25 Ocak 2010 Pazartesi

BALYOZ LİSTESİNDEKİLER 12 EYLÜL'DE NELER YAZMIŞLARDI?

TSK’ya karşı yürütülen “asimetrik psikolojik savaş”ın yeni unsuru olan “Balyoz” tertibi gazetecileri de ikiye böldü. Bir tarafta darbecilerin tutuklayacağı 36 gazeteci, diğer yanda darbecilere dost 137 gazeteci…
Güya Balyoz Planı 2003’te hazırlanmış; ancak tutuklanacaklar arasında Emre Aköz’ün de isminin yer alması tertipçileri ele verdi. Eski gazete yöneticilerinin de altını çizdiği gibi Aköz o yıllarda sadece rakı-balık muhabbeti yazıyordu. Dolayısıyla tutuklanma ihtimali generaller rakı düşmanı olmadıkları sürece mümkün değildi.
Listede en dikkat çeken isim ise Nazlı Ilıcak. Ilıcak’ın darbeler karşısındaki tutumu, aslında Türkiye’nin darbeler tarihini de çok iyi özetliyor. Nazlı hanım her ne kadar kendini demokrasi şampiyonu ilan etse de, arşivin tozlu raflarındaki yazılar ortadan kaldırılamıyor. 27 Mayıs ile 28 Şubat düşmanı olan Ilıcak, 12 Mart ve 12 Eylül’ün de en cansiperane savunucudur. Siz bakmayın bugün söylediklerine ve hatta Gazeteciler Cemiyeti’nin ilk ona verdiği “Basın özgürlüğü ve demokrasi” ödülüne… Kaldı ki, Ali Kemal de ilk basın şehidi ilan edildi bu konjonktürde…
Lafı uzatmadan Nazlı Ilıcak’ın 12 Eylül övgülerini anımsayalım. Önce 12 Eylül’e hazırlığın yapıldığı 27 Aralık 1978’e gidelim:
“13 ilde sıkıyönetim yürürlüğü girdi. Huzura susamış milletimiz yürekten sesleniyor: Merhaba Asker”. (Nazlı Ilıcak, 17 Aralık 1978, Tercüman)
Askere böyle selam duran ve sıkıyönetime övgü dizen Nazlı hanım, 12 Eylül’ün ayak seslerinin duyulmaya başladığı günlerde de bakın ne diyor:
“Kızıl ahtapotların kolları ülkemizi yavaş yavaş sarıyor. Ve hala at gözlüğü takanlar, faşizmin tırmanışından söz ediyor. Faik Türün’ü faşistlikle mi suçluyorsun, MİT’e kontrgerilla damgasını mı vuruyorsun, devlet teröründen mi bahsediyorsun, işkence iddiaları ile yeri göğü inletiyor musun, faşizm geliyor diye yaygarayı mı basıyorsun... Geç kardeşim uzatma o eli bana, çünkü o el kızıl ahtapotu boğmak yerine onu besliyor. Ben o kirli eli sıkmam”. (Nazlı Ilıcak, 27 Temmuz 1980)
Nazlı hanımın 12 Eylül’den hemen sonraki yazısına göz atalım:
“Türkiye’de demokrasi, demagoji ve anarşiye dönüşmüştür. Otorite ve hürriyet arasındaki denge birincisi aleyhine bozulmuş, bir otorite boşluğu doğmuştu. Türk Silahlı Kuvvetleri, bu boşluğu doldurdu.(…) Hürriyet halk için değil, aydınlar için lüzumludur, belki kulağa hoş gelmeyen ama gerçeği aksettiren bir sözdür. Parlamentonun feshi ve demokrasinin bir süre askıya alınması, mutlaka geniş halk kitlelerini fazla etkilememiştir.” (Nazlı Ilıcak, 14 Eylül 1980, Tercüman)
Ve Nazlı hanımın, 12 Eylül’ün ilk günlerindeki diğer övgüleri:
“Birkaç gündür 12 Eylül harekâtı ile 27 Mayıs’ın mukayesesi yapılıyor ve hemen herkes, birincisinin üstünlüğünü ortaya koyuyor. Biz bu konuda tarafsız olamayız. Çünkü 27 Mayıs, mensubu bulunduğumuz Demokrat Parti camiasına karşıydı. Halbuki 12 Eylül’de açıklanan hedeflerle yıllardır bizim yazdıklarımız arasında, geniş bir mutabakat mevcuttur. Ümidimiz memleketimizin birlik ve beraberliğimizin son şansı olan Türk Silahlı Kuvvetleri harekâtının başarı ile neticelenmesidir”. (Nazlı Ilıcak, 16 Eylül 1980, Tercüman)
“12 Eylül bir darbe değildir diyen Orgeneral Kenan Evren’e tamamıyla katılıyoruz. 12 Eylül ne bir darbedir, ne de bir ihtilal. Zira ‘darbe’ de, beğenilmeyen yönetim devrildikten sonra, şahsen iktidara geçip hükümet etme hırsı galiptir ve kalıcı olma vasfı ağır basmaktadır. Halbuki 12 Eylül’de geriye dönük bir tasvib mevcuttur”. (Nazlı Ilıcak, 18 Eylül 1980)
“1974 affıyla anarşistleri sokağa salıvermiş, 12 Mart’ın Türün Paşasına, Elverdi Paşasına faşist damgası vurulmuş, kontrgerilla iddiaları ile etraf bulandırılmış, (…) İşte 12 Eylül, Türk milletinin meşru müdafaaya geçtiği gündür. İdamlar bu meşru müdafaanın bir neticesidir. (…) 1972’de Deniz Gezmiş’e, Yusuf Aslan’a, Hüseyin İnan’a Meclis’te oylarıyla sahip çıkanların Kızıldere’de Mahir Çayan ve arkadaşlarının öldürülmesini ‘devlet terörü’ olarak vasıflandıranların artık sesi soluğu kesilmiştir.” (Nazlı Ilıcak, 10 Ekim 1980, Tercüman.)
“12 Eylül’ün gerekçesi haklıdır; 12 Eylül terörden bezen halkın meşru müdafaaya geçtiği gündür”. (Nazlı Ilıcak, 17 Ekim 1980, Tercüman)
Sorsanız Nazlı hanıma, daha doğrusu yüzleştirseniz bu 12 Eylül’e, darbeye övgü dolu yazılıyla aynen şöyle diyecektir: “12 Eylül’ün ilk başlarında asker hemen gidecek, partileri de kapatmayacak havası mevcuttu. Bizler de o havayı besleyelim diye teşvik mahiyetinde bir kaç yazı yazdık”.
Yani övgüler ilk günler için miydi dersiniz? Gelin o zaman, Ilıcak’ların Tercüman’ının 12 Eylül’ün 1. yıldönümüne selam manşetini hatırlayalım:
“Huzur 1 Yaşında”. (12 Eylül 1981, Tercüman)

