31 Mayıs 2010 Pazartesi

İSRAİL SALDIRISI BEKLENEN SENARYO MUYDU?

İsrail’in Gazze’ye yardım konvoyuna saldırısı sonrası kamera karşısına geçen Başbakan Vekili Bülent Arınç açık konuştu: “Hiç kimse bizden bu olay sebebiyle İsrail'e savaş ilan etmemizi beklemesin. Böyle birşey olmaz. Mümkün de değil, doğru da değil”. “One minute” ile yapılana “Davos’da drama” dediğimiz için Başbakan vekilinin bu açıklaması bizi şaşırtmadı. Hele de 4 Temmuz 2003 günü askerlerimizin başına çuval geçirildiğinde benzer açıklamaların yapıldığını anımsadığımızda, Arınç’ın söylemi gayet normal geldi. O dönemde de hükümet, kamuoyunun nota beklentisine “ne notası, müzik notası mı” yanıtı vermişti!
Arınç’ın açıklamasına katılmamamızdan kuşkusuz “İsrail’e savaş açalım” düşüncesi içinde olduğumuz anlaşılmasın. Anlatmaya çalıştığımız şey şu…
SİLAH DESTEKLİ POLTİKA İHTİYACI
Ordu neden vardır? Elbette vatanı korumak ve kollamak için. Ama gerektiğinde de politikanızı silahla desteklemek için. Şimdi durduk yere “savaş ilan etmeyeceğiz” diyerek politikanızı silahla desteklememiş oldunuz. Daha doğrusu, İsrail’in hareket alanını genişlettiniz! Bu açıklamaya ne gerek vardı? Elbette “savaş ilan etmeyin” ama “savaş ilan etmeyeceğiz” kartınızı da peşinen masaya açmayın!
Gerçi Arınç’ın Başbakan Vekili olarak yaptığı kriz toplantısı da “bir orduya” ihtiyaç duymadığına dolaylı işaret ediyordu. Nasıl mı? Açalım:
ARINÇ ERGENEKON SANIĞINA AKIL DANIŞTI
İsrail’in Gazze’ye yardım konvoyuna saldırısı sonrası Başbakanlık’ta yapılan kriz toplantısına kimler katıldı? Başbakan vekili olarak Arınç’ın başkanlık ettiği kriz toplantısına İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Genelkurmay Harekat Başkanı Korgeneral Mehmet Eröz ve Deniz Kuvvetleri Kurmay Başkanı Koramiral Nusret Güner katıldı. Yani hükümet, askere “akıl danışma” toplantısı yapmıştı. Hangi askere akıl danışıyordu hükümet? Daha dün Ergenekon sanığı olarak sorgulanan Korgeneral Mehmet Eröz’e...! Yani daha dün yandaş medyanın, “Arınç’a paraf atan komutan” diye suçladığı askerimiz..!
İşte iktidarın Mavi Marmara’ya düzenlenen saldırıyla karşılaştığı bir başka çıplak gerçek de buydu. Her fırsatta küçük düşürmeye çalıştıkları, her fırsatta terörist muamelesi yaptıkları, her fırsatta darbeci suçlaması getirdikleri askere “akıl danışma” pozisyonuna düşmüşlerdi!
Neyse…
Gelin biz İsrail’in neden saldırdığından başlayarak bundan sonra neler olacak konusuna kadar uzanan sorulara yanıt arayalım…
SALDIRI BEKLENİYOR MUYDU?
Öncelikle belirtmek gerekir ki, her ne kadar İsrail’in yardım gemilerine saldırması, insanlık dışı ve devlet terörü de olsa, kimse için sürpriz değildi!
İsrail iki haftadır, bu gemileri vuracağını belirtiyor, hatta gemilere yönelik yapacağı operasyona isim bile verip dünya kamuoyuna ilan ediyordu…
Ancak bu tehdide rağmen herhangi bir önlem alınmadı. Bu durumda ortaya iki sonuç çıkıyordu. Ya bu organizasyonu yapanlar İsrail’in blöf yaptığını sandılar, ya da “saldırıyı istediler”!
İsrail’in geçmiş terörist faaliyetleri sizce de blöf seçeneğini ortadan kaldırmaz mı?
Ve de şu sorular yanıtını aramıyor mu sizce?
