir padişah” gibi anlatımların olduğu Kara Kitap’da yer alan diğer Atatürk düşmanı ifadeler şunlardır: “Sonra kasaba alanına dolanır. Atatürk heykellerine sıçan güvercinleri ayıplar...”, “Atatürk kendini içkiye vermiş meyhane kalabalığına, cumhuriyeti emanet etmiş olmanın güveniyle gülümsüyordu...”, “Atatürk'ün leblebi zevkinin ülkemiz için ne büyük felaket olduğunu...”, “Sonra bir cumhuriyet, Atatürk, damga pulu havasına girdiğimizi hatırlıyoruz...”
SONUÇ
Orhan Pamuk’un edebi kalemi ile Türkiye düşmanlığı arasında ilginç bir bağ vardır. Pamuk’un “edebiyatı”, Türk tarihine saldırdığı oranda pazarlanmaktadır! Bu konudaki pazarlama ağı da, herhangi bir dağıtım şirketi küçüklüğünde değildir!
Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’a, hem de 7. Alman-Fransa Bakanlar Konseyi toplantısı çıkışında Orhan Pamuk övgüsü yaptırtan, herhalde yalnızca “edebiyat sevgisi” değildir!

Kaynaklar
Hürriyet gazetesi
Vatan Gazetesi
Aydınlık Dergisi
Aksiyon Dergisi
NTV
Araştırmacı Serdar Kuru


Mehmet Ali Güller
2 Haziran 2008

9 Mayıs 2008 Cuma

Erdoğan: Ortalama Türk, ılımlı Müslüman'dır!

Başbakan ortaya yine bir “laf” attı, kırk gazeteci tahlil yapıyor: Ortalama Türk!
Yüksek tirajlı gazetelerin, yüksek fiyatlı kalemşörleri “ortalama Türk” kavramıyla ilgili yazıp çizdi hafta boyunca.
***
Aslında kavram yeni değildi. Yeni olan, kalemşörlerimizin, -o ya da bu nedenle- Başbakan Erdoğan’ın açıklamalarına artık daha nesnel gözlükle bakmaya başlamalarıdır!
***
Tarih, 26 Ocak 2002. Çiçeği burnunda AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, beraberinde Cüneyd Zapsu, Ömer Çelik, Turhan Çömez, Abdullah Gül, Murat Mercan, Reha Denemeç, Ali Babacan, İbrahim Özal, Mevlüt Çavuşoğlu ve Atasay Kuyumculuk’un sahibi Cihan Kamer olduğu halde, ABD’ye gitti.
Heyetin öncelikle ikiye ayrıldığını belirtelim! Erdoğan, Cüneyd Zapsu, Ömer Çelik ve o zamanlar özel kalem müdürü olan Turhan Çömez’le birlikte, ayrı bir programa tabi tutulmuştu! O program, Tayyip Erdoğan’ı 1994’te keşfeden ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz’e aitti.
Kısa bir hatırlatma; Abramowitz, 1994 yılında açıkça “Erdoğan’ı Erbakan’a tercih ederiz” demiş, 15 Ekim 1996’da da, Erdoğan’a hitaben, “Siz İstanbul’u yönetip yıldızınızı parlatabildiğinize göre, Türkiye için de çok şeyler yapabilirsiniz” demişti!
Gelelim programa… Kamuoyuna aktarıldığı kadarıyla 30 Ocak’a kadar Erdoğan’a Startejik Araştırma Merkezi CSIS’te konuşma yaptırılacak, CIA’nın düşünce kuruluşu Rand Corporation ve Lehman Brothers Aracılık Kurumu yetkilileriyle görüştürülecek, Amerikan Musevi Kongresi yetkilileriyle tanıştırılacak ve Washington bürokrasisinin karşısına çıkarılacaktı. Erdoğan 31 Ocak – 4 Şubat tarihleri arasında da New York’a götürülüp Davos toplantılarına takdim edilecekti!
Gayrıresmi program ise daha çekiciydi. Grenville Bayford, Erdoğan ve Zapsu’yu 27 Ocak Pazar sabahı, karanlıklar prensi Richard Perle ile gizlice buluşturdu! Perle’i artık kamuoyu tanıyor. Bayford’u da bir başka yazımızda tanıtacağız!
***
Gelelim gizli görüşmeye… Görüşme tarih itibariyle AKP’yi iktidara getirecek 3 Kasım seçimlerinden tam 282 gün önce, hatta Bahçeli’nin durduk yere seçim ilan etmesinden de tam 163 gün önce gerçekleşti.
Görüşmede özetle, AKP’nin iktidar olması halinde yeni Türk hükümetinin; ABD ile ilişkileri, AB ile ilişkileri, IMF ve Dünya Bankası ile ilişkilerinin nasıl olması gerektiği; AKP’nin Kıbırıs ve Irak konusundaki düşünceleri; AKP’nin Kürtler başta olmak üzere diğer azınlıklara bakışı ve Türkiye’nin İslam’a bakışı masaya yatırıldı!
Konumuz açısından asıl önemlisi Tayyip Erdoğan Perle’e, partisinin seçmen tabanının ortalama Türk vatandaşının değer yargılarını yansıtan muhafazakar kesimden oluştuğunu anlatmasıydı!
***
Erdoğan, bu kavramı ertesi gün, Stratejik Araştırmalar Merkezi CSIS’teki konuşmasında da yineledi: “Biz herhangi bir partinin devamı değiliz. Partimizin seçmen tabanı, ortalama Türk vatandaşının değer yargılarını yansıtan muhafazakar kesimden oluşmaktadır. Ortalama bir Türk ılımlı bir Müsülüman’dır. Bu nedenle partimiz ılımlı Müslümanların ortak değerlerini temsil etmektedir. Kendi tabanımızı yabancılaştırmadan, Türk toplumunun demokratik ve laik niteliğini güçlendirmeyi hedefliyoruz…”
***
Erdoğan’ın 26 Ocak 2002’de başlayan ABD gezisi bugünü anlamak açısından çok öğreticidir. Okurlarımız Erdoğan’ın 26 Ocak 2002 tarihli gezisiyle ilgili diğer ayrıntılara, dönemin Aydınlık dergisi sayılarından ve geçen yıl yitirdiğimiz usta gazeteci Turan Yavuz’un “Çuvallayan ittifak” isimli kitabından ulaşabilirler.