SUSURLUK AVUKATLIĞINDAN ERGENEKON TERTİBİNE ALKIŞA
Nazlı Ilıcak, bu tutumunu Susurluk’ta da gösterdi. Şimdi Ergenekon soruşturması nedeniyle tutuklu yargılanan Özel Harekat Dairesi Eski Başkanvekili İbrahim Şahin’in basındaki en büyük avukatı Ilıcak’tı. Ilıcak, 4 Mart 1997 günü, “Şahin’in anlattıklarını dinledim ve söylediklerinden ikna oldum” diyordu… Oysa şimdi, Şahin’i de tutuklayan kuvvetlere ve sürece alkış tutuyor Nazlı Ilıcak.
Ya Haluk Kırcı olayına ne demeli? Haluk Kırcı ile HBB’de yaptığı programlarda canlı telefon bağlantısı yapan Ilıcak, “sanırsınız Kırcı 70 yıl hapiste kalsa Türkiye çetelerden kurtulacak” diyecek kadar sahipleniyordu onu.
Gazeteci Özay Şendir, 18 Temmuz 2008 tarihli HaberTürk’teki köşesinde, Nazlı Ilıcak’ın Susurluk karnesini çok çarpıcı bir araştırmaya dayanarak özetlemiş:
Leyla Koyuncuoğlu’nun Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi arşivinde ilginç bir çalışması var. O çalışmaya göre Nazlı Ilıcak Akşam Gazetesi’nde Susurluk olayı ile ilgili olarak Kasım 1996’dan Ocak 1998’e kadar 55 yazı kaleme aldı ve bir de İbrahim Şahin ile röportaj yaptı. Bakın araştırmada yer alan ilginç bir satırda neler yazıyor: ‘Nazlı Ilıcak’a göre; terörle mücadele eden ülkelerde yasadışı bazı insanlar kullanılıyor, bu durum Türkiye’de neden olmasın? Susurluk Olayının fazla kurcalanmasının milli güvenliği zedeleyeceği yazılarda sık sık vurgulanmış. PKK terörünün çok sınırlı bir bölgede kalmasında Mehmet Ağar, İbrahim Şahin ve Özel Tim’in çok büyük bir rolü olduğunu belirtmiş”


FETULLAH GÜLEN: İMDADIMIZA YETİLEN 12 EYLÜL’E SELAM
Balyoz’da sözde tutuklanacaklar içinde adı geçenlerden sadece Nazlı Ilıcak mı aslında darbeci? Ya diğerleri?
Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı başta olmak üzere Zaman gazetesinin ağır topları Hüseyin Gülerce, Etyen Mahçupyan ve Abdullah Aymaz da darbecilerin tutuklayacağı listede… Ne de olsa en darbe karşıtı onlar. Değil mi? O zaman gelin hoca efendilerinin 12 Eylül’ü nasıl selamladığını anımsayalım…
12 Eylül darbesini en çok alkışlayanların başında Fethullah Gülen ve cemaati gelmekteydi. Gülen’in başyazarlığını yaptığı Sızıntı dergisi, 12 Eylül 1980’den sonraki ilk sayısında, darbeye alkış tuttu. Bakın Gülen “Son Karakol” başlıklı yazısında darbeye nasıl selam duruyor: “Karakol, sükunet’in, huzur’un ve emniyetin remzidir. Orada düzen, orada huzur ve onda gözlerin uyanık oluşu, umumi emniyet ve muvazenenin en büyük teminatıdır. Orada kargaşa ve bunalımlar ise, arkasındaki topluluklar için en büyük felakettir. (…) Ve, işte şimdi, binbir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tuluû saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekasına alamet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz”. (Sızıntı, Ekim 1980, sayı:21)
Listede tutuklanacak gazeteciler listesinde 12 Eylül’ün başbakanlık müsteşarı da var, danışmanı da… Tutuklanacaklar listesinde adı geçenlerden diğerlerinin de çoğunu, Susurluk çetesini savunan yazılarıyla anımsıyoruz…
Özetin özeti; tutuklanacaklar listesinde yer alanların ne darbe karşıtlığıyla ne de demokrasi şampiyonluğuyla ilgisi var. Onlar darbeye değil, Amerikancı olmayan TSK’ya karşılar! 12 Eylül’cülükleri bundandır!