Bundan birkaç ay önce, bu gemilerin uluslararası karasularda seyir evraklarını tamamlama sürecinde çıkan problemler nasıl çözüldü? İdarenin yola çıkmasını teknik olarak doğru bulmadığı bu gemiler hangi ülke üzerinden evraklandırıldı? O toplantılarda, konvoy organizatörleri için “en iyi” ve “en kötü” senaryolar nelerdi? Organizasyon hangi senaryonun gerçekleşmesini bekliyordu?
Yardım konvoyunun yola çıkmasından önce neden “uluslararası ortamın hazırlanması” için tek bir politik adım atılmadı?
İsrail’in açıkça saldıracağını ilan ettiği, “yola bile çıkmasın” tehdidini savurduğu bu yardım gemisine neden “11 aylık” bir bebek yolcu olarak alındı?
Aslında yanıt arayan o kadar çok soru var ki..?
Ama gelin biz sorulara ara verelim ve krizin perde arkasına ışık tutalım.
ABD KANATLARI ALTINA İSRAİL KARŞITILIĞI
Aslında olanların ne anlama geldiğini anlamamız için son 1 yılda olanları çok kısa bir şekilde anımsamamız gerekecek.
ABD devleti, Amerikan yüzyılı için uygulamak zorunda olduğu BOP stratejisinde çuvalladı. Irak’ta bataklığa saplanan ABD devleti, çözümü taktik değişiklikte gördü; öncelikle yıpranan Bush yerine “biraz Müslüman, biraz zenci, biraz Hüseyin” olan Barack Obama’yı Beyaz Saray’a taşıdı. Ve ABD devleti şu değişiklik reçetesini Obama’nın eline verdi:
BOP’un yeni ağırlık merkezi Af-Pak yani Afganistan-Pakistan hattı olacaktır. Böylece hem Irak üzerinden alınamayan uluslararası destek Afganistan üzerinden daha kolay alınacak hem de Irak bataklığından “şerefli çıkış” yolu bulunacaktır. Ancak Irak’tan çıkış öncesi düzenlenmesi gereken işler vardır. Öncelikle Irak’ın kuzeyinde inşa edilen “kukla devlet”in yani “ikinci İsrail”in emin ellere teslim edilmesi gerekir. En emin el Türkiye’dir. Kaldı ki, “Türkiye himayesinde Kürdistan Planı” 30 yıllık maziye sahiptir!
Öte yandan ABD’nin Bush döneminde kara listeye aldığı Suriye ve İran probleminin de geri adım atmadan bir parça ötelenmesi gerekmektedir. Bu konuda da Türkiye’ye görev düşmektedir. O nedenle Obama, Türkiye’yi “model ortak” ilan etmiştir.
Washington hem Ortadoğu’da yükselen tepkileri frenlemek hem de Ankara’nın elini güçlendirmek için iki yöntem belirlemiştir. ABD ilk olarak “düşman İslam” söyleminden “ortak İslam” söylemine kaymış, ikincil olarak da Ortadoğu denklemi açısından İsrail’in ipini biraz sıkmıştır! Ne de olsa Ankara, “ortak İslam” diyen ve İsrail’i geçmiş döneme göre “yalnız bırakan” Washington’u Ortadoğu’da daha iyi taşıyacaktır!
AKP’nin Şam’la kurmaya çalıştığı ittifak da, İran’ın uranyum takasına girmesi de bu gelişmelerin içinde okunması gereken politikalardır. Erdoğan’ın takasa tepki gösteren Obama’ya şaşırması ve “ama mektup vardı” demesi de zaten bundandır!
TEHDİT İSRAİL’DEN ÖNCE ABD’DEN GELMEKTEDİR
Kuşkusuz İsrail, bir Türk gemisine saldırmanın ve Türk kanı dökmenin yanıtını almalıdır. Ancak bu yanıtın ne olacağından önce Ankara’nın tehdidin kaynağını doğru saptaması gerekmektedir. Tehdidin İsrail’den önce ABD’den geldiğini görememek ya da bu gerçeği perdelemek Ortadoğu halklarına yapılan en büyük düşmanlıktır. ABD’nin kanatları altında kalarak, İsrail karşıtlığı yapmanın ne Filistin’e, ne Türkiye’ye ne de Ortadoğu’ya bir yararı vardır.