Mehmet Ali Güller
9 Mayıs 2008

29 Nisan 2008 Salı

"O Bakan"ın şantajı

Milliyet Ankara temsilcisi Fikret Bila yine çok konuşturan bir söyleşiye imza attı dün. Bila, “çok önemli bakanlıklar üstlenmiş, AKP’yi etkileyecek ağırlıkta ve konumda bulunan, milletvekilliği de devam eden kıdemli politikacı”nın mesajını kamuoyuna aktardı.
“O bakan” AKP’nin kapatılmasının iki önemli sonucu olacağını söylüyor:
1 – Ekonomi reel krize girer!
2 – “Güneydoğu’yla siyasi bağ ‘DTP hariç’ tümüyle kesilir. Çünkü, DTP ve AK Parti dışında bölgeyle bağı olan başka siyasi parti yok. AK Parti kapatılırsa hem genel hem yerel seçimlerde bölge tümüyle DTP’li olur. Kapatmaya en çok DTP sevinir. Güneydoğu’da halk başka sulara yelken açmak için yönlendirilir.”
Yani, “o bakan” ülke bölünür diyor! Tezini güçlendirmek için bakın ne ekliyor:
“Balkanlar’ı kaybettiğimiz günleri bir hatırlayalım... Siyasette ne yaşanıyordu o zaman? İttihak ve Terakkiciler, Hürriyetçilere, ‘vatansız-milletsiz’ diyorlardı. Hürriyetçiler de İttihat ve Terakkicilere, ‘dinsiz-imansız’ diyorlardı. Bu bitmez tükenmez kavga devam ederken iki taraf da bir gün baktılar ki, Balkanlar, ne İttihatçıların ne Hürriyetçilerin. Çoktan gitmiş.”
***
“O bakan”ın verdiği tarih dersinin ciddiyetini bir yana bırakalım, siyasi şantaja gelelim!
Bila’nın “şantaj mı yapıyorsunuz” sorusuna, “ülke menfaatleri söz konusu olduğunda siyasi kariyerimin veya partimin önemi yoktur”! diyen “O bakan”, düpedüz şantaj yapıyor. AKP kapanırsa, ülke bölünürmüş!
***
“ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi içerisinde Diyarbakır’ı bir merkez, bir yıldız yapacağız” diyen kim? Diyarbakır neyin merkezi olur?
“Geniş Büyük Ortadoğu Projesi’nde bir görev üstlendik ve bu görevle birlikte bize eşbaşkanlık verildi” diyen BOP görevlisi kim? BOP’un nihai amacı ne?
“Türk yerine Türkiyelilik kavramını” ortaya atan kim?
Tek başına bu üç söylem bile AKP’nin bizatihi kendisinin bölücülüğe hizmet ettiğini gösteriyor.
Fikret Bila ve Milliyet üzeridnen “o bakan”ın şantajına elbette boyun eğilmeyecek.
AKP kapanırsa, ülke bölünürmüş!
Tam tersine AKP kapatılmazsa, ülke bölünür!
***
Öte yandan “o bakan”ın şantajından önce, utangaç bir şekilde bu tez iki bileşenli olarak zaten piyasaya sürülmüştü. Utangaç bazı kalemler şöyle yazdılar:
“Güneydoğu’dan oy alan sadece AKP ve DTP var. Her ikisi de kapanırsa, oyları kim alacak? Bölgenin TBMM’yle siyaseten bağları kopacak! Dolayısıyla bölgenin Ankara’yla bağları kopacak!”