Mehmet Ali Güller
25 Ocak 2010

19 Ocak 2010 Salı

AKP'nin İsrail'le kontrollü gerilimi

Gazze’deki çocuklar için İsrail’le fırtınalar koparan iktidarın, ne Irak’ta ölen 1 milyon Müslüman’ı, ne Afganistan’da ölen binlerce çocuğu ve ne de Ankara’nın göbeğinde yaşam mücadelesi veren 12 bin Tekel işçisini hiçe saymış olmasını nasıl yorumlamalıyız?
AKP’nin 3 Kasım seçimleri öncesinde, 16 Temmuz 2002 tarihli ABD ziyaretinde Yahudi Ulusal Güvenlik Enstitüsü JINSA temaslarıyla iktidar vizesi garantilemesini nasıl değerlendirmeliyiz?
Hele de Erdoğan’ın Ocak 2004’teki ABD ziyareti sırasında Amerikan Yahudi Komitesi’nden “cesaret ödülü” olan “Davut Boynuzu”nu almasını nasıl anlamalıyız? Ki bu ödülü alan tek Müslüman’ın Tayyip Erdoğan olduğunu da düşünürsek…
Bitmedi… Ya Erdoğan’ın, Suriye sınırındaki mayınlı arazileri 49 yıllığına İsrail’e vermesine tepki gösterenleri “Yahudi düşmanlığı” ile suçlamasına ne demeliyiz? Üstelik bu alışveriş, tam da Davos’ta yaşanan “one minute” dramasından hemen sonra olmuşken…
Tüm bunlara rağmen Erdoğan, son bir yılda İsrail ile tam 3 büyük kriz yaşadı… İlki Davos’taki “one minute” kriziydi. Ardından İsrail’den Anadolu Kartalı tatbikatına katılmaması istendiğinde ortaya çıkan krizdi. Son olarak da İsrail’in Kurtlar Vadisi dizisine tepki göstermesi ve hemen sonrasında büyükelçimizi alçakta oturtmasıyla günışığına çıkan üçüncü krizdi…
Her üç krizin de ortak paydası Gazze’ydi; yani AKP hükümetinin açıktan İsrail’in Gazze operasyonlarına tepki göstermesiydi.
Model Ortaklık
Peki gerçekte olan biten neydi?
AKP’nin gerçek İsrail tutumunu analiz edebilmek için öncelikle şu gelişmeleri saptamamız gerekiyor:
1.. Washington, dünya çapındaki siyasal-askeri-ekonomik zorunluluk nedeniyle, Bush dönemindeki Irak merkezli Büyük Ortadoğu Projesi’ni, Obama döneminde Afganistan-Pakistan merkezli Büyük Ortadoğu Projesi’ne revize etti. Washington bu değişim gereği Bush dönemi açıktan dile getirdiği “düşman İslam” söylemini, Obama döneminde “ortak İslam” söylemine çevirdi.
2.. Washington Ortadoğu için şu kriterlerin sağlanmasını başarı olarak saptadı:
a.. Irak’ın kuzeyinde kurulacak Kürt Devleti’nin yaşaması, Türkiye’nin himaye etmesine bağlıdır.
b.. İran’ı kuşatmanın anahtarı Türkiye’dir. (Ki Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Irak, Suriye ve Lübnan ile Ortadoğu Birliği kurarak İran’ı yalnızlaştırma gayretindedir)
c.. ABD’nin sorunlu olduğu Ortadoğu ülkelerini ehlileştirme görevini Türkiye üstlenmelidir. Türkiye bu amaçla, ehlileştirilecek Arap Devletleri’nin karşıt olduğu İsrail’e karşı “kontrollü” konumlanmalıdır. “Düşman İslam” politikası için İsrail neyse, “Ortak İslam” politikası için de Türkiye o anlama gelmektedir.
d.. Türkiye’nin bu görevleri üstlenebilmesi AKP’nin Türk devletine tam hakimiyetine bağlıdır. Bu hedeflerin önünde direnen TSK ve Ulusal Kuvvetler etkisiz hale getirilmelidir.
ABD’nin bizzat Obama’nın ağzından Türkiye’yi “model ortak” ilan etmesinin esbabı mucibesi bu hedeflerdir. Washington, Müslüman kimlikli AKP ve Türkiye ile Ortadoğu’yu daha iyi biçimlendireceğini hesaplamaktadır.
Brzezinski: “İran’a saldırırsa, ABD İsrail uçaklarını vurmalı”
Kaldı ki Washington bu değişimi en somut biçiminde dile de getirdi.
Washington’un politikalarına yön veren, Obama döneminde yeniden zirveye yerleşen, ABD eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brezezinski, İsrail’in İran’a saldırma olasılığının konuşulduğu günlerde çok çarpıcı bir açıklama yaptı: “Eğer İsrail savaş uçakları, Irak hava sahasını kullanıp İran’a saldırırsa ABD savaş uçakları havalanıp onlarla savaşmalı. İsrail’in uçakları tepemizde uçarken oturup seyredecek miyiz, onlara bu hakkı vermeme konusunda ciddi olmalıyız. Kimse bunu istemez ama Liberty vakasının tersi olabilir”. (Milliyet, 24 Eylül 2009)
Yine Brezezinski, İsrail’in Haaretz gazetesine daha önce yaptığı çok önemli bir açıklamada da şunu söylemişti: “Amerika’nın İran’a saldırı olasılığı konusunda İsrail hükümetine vereceğim tek tavsiye, bu işe karışmamaları olur. ABD İran’a saldırmayacak çünkü saldırırsa bu felaket getirir!” (Haaretz, 8 Aralık 2008)
Brezezinski’nin çıkışı, Erdoğan’ın İsrail “karşıtı” tutumunun somut ipucudur. Çünkü Erdoğan’ın BOP eşbaşkanlığı görevi, Washington eksenli politikaları uygulamasını gerektirir! Kaldı ki İsrail de bu durumun farkındadır. İsrail gazetesi Haaretz AKP’yle ikinci krizin ardından, ABD’nin yönelimine işaret eden analizler yayımladı: “Türkiye’nin değişen tavrı, İsrail’le ilişkilere çok önem vermeyen Obama’nın iktidara gelmesinin bir sonucudur”. (Vatan, 16 Ekim 2009)
Yaşananların gerçekte ne olduğunu aslında itiraf edenlerden biri de AKP’nin ilk Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış’tı. İsrail’le krizi şu veciz sözlerle yorumlamıştı Yakış: “Temelde kayma yok, ince ayar var”. (Kanal D, 32. Gün, 15 Ekim 2009)
Fetullah Cemaati İsrail’i savundu
Aslında “dincilerimiz” ne Filistin’i düşünüyor ne de Gazze’de ölen çocukları…
Örneğin Fetullah cemaatinin yayın organı olan Zaman gazetesi bakın nasıl savunuyor İsrail’i ve nasıl da tepki gösteriyor Filistin’e: “İsrail’in Gazze’ye yönelik olarak gerçekleştirdiği ‘Dökme Kurşun’ adlı saldırısının ana amacı roket ve havan ateşine son vermekti. Roket ve havan ateşi ne saldırı sırasında ne de sonrasında durdu. Ateşkesten bu yana Gazze’den İsrail’in güneyine yönelik çok sayıda roket ve havan atıldı. Bu durum, saldırının üzerinden neredeyse bir yıl geçmesine rağmen halen de devam ediyor. Nitekim, en son olarak geçen Perşembe günü Gazze’den atılan 10 havan mermisi, bir Kassem roketi ile Cuma gecesi 2 Kassem roketi İsrail topraklarına düşmüş bulunuyor. Bu da tabii, bizde söylenenlerin aksine Gazze’den yapılan Kassem ve havan atışlarının hiç durmadığını açıkça ortaya koyuyor”. (Fikret Ertan’ın 10 Ocak 2010 tarihli makalesi)
Müslüman dayanışmasının lafta olduğunu gösteren bu “analiz” o kadar çok beğenildi ki, Yahudi cemaatinin yayın organı Şalom bu yazıya sayfalarında yer verdi.
Ki asıl olan da bu yaklaşımdır.
Zaten Başbakan Erdoğan, 17 Ocak günü Birleşik Arap Emirlikleri’ne giderken İsrail’le krize değinerek ne dedi: “Biz bu olayı daha fazla ileri taşımayı düşünmüyoruz”!
Üstelik İsrail Savunma Bakanı Barak’ın ziyaretiyle “Heron” insansız hava araçlarının tedarikinde yaşanan pürüzler de ortadan kalktı. 10 adet Heron nisan ayına kadar Türkiye’ye teslim ediliyor!