Mehmet Ali Güller
31 Mayıs 2010

17 Mayıs 2010 Pazartesi

OBAMA’NIN İRAN’DAKİ BARIŞÇI ÖNCÜ KUVVETİ: AKP

İran uranyumunun takasıyla ilgili anlaşma İran, Brezilya ve Türkiye Dışişleri Bakanları tarafından imzalandı. Takas Türk topraklarında yapılacak.
Anlaşma, yine bir Davutoğlu başarı öyküsü gibi sunuluyor. Peki gerçekten öyle mi?
Gelin önce “İran uranyumunun takası” öyküsünü kısaca anımsayalım…
ABD’nin ilk hedefi İran’ın nükleer enerjiden tamamen uzak durmasıydı. Ancak Tahran Washington’un tüm tehditlerine rağmen nükleer enerji çalışmalarına başladı. Bu konuda en büyük destekçisi, nükleer enerji konusunda anlaşma yaptığı Moskova’ydı… Ancak ABD, Irak işgaliyle başlayan süreçte, arkasındaki rüzgârın da etkisiyle, Tahran’ı ölçüsüz oranda tehdit etti. Irak’ta kısa zamanda zafer kazanacak ABD’nin, hemen ardından İran’a saldıracağı düşünülüyordu. Ancak işler Washington’un istediği gibi gitmedi…
Irak’ta batağa saplanan, İran’a saldırma olasılığı zayıflayan ABD, Tahran konusundaki hedefini küçülttü. Kuşkusuz bu geri adımda, Çin ve Rusya gibi iki veto yetkisi olan BM Güvenlik Konseyi üyesinin Tahran’a yakın tutum izlemesi de önemli oranda etki yaptı.
ABD’NİN HEDEFİ AFGANİSTAN
Obama’nın başkan olmasıyla ABD’nin yeni stratejik hedefi Afganistan oldu. Daha doğrusu ABD, Irak işgalinden önce girdiği Afganistan’ı küresel askeri planlamasının sıklet merkezi ilan etti ve yığınak yapma kararı aldı. Bu durum İran’a hem zaman kazandırdı hem de elini güçlendirdi. Çünkü Afganistan’ın hedef olmasıyla, ABD Çin için daha yakın bir tehlike olma konumuna girmiş olacaktı.
İran’ın nükleer enerji çalışması karşısında eli kolu bağlı kalan Washington’un yeni hedefi artık zenginleştirilmiş uranyumdu… ABD, İran’dan elindeki uranyum stokların büyük bölümünü elden çıkarmasını istiyordu. Ekim 2009’da Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı UAEA, Tahran’a yeni bir teklif sundu. Buna göre Tahran, elindeki zenginleştirilmiş uranyumu verip karşılığında nükleer yakıt alacaktı. UAEA Başkanı Baradey, “İran Uranyumu Türkiye’de depolansın” önerisi sundu. Aracı olmaya dünden razı AKP ve Davutoğlu, Batı’nın önerisine hemen olumlu yanıt verdi ve aracı rolüne hazır olduğunu ilan etti. Davutoğlu, Türkiye’yi soktuğu pozisyonu da şöyle tanımlıyordu: “Bir nevi yediemin olacağız”.
‘AKP, OBAMA’NIN BARIŞÇI ÖNCÜ KUVVETİ’
Ancak Tahran, AKP’ye tam olarak güvenemiyordu. Ne de olsa Cengiz Çandar’ın yazdığı gibi, “AKP, Obama’nın ‘barışçı öncü kuvveti”ydi. Cumhurbaşkanı’nın uçağında Tahran’a giden Çandar, Gül’ün Tahran’a, “Obama dönemiyle açılan fırsat penceresini İran’ın kullanması gerektiği” mesajını götürdüğünü belirtiyordu.
Tahran bir yandan Türkiye ile ilişkileri olumlu tutmak istiyor ama bir yandan da AKP’nin Washington’un “barışçı öncü kuvveti” şeklindeki misyonundan ötürü güven sorunu yaşıyordu. Konu ilerleyen aylar içinde birkaç kez daha gündeme geldi. Ancak Tahran her seferinde Türkiye’nin arabulucu olma önerisini reddetti. Ankara’yı kırmak istemeyen Tahran, dururumu, uranyumu kendi topraklarında takas etmek istediği şeklinde gerekçelendiriyordu.