***
Pişkinliğin bu kadarına da pes doğrusu!
22 Temmuz öncesinde hem Barzani’nin yayın organlarından, hem de PKK’nın yayın organlarından yapılan, “DTP’nin aday çıkarmadığı yerlerden AKP’yi destekleyin” çağrılarını hiç mi duymadınız?
***
Bir kez daha söyleyeylim:
“AKP ve DTP kapatılırsa, ülke bölünür” şantajına Türk milleti boyun eğmeyecektir!
Devletin merkezi kurumları da, tam tersine “AKP ve DTP kapatılmazsa, ülke bölünür” gerçeğini görmektedir!
***
Fikret Bila’nın “o bakanı” üzerinde dün gün boyu tahminler yürütüldü. Ortak tahminler Hürriyet’e göre, Cemil Çiçek’ti…

Mehmet Ali Güller
29 Nisan 2008

27 Nisan 2008 Pazar

Başbakan batıdan aslında ne aldı?

“Tekeşlilik mümkün olsaydı, kerhane olmazdı” diyen, tessettür defilecisi, üç eşli modacının sözlerinin mürekkebi henüz kurumadan gündeme bir yeni bomba daha düştü!
Din ve ahlak konuşmalarıyla ünlü, 78 yaşındaki Vakit Yazarı Hüseyin Üzmez’in 14 yaşındaki çocuğa taciziyle sarsıldık milletçe!
5 yıl önce, azgın teke Hüseyin Üzmez’in 73 yaşındaykn, 22 yaşındaki bir genç kızla evlendiğini de yeni öğrenmiş olduk!
***
Bu iki olayın kültürel, sosyolojik, ekonomik, psikolojik nedenleri üzerinde düşünürken Başbakan Erdoğan’ın tarihe geçen şu sözü geldi aklımıza: “Batı’nın ilmini alacağımıza, ahlaksızlığını aldık”!
***
Ama AKP ve (öncülleri) 60 yıldır Batı’dan aslında ne aldı?
Öncelikle AKP batıdan emir aldı! Batı (ABD-AB) emretti, AKP yasalar çıkarttı. AKP döneminde “emir”le çıkartılan yasaları sıralamaya yer yetmez; en sonuncusunu anımsayalım: Vakıflar Yasası!
AKP batıdan yüzksek faizle borç aldı! Erdoğan’ın hükümet ettiği dönem boyunca Türkiye’nin toplam borcu, 80 yıllık borcun 2 katına çıktı!
AKP, batıdan mal aldı! Çiftçiyi üretemez hale getirdikten sonra buğday, pamuk, mısır... diye başlıyor liste!
AKP, batıdan “ithal bakan” aldı! Erdoğan’ın son kabinesindeki Mehmet Şimşek en resmi olanı tabii. Yoksa, Barzanici olduğu iddia edilen isimlerden bahsetmiyoruz.
AKP, batıdan “rüya” aldı! AKP-AB ittifakı milleti uyutmak için “tam üyelik rüyası” verdiler 2002 Aralık ayında.
***
Latin Alfabesi, ölçü sistemi, matemetik-fen, sosyal bilimler, Faşizmden kaçan Alman bilimadamları…
Bu liste de Tayyip Erdoğan ve Menderes’e kadar uzanan öncüllerinden önce, Atatürk zamanında batıdan alınan bilimlerin bir bölümü…
Peki “Batıdan ilim yerine, alınan ahlaksızlık” aslında nedir o cenaha göre?
Laikliktir korktukları…