Mehmet Ali Güller
19 Ocak 2010

9 Ocak 2010 Cumartesi

Silah değil sınır sorunu

TBMM İçişleri Alt Komisyonu’nun Silah Kanunu Tasarısı’nda yaptığı değişiklik Emniyet ve MİT’in “askeri silah” ithal etmesine olanak tanıyor. Konuyla ilgili İçişleri Alt Komisyonu’na yazılı görüş bildiren Genelkurmay Başkanlığı “askeri silahların ithalatında özel kişi ve firmalara imkan sağlanmasının denetimi zayıflatacağı, çok başlılık yaratacağı ve yasadışı oluşumların bu durumdan yararlanabileceği” uyarısı yaptı.
Emniyet ve MİT’e, “kendileri ya da yetkilendirecekleri kişiler tarafından harp silahı ithal etme yetkisi” veren tasarı, AKP tarafından AB mevzuatına uyum sağlama gerekçesiyle savunuldu. Ancak AB’nin ilgili 91/477/AET kodlu yönergesinde böyle bir düzenleme olmadığı gibi tam tersine “kimlere hangi koşullarda ne gibi silahları edinme veya taşıma yetkisi verileceğini her ülke kendi mevzuatıyla düzenler” deniliyor.
Peki koca bir yalan üzerine inşa edilmiş böylesi bir gelişmeyle neden karşı karşıyayız?
Hükümet, Emniyet’in harp yani askeri silahlara sahip olmasını neden istiyor? Polis ağır silahları kime karşı kullanacak?
Soruların yanıtı için 6 ay öncesine dönelim. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 27 Haziran 2009 günü, partisinin İstanbul il kongresinde ne demişti: “Polis rejimin bekçisidir!”
Başbakan ya da danışmanları “Polis vazife ve selahiyetleri kanunu”nu bilmiyor olamazdı… Başbakan yasada yeri olmayan böylesi bir tanımlamaya neden ihtiyaç duymuştu? Rejimi yani Cumhuriyet’i koruma görevinin, İç Hizmet Kanunu 35. Maddesi’nde belirtildiği üzere TSK’ya verildiği ortadayken Başbakan neden böylesi bir çıkış yapmıştı?
Sorulara burada ara verip bir parantez açalım. Bu tasarı değişikliğinden kısa bir süre önce, 8 Aralık 2009 günü, Kara Kuvvetleri Komutanlığı, kendisine “Cumhuriyeti koruma ve kollama” görevini veren vazifeler metnini, resmi internet sitesinden kaldırmıştı. Konu kamuoyuna yansımış ve vazifeler metni ertesi gün yeniden resmi internet sitesinde yer almıştı.
Neyse… Polise rejim bekçiliği verilmesi meselesine dönelim. Süreci anlamak bakımından önemli bir durum da, AKP’nin, 2007’den bu yana, Emniyet Genel Müdürlüğü’nü Emniyet Müsteşarlığı yapma gayreti içinde olmasıdır.
Peki neden Emniyet’i genel müdürlük düzeyinden müsteşarlık düzeyine çıkarma ihtiyacı doğuyor? Gelin 14 Mart 2006 tarihli Yeni Şafak gazetesinde yer alan “sınırlar polise emanet” başlıklı habere bir göz atalım: “Türk sınırlarında sessiz sedasız bir ‘değişim’ yaşanıyor. AB’ye uyum çerçevesinde sınır kontrolleri askerden alınıp sivillere devredilecek. Son aşamaya gelen projeyle 70 bin kişiden oluşan bir ‘sınır polisi’ gücü oluşturulacak. Güneydoğu’da devir süreci ‘Türkiye’nin şartlarına bağlı’ olarak belirlenecek”.
Perdeyi biraz daha aralayalım ve 10 Ekim 2008 tarihli Sabah gazetesine bir göz atalım: “Türkiye AB’ye alınırsa, sınırları ordu yerine profesyonel sınır polisi koruyacak. 3 milyar 700 milyon Euro’luk projeyle 70 bin kişilik profesyonel ekip, son model donanımlarla, Doğu ve Güneydoğu’nun da aralarında bulunduğu kritik sınır korumasını üstlenecek. Dağlıca’da veya Aktütün’de olduğu gibi, vatani görevini yapan erler sınırları korumayacak”.
Sabah’ın haberine göre proje 2012’ye kadar tamamlanacak! Üstelik projeyi yürüten Türk uzmanlar Fransa, İngiltere ve Polonya’da temaslarda bulunmuş; projeyi yürütmek amacıyla AB ilk olarak 685 bin Euro destek sağlamış. Toplam bütçesi 3 milyar 700 milyon Euro olan projenin yüzde 60’ı da AB tarafından sağlanacakmış!
Yine bir parantez açalım ve 17 Kasım 2004 tarihli bir Anadolu Ajansı haberine bakalım. Sınırlarında en çok asker bulunduran ülkeler sıralaması şöyleymiş: Güney Kore kilometrede 2869 asker ile birinci, Küba 2000 askerle ikinci, İngiltere 588 askerle üçüncü, Danimarka 323 askerle dördüncü ve Türkiye 222 askerle beşinci.
Yani sınırlarından hiçbir tehdit görmeyen İngiltere, sınırlarında Türkiye’den daha fazla asker bulunduracak ve AB üyeliği şartı olarak Türk Ordusu’ndan, sınırlardan çekilmesini ve polise devretmesini isteyecek!
Peki Türk Ordusu’nun sınırlardan uzaklaştırılması çalışmasına ne zaman başlandı? 29 Eylül 2004 tarihli Hürriyet’e göz atalım şimdi de: “AB, Türkiye’nin sınırlarının güvenliğini kendi normlarına uyumlu hale getirmek için bir proje hazırladı. 10 yılda tamamlanması beklenen projeye göre, sınırlara termal kamera yerleştirilecek, riskli bölgelere de fosfor serpilecek. AB tarafından ‘entegre sınır politikası’ olarak adlandırılan bu proje, İçişleri Bakanlığı ile koordineli olarak yürütülecek. AB, kara, deniz ve hava sınır güvenlik birimlerinin tek bir çatı altında toplanmasını ve Türkiye Sınır Güvenliği’nin düzenli şekilde Avrupa Polisi (Europol) ile irtibat halinde kalmasını istiyor”.
ABD ve AB’nin sınırlarımızdan anladığı aslında tek bir sınır var: Güneydoğu Anadolu sınırımız… Daha doğrusu Irak sınırımız. Hani 1 Mart tezkeresi geçtiği takdirde, 85 bin ABD askerinin boylu boyunca yerleşeceği sınırımız…
“Kürt Açılımı” yani “ABD’nin Kuzey Irak Açılımı” yani “Türkiye himayesinde Kürdistan Planı” yani “Üç İsrail Planı”… Artık hemen her meselenin gelip düğümlendiği konu budur. Türkiye’nin önüne gelen her konunun arkasındaki gerçek budur. Bu mesele, hem iç hem dış tüm politik gelişmelerin arkasındaki temel gerçektir.