ABD, İRAN’A YAPTIRIM UZLAŞISI ÇIKARAMADI
ABD, bu koşullarda, düzenleyeceği nükleer zirvenin merkezine “İran’a yaptırım uzlaşısı” hedefi koydu. Ancak 12-13 Nisan 2010’da yapılan ve 47 ülke liderinin ve temsilcisinin katıldığı Nükleer Güvenlik Zirvesi’nden “İran’a yaptırım uzlaşısı” çıkmadı. Rusya, Çin ve Brezilya İran’a yaptırımlara karşı çıktı. Hatta Pekin yönetimi ortaya yeni bir üçüncü yol sundu: “Yaptırım yerine müzakere”.
TAHRAN’IN TAKTİK HAMLE BAŞARISI
Zirvenin ardından Türkiye, Washington’un talebi gereği bir kez daha aracı olmak istediğini Tahran’a beyan etti. Tahran bir kez daha reddetti.
Brezilya lideri Lula Da Silva ile görüşen İran lideri Ahmedinejat, yaptırım hamlelerini savuşturmak için bir taktik hamle yaptı. Ve Tahran, uranyum zenginleştirme hakkından feragat etmeden, zenginleştirilmiş uranyumunu nükleer yakıtla takas etmeyi kabul etti.
Böylece Tahran 7 yıl içinde, nükleer çalışmalarına tamamen karşı çıkan ABD’yi, nükleer çalışmalarını sürdürmeye ikna etmiş oldu! Ödediği bedel(!) ise uranyum zenginleştirme hakkından feragat etmeden, zenginleştirdiği uranyumun bir kısmını nükleer yakıt karşılığında takas etmeyi kabul etmesiydi!
TAHRAN’IN TERCİHİ TÜRKİYE DEĞİL BREZİLYA
Tahran’ın takas konusunda Türkiye’yi değil de Brezilya’yı tercih etmesi, sorunu büyük oranda çözmüş ancak takasın yapılacağı yer konusunu açıkta bırakmıştı. İşte tam bu noktada AKP, ABD adına bir kez daha devreye girdi. Üstelik takasın Türk topraklarında yapılacak olmasıyla Washington görüntüyü bir parça kurtarmış olacaktı. Rusya ve Çin’in desteklediği aracı olan Brezilya ile ABD’nin desteklediği aracı olan Türkiye’nin birlikte olması, uluslararası güçlerin de denge durumunu oluşturacaktı.
Koşulların bu yönde oluşmasının ardından önce Davutoğlu, ardından da Erdoğan apar topar Tahran’a gitti. Ve İran, Brezilya ve Türkiye takas konusunda mutabakat metni imzaladı.
Anlaşmaya göre Tahran az zenginleştirilmiş uranyumunun 1200 kilogramını Ankara’ya teslim edecek. Davutoğlu konuyla ilgili olarak şu teminatı verdi: “Tahran santralının yakıtı sağlanıncaya kadar İran uranyumunu kendi sermayemiz gibi Türkiye’de korumayı garanti verdik”.
ABD BREZİLYA SEÇENEĞİNE KARŞI ÇIKTI
Durumu özetlersek;
ABD, İran’ı etkisiz kılmak için Türkiye’nin arabuluculuğunda bir yöntem izledi. İran ise ABD baskısını savuşturmak için, Rusya ve Çin’in desteklediği Brezilya’nın arabuluculuğunu kabul etti. Sonuç olarak Türkiye’nin tek başına değil ama Brezilya’yla birlikte sürecin bir parçası olmasına Rusya ve Çin karşı çıkmadı. Ve anlaşma imzalandı.
Aslında durumu en çıplak şekilde ortaya koyan, imzadan hemen önce Brezilya Cumhurbaşkanı Lula Da Silva’nın ABD’yi işaret eden açıklamasıydı: “İran’ı ziyaret etmemem için birçok baskı yapıldı ancak tam güvenle Tahran’a geldim ve müzakerelerimizin yapıcı ve olumlu sonuçlanacağına inanıyorum”.
Peki, şimdi tüm bu gelişmelerde, sizce Davutoğlu ve AKP’nin uluslararası başarısı nerede?