Mehmet Ali Güller
27 Nisan 2008

23 Nisan 2008 Çarşamba

AKP'!nin Katar ziyaretlerinin sırrı

“Ulusal egemenlik”in 88 yıl sonra geldiği boyuta bakalım bu 23 Nisan’da…
***
Tunceli Bağımsız Milletvekili Kamer Genç’in TBMM’de, yani “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” yazan yerde uğradığı linç girişimi ve Başbakan Erdoğan’ın “benim milletvekillerim şiddet uygulamaz” sözleri tarihe not düşülmüştü. Neydi Kamer Genç’in üstüne basa basa sorduğu?
Son 5 ayda Katar’a yapılan resmi ziyaretlerin nedenini sormuştu Kamer Genç. Erdoğan’ın ATV-Sabah ihalesini alan Çalık grubuna para bulmaya mı gittiğini sormuştu Kamer Genç.
***
Önce TMSF, Turgay Ciner’in ATV ve Sabah’ına el koymuştu. Gerekçe, Turgay Ciner ile Dinç Bilgin arasındaki mutabakatın sahte olduğuydu. (Gerçi sonradan mutabakatın gerçek olduğu yargı tarafından belirlenmişti!)
Sonrasında, Erdoğan’ın damadının üst düzey yöneticilik yaptığı Çalık grubuna kalan ilginç bir ihale süreci yaşandı ATV-Sabah’ta. (Çalık grubunun en üst düzey yöneticisi, Başbakan’ın damadı Berat Albayrak’tır. Berat’ın kardeşi Serhat Albayrak da ATV-Sabah ihalesini kazanan Turkuvaz Radyo Televizyon Gazetecilik ve Yayıncılık şirketinin genel müdürü ve küçük ortağıdır.)
***
Ancak Çalık grubu ihaleyi almaya almıştı ama para bulamıyordu. Başbakan Erdoğan’ın konuyla bizzat ilgilendiği siyaset kulislerinde konuşuluyordu. Özel bankalar Çalık Grubu’na kredi vermemiş, kamu bankalarının bazı yöneticileri de kredi konusunda yapılan siyasi baskıya direnmekteydi.
İşte AKP’nin Katar ziyaretleri böyle bir süreçte başlamıştı.
***
Bugün kamu bankaları Vakıfbank ve Halkbank bir açıklama yaparak Turkuvaz A.Ş’ye (Çalık Grubu’nun ihaleyi alan şirketinin ismi) 750 milyon dolar (375-375) finansman sağladıklarını ilan ettiler!
Ancak bu para da yetmiyordu!
***
Bugün bir açıklama da Çalık Grubu’ndan geldi. Çalık Grubu, Katar’lı bir ortak bulduğunu belirttiği açıklamasında şunları söyledi:
“"Turkuvaz Radyo Televizyon'a yüzde 25 oranında hissedar olan Katarlı ortağımız 125 milyon dolar, Çalık Holding 375 milyon dolarlık kaynak aktardı. Böylece, her iki ortağın sağladığı sermayeyle Turkuvaz A.Ş., 500 milyon dolarlık bir özkaynağa sahip oldu."
Katarlı ortak hakkında da bilgi verilen açıklamada, Turkuvaz A.Ş.’nin yüzde 25 oranında ortağı olan Al Wasaeel International Media Company'nin Katar Yatırım İdaresi’nin bir iştiraki olduğu bildirildi.
***
Emrinde 60 milyar dolarlık fon bulunan Katar Yatırım İdaresi, Katar’ı yöeten ailenin malıdır. Katar’ın Başbakan’ı da Katar Yatırım İdaresi’nin başındadır.
Milliyet’ten Metin Münir’in yazdıklarına göre, AKP’nin Katar ziyaretleri sırasında, Katar Yatırım İdaresi önce bayağı bir zorluk çıkarmış. Kurum’un profesyonel yöneticileri yatırımı cazip bulmamış. Alışveriş cazip hale getirilene kadar da ziyaretler sürmüş!
Son ziyaret sırasında da “alışverişi tatlandırmak için Katarlılara gelecek yıl özelleştirme kanalına girecek olan İstanbul gaz dağıtım şebekesi İGDAŞ’la ilgilenebilecekleri mesajı” verilmiş! Yetmemiş, “Başbakan El Tani’ye de TMSF’nin uhdesinde bulunan bir İstanbul yalısını isterse açık artırmadan satın alabileceği” söylenmiş!
***
Özetin özeti: ATV-Sabah’a devlet el koymuştur. Devlet, el koyduğu ATV-Sabah’ı, hükümete akraba bir gruba vermiştir. Grubun parası olmayınca, devlet gruba bankası aracılığıyla borç vermiştir. Yetmemiş, devlet başka devletten ortak da almıştır.
***
Devlet, Atatürk’ün kurduğu devlet olmaktan çoktan çıkmıştır.
Gün, “Ulusal Egemenlik” günüdür ama egemen olan ulus değildir!