Mehmet Ali Güller
9 Ocak 2009

6 Ocak 2010 Çarşamba

5 Aşamada Kürdistan

AKP’nin önemli isimlerinden Dengir Mir Mehmet Fırat, “herkesten Kürdistan’a saygı göstermesini” istedi. AKnews ajansına 2010’un ilk röportajını veren Dengir Fırat açıklamalarıyla partisinin “Kürt Açılımı”nı sürdüreceği mesajlarını verdi: “Türkiye, en kısa sürede Irak’la, Kürdistan’la da vizeyi kaldırmalı. Çünkü çok sıcak bir ilişki var, ticari ilişki var. Kürdistan Bölgesi’yle 5 milyar dolarlık ticaret hacmimiz var ki, bu çok önemli bir miktar. Türkiye’nin orada bir an önce banka şubeleri açması lazım. Erbil’de bir konsolosluk açılıyor, inşallah Süleymaniye’de de bir tane açılır. En üst düzey ziyaretler başladı. Daha evvel Dışişleri Bakanımız ziyarette bulundu, konsolosluk konusu hal yoluna girdi. Orayı İçişleri Bakanımız da ziyaret etti. Bunlar ilktir. Ümit ediyorum ki, üst düzey yetkilileri Türkiye’de ağırlama imkânımız olur. Bizim de daha üst düzeyde Başbakan düzeyinde, Cumhurbaşkanı düzeyinde inşallah ziyaretlerimiz olur. (…) Aslında orası Kürdistan. Yani biz oraya Kürdistan demesek de, Kürt Bölgesi de desek, yahut işte Kuzey Irak da desek Irak Anayasası’na göre orası Kürdistan. Dünya da orayı Kürdistan olarak biliyor. Dolayısıyla biz söylemişiz söylememişiz çok fazla bir değişim olmayacaktır. İnşallah insanlar buna alışacaklar zaman içinde…”
Evet, Başbakan Erdoğan’ın akıl hocalarından Dengir Fırat böyle söylüyor.“İnsanlar Kürdistan’a alışacaklar zaman içinde” diyor. Tıpkı Başbakan Erdoğan gibi. Ne demişti Başbakan son ABD ziyareti sırasında: “Açılımla ilgili sorun alanlarını biliyoruz. Hazmettire hazmettire bu süreci devam ettirmemiz lazım”.
AKP 2002’den beri süreci hazmettire hazmettire sürdürüyor, mevzi mevzi ilerliyor. 2001’de, Türkiye Cumhuriyeti’nin “casus belli” yani savaş nedeni saydığını, AKP Kürdistan olarak tanıdı bile…
Gelin AKP’nin ilk günlerine dönelim ve 9 yılda bu noktaya gelen gelişmelerin belli başlı aşamalarını anımsayalım.
1. Aşama: AKP’nin yönetime getirilme aşaması
ABD, dünyaya tek başına egemen olabilmek için geliştirdiği Büyük Ortadoğu Projesi’ni hayata geçirebilmek için öncelikle Irak’ı işgal etmeli ve bölmeliydi. Ancak hem Ecevit iktidarı hem de Türk Ordusu, “Irak’ın toprak bütünlüğünü ve siyasal birliğini” kırmızı çizgi ilan etmişti. ABD Ecevit-Kıvrıkoğlu ikilisini ikna(!) edemiyordu. Ne Ecevit’in ansızın hastalanması(!), ne ekonomik kriz, ne de partisinin Kemal Derviş eliyle bölünmesi Ankara’ya geri adım attıramıyordu. Türk Devleti, bir yandan Irak’ı işgal öncesi ikna turlarına gelen ABD’lilere “hayır” yanıtları veriyor bir yandan da “Irak’a Yönelik Politikalarımızın Genel Esasları” başlıklı bir genelge hazırlayarak, “Irak’a bölge dışı güçlerin müdahalesinin önlenmesi için her türlü tedbirin alınacağını” vurguluyordu. Daha da önemlisi, Türk Devleti, Ordusunun 2002 yazına doğru, Irak’ın kuzeyine ABD’den önce girip, Türkiye için bir güvenlik kuşağı oluşturma planını uygulamaya hazırlanıyordu. İşte bu koşullarda erken seçimle Ecevit’i iktidardan indirme ve 2001 yazında kurdurulan AKP’yi işbaşına getirme süreci hızlandırıldı. (Süreç, Türk Ordusu’nun ABD kaynaklarına göre “hizadan çıktı” diye değerlendirildiği günlerde başladı aslında. Özellikle TSK’nın Mart 1995 Çelik Harekatı’yla ABD’ye büyük darbe vurması, Washington’un 1996’da “ merkez sağı tasfiye ve ılımlı İslamcıları iktidara getirme” planını başlattı.) Çünkü Washington, projesine eşbaşkanlık yapacak bir hükümet istiyordu.
3 Kasım 2002 seçimleri, daha bir yıl önce kurulan AKP’yi ABD’nin derin desteğiyle ve büyük medya operasyonuyla yönetime getirdi.
2. Aşama: Yasaklı Erdoğan’ı Başbakan yapma aşaması
Seçimlerden üç gün sonra Cumhurbaşkanı Sezer, seçim yasaklısı Erdoğan’ı sanki başbakan olmuş gibi 6 Kasım’da Çankaya’da kabul etti. Kuşkusuz Sezer’in bu tavrında Washington’un dayatmaları etkin oldu. Bu kabulden 9 gün sonra da, Erdoğan Org. Hilmi Özkök tarafından, 15 Kasım’da Genelkurmay Karargâhı’nda karşılandı. (Bu arada 1 Mart’ta ABD ve AKP’nin istediği olmamış ve TBMM tezkereyi reddetmişti.) Çankaya ve Genelkurmay nezdinde meşrulaştırılan Erdoğan için yasa(!) değişikliği yapıldı, 9 Mart 2003’te Siirt milletvekili yenileme seçimi uyduruldu ve 15 Mart 2003’te Erdoğan başbakan yapıldı!