Mehmet Ali Güller
17 Mayıs 2010

15 Mayıs 2010 Cumartesi

SIFIR SORUN İÇİN BÜYÜK TAVİZ

Başbakan Erdoğan’ın Atina ziyareti yandaş medya tarafından “devrim”, “tarihi ziyaret”, “tarihi işbirliği”, “Yunan açılımı”, “Erdoğan ABD Başkanı gibi karşılandı”, “one minute - two days” gibi tumturaklı laflarla kamuoyuna yansıtıldı. Belki de Erdoğan’ın kurmayları, Baykal Operasyonu sonrası AKP üzerinde yoğunlaşan kara bulutları dağıtmaya yönelik kurguladılar Başbakan’ın Atina ziyaretini… Kim bilir!?
Ama yürütülen propaganda çalışmasında en dikkat çekeni, Zaman Gazetesi’nin AKP Milletvekili Mehmet Müezzinoğlu’nun ağzından yaptığıydı: “Yunanistan’la ‘restleşme’ dönemi bitti, ‘jestleşme’ dönemi başladı”.
“22 konuda anlaşma imzalandı” diyen dış politika uzmanlarımız da, yine Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun” adını verdiği uygulamasına ve onun stratejik dehasına övgüler dizdiler ekranlarda…
“Komşularla sıfır sorun” sağlamayı, “komşularla sorun olan milli çıkarlardan vazgeçme” politikası üzerinden ancak yürütebilen bu anlayışın Türkiye’yi götürdüğü yer ortada…
Peki “restleşme dönemi bitti, jestleşme dönemi başladı” yorumlarına neden olan jestleşmeler nelerdi?
ERDOĞAN’DAN EKÜMENİK JESTİ
Jest 1:
Başbakan Erdoğan, Fener Rum patriğine ekümenik denmesinden rahatsızlık duymadığını açıkladı!
Böylece Türkiye, ABD ve AB’nin dayattığı bu konuda Erdoğan’ın açıklamasıyla geri adım atmış oldu. Erdoğan’ın bu jesti ve tavizi, AKP hükümetinin daha önce çıkardığı “cemaat vakıflarının mülk edinmesine ilişkin yönetmelik” ile birlikte düşünüldüğünde, yıllardır dikkat çektiğimiz “Vatikan modeli dini devlet” hedefinin adım adım gerçekleştiğini göstermektedir. Fatih Kaymakamlığı’na bağlı bir memuru 8 yıllık iktidarı sonunda ekümenik mertebesine çıkaran Erdoğan böylece Lozan’ın en önemli kazanımlarından birini silip atmış oldu. Dışişleri’nde, Başpapazın, Patrikhane lideri olmaktan çıkıp tüm Ortodoksların ruhani lideri olmasının ne anlama geldiği üzerine bir cehalet söz konusu değilse, durum gerçekten vahimdir…
Patriğe yani başpapaza ekümenik denmesinden rahatsız olmadığını belirten Erdoğan’ın gerekçesi de şuydu: “Ecdadımı rahatsız etmediğine göre beni de rahatsız etmez”. Anlaşılan Erdoğan, patrikhaneyi “fesat yuvası” olarak değerlendiren Atatürk’ü ecdattan saymıyordu!
Jest 2: Erdoğan ayrıca Patrikhane’de Sen-Sinod Meclisi üyeliği için başvuruda bulunan yabancı din adamlarına bir iki hafta içinde T.C. vatandaşlığı verileceğini de ilan etti. Böylece “Patrikhane’ye 5 aşamalı hedef belirleyen” ABD ve AB, “Suriçi İstanbul’un Konstantinople ilan edilmesi” hedefine de yaklaşmış oldu.
Jest 3: Erdoğan, Büyükada’daki yetimhaneyi de yargı sürecinin sonuçlanmasının ardından Fener Rum Patrikhanesi’ne teslim etmeye hazır olduklarını ilan etti.
Jest 4: Erdoğan, Heybeliada Ruhban Okulu konusunda da şu sözlerle jest yaptı, taviz verdi: “Çözüme yönelik çalışmalarda bir netice alacağımızı ben umut ediyorum. Olumlu bir yaklaşım içerisinde olduğumu da burada ben söylüyorum. Üzerinde çalışıyoruz. Temenni ederim ki burayı da kısa zamanda bir neticeye bağlarız”.
ERDOĞAN’DAN KIBRIS’TA ÇÖZÜM SÖZÜ
Jest 5:
Başbakan Erdoğan ortak basın toplantısında Kıbrıs konusunda da şunları söyledi: “Kıbrıs’ta müzakereler, Cumhurbaşkanı’nın değişmesine rağmen, kaldığı yerden devam edecektir. Kıbrıs Türk tarafı çözüme destek verecektir. Yıl sonuna kadar çözüme kavuşabileceğimizi sanıyorum”.