Mehmet Ali Güller
23 Nisan 2008

22 Nisan 2008 Salı

Erdoğan ve bir maliyet hesabı analizi

Almanya, Andora, Arnavutluk, Avusturya, Belçika, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Estonya, Finlandiya, Fransa, Hırvatistan, Hollanda, İngiltere, İrlanda, İspanya, İsveç, İsviçre, İtalya, İzlanda, Karadağ, Letonya, Liechtenstein, Litvanya, Luksemburg, Macaristan, Makedonya, Malta, Moldova, Monaco, Norveç, Polonya, Portekiz, Romanya, San Marino, Sırbistan, Slovakya, Slovenya, Yunanistan.
Kim bunlar..?
Alfabetik olarak dizilmiş çoğu AB üyesi olan Avrupa devletleri…
Hani Türkiye’ye hemen her konuda “şunu yapın, bunu yapmayın” diyen devletler…
Hani daha dün yayınladıkları raporla “AKP kapatılmasın, Ergenekon daha da genişletilsin” diyerek “demokrasi” dersi veren Avrupa devletleri…
Hani Kıbrıs’ta “birleşin” diye tutturup, içerde “ayrılın” çalışmaları yaptırtan Avrupa devletleri…
Hani hemen her etnik-dinsel gruba “ayrılık” hedefiyle para fonlayan Avrupa devletleri…
Ve de 1 Mayıs’ı tatil ilan etmiş Avrupa devletleri…
***
Ne dedi Başbakan Erdoğan: “1 Mayıs'ın tatil edilmemesiyle ilgili bizi eleştiriyorlar. Türkiye bir tatil ülkesi. Çalışma süresi yılda 200 gün. Bir taraftan emeğin karşılığını verin diyeceksiniz diğer yandan gönül beylikte diyeceksiniz, olmaz. Biz hesapladık bir günlük tatilin Türkiye'ye maliyeti 2 katrilyon (2 milyar YTL). Biz bunu enine boyuna tartıştık.”
***
Peki hemen her konuda Türkiye’ye dayatmada bulunan, Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlığı sayesinde, dayattıklarını alan bu Avrupa Devletleri nerede..?
Neden 1 Mayıs için de AKP’den istekte bulunmazlar..?
Onların özgürlük anlayışları işçi sınıfının haklarına kadar mı sınırlı?
“Tüklük kavramına hakareti” bile “düşünce” sayıp “özgürlüktür” diyen bu devletlerin Ankara büyükelçileri, 1 Mayıs konusunda neden AKP’ye dayatma yapmazlar?
***
Sadece bu örnekten bile görülüyorki, işçi sınıfı 1 Mayıs’ı kendisi mücadele edip kazanacak. AB’den fonlanan sendikacıların hükümetle dirsek temaslarından, çıka çıka Sosyal Güvenlik Yasası çıkıyor nitekim.
***
Unutmadan… Konu işçiler olunca ne de güzel hesap yapıyor Başbakan. 1 Mayıs’ın maliyeti 2 milyar dolarmış!
Ya gemicikler, ya mısırlar, ya fındıklar, ya ABD bursları…
2B’ler, Çalıklar, Katarlar…
***
Herşeyin bir maliyet hesabı var!