20 Mart’ta Irak’a saldırı başladı ve 2 Nisan 2003’de ABD-AKP mutabakatı yenilendi: ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell ile Türkiye Dışişleri Bakanı Abdullah Gül arasında “2 sayfalık 9 maddelik gizli bir anlaşma” yapıldı. Anlaşmanın 7. maddesi, Irak’ın kuzeyinde kurulacak devletin (Kürdistan!) Türkiye tarafından resmen tanımasıydı.
Ancak ABD, AKP’yi hükümet yapmış ama iktidar yapamamıştı. 1 Mart’ta tezkerenin reddedilmesiyle, ABD TSK’ya karşı yoğun psikolojik savaş başlattı.
3. Aşama: Erdoğan’ı BOP eşbaşkanı yapma aşaması
Türk Ordusu’na karşı açıktan saldırıya geçen ABD, Irak’ın kuzeyinde görev yapmakta olan Özel Kuvvetlere bağlı subaylarımıza “çuval operasyonu” da yaptı! Türk Ordusu’nun direncini kırmak için gayret gösteren Washington’un bu hamlesi, en çok AKP’nin elini güçlendirdi! 4 Temmuz 2003 tarihli bu operasyondan sonraki 6 aylık süreçte, AKP palazlandı. Bunun en önemli göstergesi de, Washington ziyaretinden dönen Başbakan Erdoğan’ın üstlendiği görevi cesurca(!) ifade etmesiydi. Erdoğan, 16 Şubat 2004 akşamı, Kanal D’de yayımlanan Teke Tek programında aynen şöyle dedi: “Şu anda Amerika'nın da Büyük Ortadoğu Projesi var ya, Genişletilmiş Ortadoğu, yani bu proje içerisinde Diyarbakır bir merkez, bir yıldız olabilir. Bunu başarmamız lazım”.
Türk devletinin kimi merkezi kurumları ise bu açıktan saldırıyı sessizce izliyor ve “Diyarbakır, BOP içinde nereye merkez olur?” sorusundan kaçıyorlardı! Üstelik, Erdoğan ilk kez açıktan BOP’un eşbaşkanı olduğunu yani ABD projesinde görevlendirildiğini ilan ediyordu.
4. Aşama: Gül’ü Cumhurbaşkanı yapma ve kurumları ele geçirme aşaması
ABD tüm gayretlerine rağmen Türk Ordusu’nun direncini kıramadı ve iradesini çözemedi. Özellikle AKP’ye karşı yapılan Cumhuriyet mitingleri hem Ordu-Millet birlikteliğini pekiştiriyor, hem de Erdoğan’ın koltuğunu sarsıyordu. Ancak Washington-Ankara düzleminde uygulamaya karar verilmiş plan, kurumlara baskı yapılarak ilerletildi. Abdullah Gül, Çankaya’ya çıkartıldı. Ancak Çankaya’nın teslim alınmasıyla, tarihe Dolmabahçe mutabakatı olarak geçen Erdoğan-Org. Büyükanıt görüşmesi arasında bir bağ olduğu değerlendirmesi, pek çok kurumda “yenilgi travması” yarattı. 4 Mayıs 2007 tarihli bu görüşmeden sonra, ABD saldırısı hızlandı. Ta 2001’de planlanan, 2006 Danıştay suikastı ile biçimlendirilen Ergenekon tertibi yürürlüğe kondu ve dalga dalga yapılan operasyonlarla direnen kurumlar ve millet baskı altına alındı.
AKP’ye direnen merkezi kurumlar teker teker düşüyordu! Üniversite rektörlükleri, YÖK, Yargı’nın bir bölümü, kimi sendikalar ve en önemlisi elbette Dışişleri… Öyle ki, “Kürt Açılımı”nın fikri mimarlarından Henri Barkey, 2010’un ilk günlerinde yaptığı bir söyleşide şöyle diyordu: “Bu yeni politikayla (Kürt Açılımı) ilişkilerde 180 derecelik bir dönüş oldu. Bu noktada krediyi sadece AKP’ye değil Dışişleri bürokrasisinde çalışan birkaç diplomata da vermek gerek”.
5..Aşama: “Kürt Açılımı” aşaması
Travma yaratan bir diğer görüşme ise henüz Genelkurmay Başkanı olmayan, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Org. İlker Başbuğ’un, Erdoğan’la baş başa yaptığı 24 Haziran 2008 tarihli görüşmeydi. AKP’nin kapatılma davasının görüşüldüğü bir dönemde yapılan bu görüşmeden bir süre sonra 30 Temmuz 2008 tarihinde Anayasa Mahkemesi tarihi kararını verdi: AKP suçluydu ama ülkeyi yönetmeye devam edecekti!
Sonbahar boyunca AKP, ele geçirdiği mevzilere kuvvet yığdı. ABD seçimleri ve Obama’nın Başkan yapılmasıyla da yeni bir dönem başlamış oldu.
6-7 Nisan 2009’da Ankara’yı ziyaret eden Obama, hem de TBMM’de yaptığı konuşmada, AKP’ye “Kürt Sorunu”nu biran önce çözme görevi veriyordu.
Gerçi Abdullah Gül, Obama’nın ziyaretinden bir ay önce, 8 Mart günü Tahran’a giderken uçakta “2009 yılında çok güzel şeyler olacak” diyerek zaten “2 sayfalık, 9 maddelik gizli anlaşmanın” yürürlükte olduğu mesajını vermişti. Kaldı ki o anlaşma gereği AKP, TSK’nın tüm açıktan uyarılarına rağmen, Barzani yönetimiyle 2008 boyunca gizli temaslar yürütmüştü. Irak Özel temsilcimiz Murat Özçelik ile başlayan gizli-resmi görüşmelerin ilkinin tarihi 14 Ekim 2008’di.