Erdoğan’dan sonra söz alan Papandreu ise jesti daha doğrusu verilen tavizi iyi değerlendirdi: “Erdoğan Kıbrıs konusunda cesur davrandı. Cesaretle devam etsin, beni de yanında bulacak. Kıbrıs’ta garantörlere ihtiyaç duyulmamasını dilerim. Çünkü geçmişte garantörler Kıbrıs Türleri ile Rumları ikiye ayırdılar”.
Bu sözler üzerine Erdoğan’dan “one minute” demesini elbette beklemiyorduk ancak en azından Papandreu’nun “Kıbrıs’ı böldü” diyerek Türkiye’yi açıkça suçlamasına göstermelik de olsa bir yanıt vermeliydi…
Jest 6: Başbakan Erdoğan, Yunan karasularını 6 milden 12 mile çıkarma hedefinden asla vazgeçmeyen Atina’nın, Ege semalarında, kendi hava sahamızda uçan uçaklarımıza tepki göstermesine de sessiz kaldı. Papandreu, “Erdoğan’ı cesur kararlar almaktan korkmayan bir insan olarak görüyorum” şeklindeki pohpohlayıcı cümleyle başladığı bu konudaki açıklamasını şöyle sürdürdü: “Ege adalarında paradoks olan bir şey var. Bir yandan Türk turistler gelsin diyoruz ama bir yandan da ne zaman gitsek Türk uçakları adaların üzerinden geçiyor. Türkler bu adayı alır mı korkusu var.”
Erdoğan ise Yunanistan’ın, adaları ziyaret edecek Türklere 1 gün için kaldırdığı vizeyi, 2 güne çıkarma hesabı içinde bu sözlere sessiz kaldı…
Yeri gelmişken belirtelim. Yunanistan’ın büyük jesti olarak sunulan “Ada ziyaret edecek Türklere 1 günlüğüne vize kaldırma” meselesinin Başbakan’ın “two days” diyerek 2 güne çıkartılmasını sağlamasına da (!) en çok Yunan ada esnafı sevindi. Ne de olsa Türklerin 1 gün yerine 2 gün 1 gece kalacak olması esnafın kasasını 3’e katlayacak!
Jest 7: Ziyaretin ilk gününde Türk bayrağının yakılması üzerine Atina önlem (!) aldı ve asılı Türk bayraklarının tamamını kaldırttı! Ziyaret sırasında asılı kalan Türk bayrakları Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık’taki bayraklarımızdı… Dışişleri bu konuda da sessiz kalarak diplomatik jest yaptı!
Jest 8: Başbakan Erdoğan Yunanistan’a jest yapmaya o denli kanalize etmişti ki kendini, ortak basın toplantısı sırasında bir ara ağzından şu sözler de döküldü: “Rembetiko ne kadar sizin müziğinizse, o kadar da bizim müziğimizdir, o kadar Ege’nin sesidir”.
YUNANİSTAN SAVUNMA İNDİRİMİNE TÜRKİYE’Yİ ORTAK ETTİ
Jest 9:
Yandaş medyanın en çok ballandırdığı anlaşma ise şöyle sunuldu kamuoyuna: “Taraflar savunma harcamalarında indirime gitme kararı aldı”.
Uzun lafa gerek kalmadan anlaşmanın taviz boyutunu belirtelim. İçinde bulunduğu büyük kriz nedeniyle askeri harcamalarını büyük oranda kısması zorunlu olan Atina, bu zorunluluğa Ankara’yı da ortak etti! Kaldı ki Yunanistan, “savunma harcaması oranı, GSMİ hâsılanın yüzde 3’ünü geçemez” şeklindeki AB’ye üyelik şartını yerine getirmeyen tek ülkeydi ve AB bu konuda Atina’ya hep göz yumuyordu! Şimdi Atina bir taşla iki kuş vurmuş oldu; hem bu şartı sağlama adımı atmış oldu, hem finansal açıdan yapması zorunlu olan bir harcamayı kısmaya Ankara’yı da ortak etmiş oldu!