Mehmet Ali Güller
22 Nisan 2008

20 Nisan 2008 Pazar

301 ve "Türk tarihinin hakkından gelmek"

AB’nin istediği 301 değişikliği TBMM Adalet Komisyonu’ndan geçti.
Tasarıdaki en önemli değişiklik, mevcut yasada yer alan “Türklüğü, Cumhuriyeti veya TBMM’yi alenen aşağılaya kişi…” yerine konulan şu ifadedir: “Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni veya TBMM’yi, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni ve Devletin Yargı organlarını alenen…”.
Bir diğer dikkat çekici durum ise, teklifte Cumhurbaşkanı’na verilen kovuşturma izni yetkisi, AKP milletvekillerinin verdiği önerge ile “Soruşturma yapılması Adalet Bakanı’nın iznine bağlıdır” şeklinde değiştirildi.
12.5 saat süren komisyon toplantısındaki eleştirilere yanıt veren Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin Hukuk tarihine geçecek saptamalar yapıyor!
Bakan Şahin, “Türklük” kelimesinin çıkartılarak yerine “Türk Milleti” ifadesinin konmasına itiraz eden milletvekillerine yanıt veriyor: “Ben de size sorarım, siz niçin Türk Milleti ibaresinden rahatsız oluyorsunuz?”
Şahin, yargı kararlarında Türklük ifadesinin Türk Milleti anlamına geldiği yönünde içtihat oluştuğunu savunarak şu felsefi açılımı yapıyor: “Türklük kelimesi yerine Türk Milleti kelimesinin konması, bizim değerlerimizi korumasız bırakmaz. Türklüğü, korunması gereken değerlerimizi koruyan tek bir madde TCK’nın 301. maddesi midir Allah aşkına? Buradaki Türklüğü çıkarınca, değerlerimiz korumasız mı kalıyor? Bizim değerlerimizi, devletimizi, milletimizi, milletimize has özellikleri koruyan üstün hukuk normu Anayasadır. Anayasa’da bu kavramlar var, bunları kimse değiştirmiyor, değiştiremez”.
Kendisinin Oğuzlar’ın Kayı boyundan geldiğini ortaya koyma ihtiyacı duyan Bakan Şahin savunmasını şöyle sürdürüyor: “Ben Türküm arkadaşlar. Benim Türklüğüme kimse hakaret edemez. Ettiği halde bunun cezası var, cezasız kalamaz. Benim soyum itibariyle, Türk soyundan gelmem itibariyle bana biri hakaret ettiğinde bunun cezası başka maddelerde var. Türklük soyut bir kavramdır, Türk Milleti ise somut bir kavramdır. Sadece teknik bir düzenleme yapılıyor. Yoksa bizim değerlerimizi ortadan kaldıran bir düzenleme yok. Bu teklifle Türkiye’yi Hıristiyan Haçlı zihniyetine meze yaptığımızı söylüyorsunuz. Bunlar son derece talihsiz sözler. Hrant Dink, Türkiye’nin Ermeni iddialarıyla ilgili karşı aksi bir görüşü ifade etti. Bu sözleri nedeniyle yargılandı. Bir genç tarafından vuruldu. Hrant Dink’in Türk tezine karşı yazdığı bu yazı mı Türklüğe ve Türk Milletine daha fazla zarar vermiştir yoksa onun öldürülmesi mi? Biz Türklüğü ortadan kaldırmıyoruz. Biz sizden de Türküz...”
Bakan Şahin “kim daha Türk” tartışmaları yapadursun… Ancak kamuoyu 301 konusunun AB’nin AKP’ye bir ödevi ve görevi olduğunu biliyor! Kaldı ki verilen ödev 301’in tamamen kaldırılması idi. Kapatılması gündemde olan AKP’nin buna gücü yetmedi!
Aslında AB’nin verdiği ödev çok daha kapsamlı. AB’nin eski komiseri Karen Fogg, e-postalarında asıl hedefi nasıl formüle ediyordu? “Türk devletinin ve tarihinin hakkında gelmek!”
İşte ABD ve AB adına siyasetten ekonomiye, hukuktan felsefeye, kültürden eğitime yapılan budur!
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın başlattığı bu temel kavramları sulandırma işine verilecek en iyi yanıtı Mustafa Kemal vermişti: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına, Türk milleti denir.”
Ancak bu tanıma sarılarak, “Türk devletinin ve tarihinin hakkından gelmek isteyenlere” yanıt verebiliriz!