20 Ekim 2005 tarihinde MİT Müsteşarı Emre Taner ile Barzani arasında yapılan gizli-resmi görüşmeden bu tarihe kadar, Türk Ordusu’nun direnci nedeniyle resmi görüşme yapılamıyordu. (Aslında ilk “Kürt Açılımı” da o tarihlerde yapılmıştı. Başbakan Tayyip Erdoğan, Emre Taner’in Barzani ile görüşmesinden iki ay önce, 12 Ağustos 2005 tarihinde “Kürt sorunu, benim sorunumdur” demiş ve “Diyarbakır Açılımı”na girmişti. Hatta “Demokratik Cumhuriyet temelinde Kürt sorunu nasıl çözülür?” konulu bir dizi toplantılar yapmıştı.Ancak “tarihi fırsat” o zaman yakalanamamıştı!)
2008 sonbaharı boyunca yapılan görüşmeler ve Gül’ün “her şey çok güzel olacak” açıklamasından sonra Talabani, 16 Mart 2009’da Türkiye’ye geldi ve ABD imzalı “çantadaki planı” çıkardı. Plan kamuoyuna PKK’nın tasfiyesi diye sunuldu. (Ancak ilerleyen aylarda görüldü ki, PKK’nın tasfiyesi değil, aslında yeniden yapılandırılması söz konusu…)
Mart-Nisan-Mayıs 2009 ayları kamuoyunu normalleştirme dönemi olarak değerlendirildi. Gül 23 Mart 2009’da Bağdat’a giderken de, uçakta ilk kez Irak’ın kuzeyini “Kürdistan” olarak tanımladı. Bu ifade öyle bir etki yaptı ki, 26 Mart’ta NTV’ye konuşan Neçirvan Barzani, “Gül Kürdistan’ı tanıdı” dedi. Gizli anlaşmanın takvim sıkıştırması nedeniyle Gül bu kez Prag yolunda konuştu: “Kürt sorununun çözümü için 2009 tarihi fırsattır”. Gül, 9 Mayıs’taki bu demecinde “Kürt meselesi Türkiye’nin birinci meselesidir; mutlaka halledilmelidir. Herkes üstüne düşen görevi yerine getirmelidir” dedi. Açılımın koordinatörü ilan edilen İçişleri Bakanı Beşir Atalay da, 12 Mayıs 2009 günü Kürt sorununa değiniyor ve şöyle diyordu: “Konjonktür çözüm için çok müsait!”
Abdullah Gül, bu kez Şam’a giderken, 18 Mayıs 2009’da şöyle diyordu: “Kürt sorunu bugün çözülmezse, ne zaman çözülecek?”. Gül, diline doladığı “tarihi fırsat”ı da açıklıyordu: “Tarihi fırsat, kurumların işbirliğidir”.
Peki, gerçekten öyle miydi?
Gül’ün açıklamasından 2 hafta sonra dikkat çekici bir gelişme yaşandı. Mevkidaşıyla birlikte ABD’de Türk-Amerikan Konseyi’nde konuşan Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’un sözleri, Gül’ün “tarihi fırsat, kurumların işbirliğidir” söylemini kuvvetlendirir nitelikteydi. 2 Haziran 2009 tarihli toplantıda ilk konuşan ABD Genelkurmay Başkanı Org. Mike Mullen’di: “İlker, PKK konusunda benim üzerimde çalışıyor. Ben de Pakistan konusunda onun üzerinde çalışıyorum. Çünkü Türkiye'nin Pakistan ile çok iyi ilişkileri var. Ve Afganistan ile de çok iyi ilişkileri var”. Kürsüye çıkan Org. Başbuğ da, “PKK’yı bitirmek için özel bir noktadayız” diyordu!
Kurumların işbirliği görüntüsüyle birlikte Başbakan Erdoğan sahneye çıkıyor ve 23 Temmuz 2009 günü artık ilan ediyordu: “Kürt açılımını başlattık!”.
Ancak Türk Silahlı Kuvvetleri herşeye rağmen direniyordu; Ordu’nun iradesi hala teslim alınamamıştı. Devreye yeni tertipler sürüldü: “Teğmenlerin Amirallere suikast yapacağı yalanıyla” ve “Kafes Eylem Planı”yla Deniz Kuvvetleri Komutanlığı; “Kayseri Operasyonlarıyla” Jandarma Genel Komutanlığı; “Karargâh Evleri yalanıyla” Hava Kuvvetleri Komutanlığı; “İrticaya Karşı Eylem Planı”yla Genelkurmay Başkanlığı ve son olarak “Arınç’a suikast yalanıyla” Özel Kuvvetler Komutanlığı ablukaya alındı!
TSK, “asimetrik psikolojik savaş”la boğuşurken, hükümet “Kürdistan” için hızlı adımlar attı! Erdoğan, 20 Eylül’de yaptığı açıklamada, Erbil’e konsolosluk açacaklarını ilan etti. Bölgesel Yönetimin Başkenti olan Erbil’de konsolosluk açmak, diplomatik tanıma sürecinin ta kendisiydi. Erdoğan, bu sürecin bir işareti olarak da kurmayı Dengir Mir Mehmet Fırat’ı 19 Aralık’ta Barzani’ye gönderdi.
Daha önemlisi bu ziyaretin hemen ertesinde yapılan Üçlü Mekanizma (ABD, Irak ve Türkiye) görüşmelerinin 4. ana komite toplantısıydı. İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın başkanlık ettiği heyette Genelkurmay, MİT, Emniyet ve Dışişleri de yer aldı. Ancak toplantı ilk kez iki bölüm halinde, iki ayrı şehirde yapıldı. İlk günü Bağdat’ta yapılan toplantıların devamı, ertesi gün Erbil’de sürdürüldü! Erbil toplantısı, mekanizmanın üçlü yerine dörtlüye çıkarıldığının yani Türkiye, ABD ve Irak’a, Kürdistan’ın da eklendiğinin en somut işaretiydi. Başbakan Erdoğan, diğer yandan Dengir Fırat ve Atalay dışında, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu da aynı günlerde Barzani’ye gönderdi.
Böylece hem bölgenin ismi hem statüsü hem de idari yapısı tanınmış oldu!