Mehmet Ali Güller
20 Nisan 2008

31 Mart 2008 Pazartesi

Başbakan Başsavcıyı ABD'ye şikayet etti

AKP'nin kapatılması davası, geçen hafta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'la ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney arasında gündeme gelmiş. Cheney'ye partisine açılan kapatma davası hakkında bilgi veren Başbakan Erdoğan, kendisinin iddianamede "ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi'nin Eşbaşkanı" olarak gösterildiğini söylemiş. (Milliyet, 31 Mart 2008)
Milliyet'in konuyla ilgili sorusunu basın sözcüsü Kathy Schalow aracılığıyla yanıtlayan ABD'nin Ankara Büyükelçisi Ross Wilson da şunları söylemiş: "Sözü edilen konu Başkan Yardımcısı Cheney tarafından gündeme getirilmemiştir. Başbakan'ın sözlerini ise Türk tarafından öğrenmeniz gerekecektir."
Wilson'un yanıtına göre, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, ülkesinin bir iç konusu hakkında, ülkesini bir başka ülkeye resmi bir ikili görüşmede şikayet etmiştir! Değilse, Başbakanlık ABD Büyükelçiliğini biran önce yalanlamalıdır! Hatta, devlet gibi devletsek, Başbakanlık yalanlamayla yetinmemeli, maksatlı şekilde yalan beyanda bulunduğu için ABD Büyükelçisi Wilson'la ilgili başka tedbirler de almalıdır.
Ancak herhangi bir yalanlama yapılmaması Erdoğan'ın ülkesinin başsavcısını ABD'ye şikayet ettiğini maalesef doğruluyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin 3 Kasım 2002'de başlatılan tasfiye girşiminin geldiği boyuttur bu!
Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, AKP ile ilgili iddianamesinde "Bir ABD projesi olan ve kapsamındaki ülkeleri ılımlı İslami rejimlerle yönetmeyi amaç edinen Büyük Ortadoğu Projesi'nin eşbaşkanı olduğunu her fırsatta tekrarlayan Başbakan Erdoğan..." ifadesini kullanmıştı.
İddianameden daha önce de İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek tarafından gündeme getirilen bu "görev", Erdoğan tarafından yalanlanmaya çalışılmıştır! Erdoğan, kendisinin BOP değil, BM çerçevesinde İspanya Başbakanı ile birlikte yürüttüğü Medeniyetleri Uzlaştırma Projesi’nin eşbaşkanı olduğunu söylemiştir.
Ancak Başbakan'ın ve kurmaylarının bu düzeltme girişimleri gerçeği değiştirememiştir! Başbakan Erdoğan BOP eşbaşkanı olduğunu tam 7 kez dile getirmişti:
1. Erdoğan, 16 Şubat 2004 gecesi, Kanal D'de, Fatih Altaylı'nın Teke Tek programında aynen şöyle dedi: "Şu anda Amerika'nın da Büyük Ortadoğu Projesi var ya, Genişletilmiş Ortadoğu, yani bu proje içerisinde Diyarbakır bir merkez, bir yıldız olabilir. Bunu başarmamız lazım."
2. Erdoğan 28 Temmuz 2004 günü, İran'da bir gazetecinin "Büyük Ortadoğu Projesi'nde ortak hedef olarak İran gösteriliyor. Bu konu gündeme geldi mi?' sorusu üzerine "Demokratik ortak olarak Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi içinde, bu projenin eşbaşkanları arasında yer aldığını" ifade etti. (http://www.akparti.org.tr/haber.asp?haber_id=4808)
3. Erdoğan 8 Haziran 2005 günü basın mensuplarının sorusu üzerine, "Geniş Büyük Ortadoğu Projesi'nde demokratik ortak olarak bir görev üstlendiğini ve bu görevle birlikte eş başkanlığın verildiğini" anımsattı ve devamla çeşitli ülkelere yaptığı ziyaretlerin bu görev kapsamında olduğunu belirtti: "Şu anda Ortadoğu coğrafyası üzerindeki ülkelere yapmış olduğumuz ziyaretler ve onlarla yapmış olduğumuz görüşmelerde, bu konulara özellikle yaptığımız vurgular hep bunun açık, net örnekleridir. Yani bizim sınırdaşımız, komşumuz olan örneğin bir Suriye, bir Ürdün, bir Lübnan, Kuzey Afrika ülkeleri, Fas, Tunus, bunlara yaptığımız ziyaretler, hepsi bunun birer adımıdır ve bu da devam edecek." (http://www.akparti.org.tr/haber.asp?haber_id=10522)
4. Erdoğan, 21 Şubat 2006 günü TBMM'de AKP Grup Toplantısında şöyle dedi: "Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika projesindeki rolümüz bize özellikle Ortadoğu'da önemli görevler yüklemektedir."
5. Erdoğan, 4 Mart 2006 günü AKP İstanbul Bayrampaşa İlçe Kongresi'nde şöyle dedi: "Türkiye'nin Ortadoğu'da bir görevi var. Biz Büyük Ortadoğu Projesi'nin eş başkanlarından biriyiz. Bu görevi yapıyoruz." (http://www.akparti.org.tr/haber.asp?haber_id=11245)
6. Erdoğan 30 Mayıs 2006 günü, TBMM'de AKP Grup Toplantısında "Eşbaşkanlık görevini kabul ettik." dedi.
7. Erdoğan 27 Temmuz 2006 günü CNN'de Larry King Show'da şöyle dedi: "Daha önce Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afraka girişimi içerisinde zaten yer almıştık. Burada gerek barış, gerek huzur, gerek insan hakları, hukukun üstünlüğü, ileri demokrasi için bir eşbaşkanlık görevi üstlenmiştik."
Peki Eroğan 16 Şubat 2004’ten beri tam 7 kez dile getirdiği görevini şimdi neden yalanlıyor!? Yalanlama girişimi son birkaç gündür olsaydı, “Başsavcı’nın kapatma davası nedeniyle” yorumu yapılabilirdi. Ancak davadan da önce başladı bu yalanlama girişimleri…
Bir zamanlar övünerek dile getirilen bu görev yalanlanmaya çalışılıyorsa, demekki ABD ve Büyük Ortadoğu Projesi ciddi bir şekilde inişe geçmiş!
“Ergenekon” tertibi de bu inişin bir telaşesi zaten!

Mehmet Ali Güller
31 Mart 2008