Mehmet Ali Güller
6 Ocak 2009

4 Ocak 2010 Pazartesi

TSK, ABD’nin topyekûn saldırısı altında

Özel Kuvvetler Komutanlığı’na bağlı Ankara Seferberlik Bölge Başkanlığı’na yapılan baskında gözaltına alınan 8 subay, kamuoyuna da yansıdığı gibi “silahlı örgüt kurmak” ile suçlandı. Bu durumda en yüksek rütbelisi Albay olan 8 subaya silah temin edenler ve başkentin göbeğinde 8 subayı bir devlet kurumunda çalıştıranlar da, yardım ve yataklık ile suçlanmalı! Şaka bir yana, TSK’yı silahlı örgüt olmakla suçlamak ile Mustafa Kemal Atatürk’ü Ergenekon’un 1 Numarası ilan etmeye yeltenmek arasında ince bir çizgi kaldı; yakında Ergenekon’un ilk faaliyetinin de Kurtuluş Savaşı olduğunu söyleyeceklerdir!
Meselenin trajikomik yanını bırakıp, öze dönelim.
Genelkurmay Başkanlığı ilk olarak; Anakara Seferberlik Bölge Başkanlığı’nda yapılan aramanın “tamamen yasal çerçeve kapsamında yürütülmekte” olduğunu açıklamıştı. Hatta aramanın Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ’un Başbakan Erdoğan’la görüşmesinin arkasından gelmesi, pek çok kesimde “uzlaşma” yorumlarına yol açmıştı. Nitekim AKP’li Bakan Ertuğrul Günay, -tekzip edilmeyen konuşmasında- aramalarda Org. Başbuğ’un izni olduğunu açıkça ifade etti: “Genelkurmay Başkanı ile Başbakan saatlerce konuştuktan sonra ‘gidin burada arama yapın’ kararı alınıyorsa, ‘Seferberlik Tetkik Kurulu’nun bulunduğu binanın müze olmasına doğru emin adımlarla ilerliyoruz’ diye düşünüyorum. Allah bana bugünü de gösterdi”. (Akşam, 31 Aralık 2009).
Genelkurmay Başkanlığı Hukuk Başmüşavirliği’nin 31 Aralık akşamı özel bir ulak ile mahkeme başkanlığına gönderdiği dilekçede ise belgelerin imha edilmesi istendi. Dilekçede ayrıca; “aramalarda hukuki uygulamanın dışına çıkıldığı” savunuluyordu! (Hürriyet, 1 Ocak 2009)
Bu saldırıların “hukuka güveniyoruz” ya da “hukukun içinde kalınsın” açıklamalarıyla son bulmayacağı ortada! Çünkü saldırı, kaynağını zaten hukuksuzluktan almaktadır! Kaldı ki; bir işlemin yasal olması başka, hukuki olması başkadır!
İntihar eden Deniz Yarbay Ali Tatar son mektubunda komutanlarına nasıl seslenmişti: “Hukuksuzluk sürecine hukuk adına saygı gösterilemez. İçim buruk, bana bu oyunu oynayanlara ve sahip çıkmayanlara kırgınım. Yaşadığım bu hukuksuzluk sonucu o deliğe bir daha girmektense mezara girmeyi tercih ederim. Şunu bilin ki, en küçük suçu günahı olmayan ben, yapılan bu hukuksuzluğa isyan ve bu karanlığa bir nebze ışık olabilmek için hayatıma son veriyorum”.
Şehit Yarbay Tatar’ın da belirttiği gibi, hukuka saygı değil, hukuksuzluğa isyan zamanıdır.
Türk Silahlı Kuvvetleri kendisine yönelik sistematik saldırılar karşısında günden güne mevziler kaybediyor. “Teğmenlerin Amirallere suikast yapacağı yalanıyla” ve “Kafes Eylem Planı”yla Deniz Kuvvetleri Komutanlığı; “Kayseri Operasyonlarıyla” Jandarma Genel Komutanlığı; “Karargâh Evleri yalanıyla” Hava Kuvvetleri Komutanlığı; “İrticaya Karşı Eylem Planı”yla Genelkurmay Başkanlığı ve son olarak “Arınç’a suikast yalanıyla” Özel Kuvvetler Komutanlığı saldırı altındadır!
En başından söylediğimiz gibi Ergenekon tertibinin merkezinde Türk Ordusu var çünkü TSK, ABD’nin “Türkiye himayesinde Kürdistan Planı”na fiziki olarak direnebilecek (ve de direnen) yegâne kuvvet! Bu yüzden hem bölünmeye zorlanıyor hem de millet-ordu birliği zayıflatılmaya çalışılıyor.
Meselenin “Kürt Açılımı”yla doğrudan ilgili olduğunu, ABD’nin Kürt raporları hazırlattığı uzmanı Henry Barkey de artık açıktan ifade ediyor. Ne diyor Barkey Hürriyet Gazetesi’ne verdiği röportajda: “Irak’ın federe yapısı çok önemli ABD için. Türkiye’nin yeni Irak ve Kuzey Irak politikası Amerika’da çok hoş bir sürpriz olarak karşılandı. Zira bu değişime kadar Washington Ankara’yı bu konuda bir problem olarak görüyordu. (…) Eğer Ankara-Erbil hattı eskisi kadar yüksek tansiyonlu olsaydı, yani her an ikisi arasındaki ihtilafın sıcak çatışmalara gitme potansiyeli olsaydı, ABD’nin işi çok zor olurdu. Kuzey Irak’ta asker bırakmak düşüncesiyle karşı karşıya gelecekti. Çünkü o zaman Kuzey Irak’taki Kürtlere ne gibi bir güvence verilecekti? Onların Bağdat hükümetine hiç güveni olmadığının altını çizmek lazım. (…) Açılımdan dönüş çok pahalıya mal olur. Ayrıca AKP için de bu noktadan U dönüşü yapması büyük hezimet olur. Seçimlerde ağır fatura öder. Hükümet bu kez Genelkurmay Başkanı’nın desteğini de almışken dönmemeli”. (Hürriyet, 2 Ocak 2010)
Tehdidin kaynağı çırılçıplak ortadadır!
Tehdidin kaynağı ABD’dir!

Mehmet Ali Güller
4 Ocak 2009