Verilen tavizin boyutunu algılamak için şu istatistiğe bakmamız yeterlidir: Türkiye’nin onda biri kadar bile tehdit altında olmayan Yunanistan, 2009 yılında savunmaya 13.4 milyar avro harcadı. Türkiye ise onca tehdide rağmen 2009 yılında savunmaya 9.9 milyar avro harcadı. Bu harcamayı bütçeye oranladığımızda, savunma harcamaları arasındaki büyük uçurum daha iyi anlaşılacaktır!
ERDOĞAN PAPANDREU’DAN NELER İSTEDİ?
Peki Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı bu jestler karşılığında neler aldı? Ya da daha doğru olarak şöyle soralım: Başbakan Erdoğan bu tavizler karşılığında neler talep etti?
Talep 1: Başbakan Erdoğan, Batı Trakya’daki müftülerin atanarak değil seçilerek görevlendirilmesini talep etti: “Şu bir gerçek, nasıl ki patriği seçme hakkını kendimizde bulmuyorsak, aynı şekilde oradaki Müslümanların dini liderlerini tabii ki Yunan hükümetinin seçmemesi gerekir”.
Talep 2: Başbakan Erdoğan, Papandreu’dan ayrıca Atina’daki Fethiye Camii’nin restorasyonu için müsaade istedi.
Talep 3: Başbakan Erdoğan, vizelerin tümden kaldırılmasını istedi. Yunanistan ise sadece yeşil pasaportlara vize muafiyeti verdi. O da, sadece 90 gün içinde yapılacak birden fazla giriş çıkışları kapsıyor.
Talep 4: Yukarıda da değindiğimiz gibi, Erdoğan, adaları ziyaret edecek Türklere bir günlüğüne vize kaldıran Atina’dan “two days” yani iki gün talebinde bulundu!
ERDOĞAN YUNAN GAZETECİYİ ASKERİN GAZETECİSİ OLMAKLA SUÇLADI
Bu arada Erdoğan, bir Yunan gazeteciyi de tıpkı –bir kısım- Türk gazeteciler gibi askerin gazetecisi olmakla suçladı ve azarladı. Papandreu karşısında sessizliğini koruyan Erdoğan, acısını Yunan gazeteciden çıkardı.
Erdoğan, Yunan gazetecinin Ege’deki uçuşlar konusundaki sorusu üzerine şöyle dedi: “Siz Yunan Silahlı Kuvvetlerinin gazetecileri gibi çalışıyorsunuz. Hatta radar üssünde görevli bir teknisyen gibi çalışıyorsunuz. Her gün kaç uçak kalktı onu takip ediyorsunuz. Gazeteciler olarak ortalığı germeyin”. Erdoğan, Yunan gazetecilerin “siz bize işimizi nasıl yapacağımızı mı tavsiye ediyorsunuz” şeklindeki tepkisine de şöyle yanıt verdi: “Gazeteciler sürekli siyasetçilere tavsiyelerde bulunuyor. Ben de iki toplum arasında gerginliği artmaması için tavsiyede bulunuyorum”.
EMİNE HANIMIN FEMİNİST DERNEK ZİYARETİ
Yazımızı ikinci leydimizin Atina temaslarıyla bitirelim. Emine hanım Atina ziyaretinin birinci günü Papandreu’nun eşi tarafından bir müzeye götürüldü. Yalnız müze Yunanistan’ın ünlü kuyumcusu İlias Lalaunis tarafından kurulan ilginç bir müzeydi. Kuyumcunun kızları, Emine hanıma antik Yunan’dan esinlenerek yapılmış bir broş hediye etti. Aynı saatlerde Papandreu da Tayyip Erdoğan’a ilginç bir hediye veriyordu. Papandreu Erdoğan’a Antik Yunan’da kullanılan madeni paranın, hatıra amaçlı basılanlarından hediye etti.
Emine hanımın öğleden sonraki programında ise bir dernek ziyareti vardı. Emine hanım feminist hareketin ilk lideri olan Kaliopi Peren’in kurduğu “Likion Elinidon” Derneği’ni ziyaret etti. Emine hanım buradaki temaslarının ardından da Atina’nın en büyük alışveriş merkezine gitti. Emine hanım burada bir çift ayakkabı ve bir valiz satın alarak Yunan ekonomisinin krizden çıkma çabalarına destek verdi.
SONUÇ
Milli çıkarlardan vazgeçerek “komşularla sıfır sorun” belki sağlanıyor ama aslında halkların başına başka yeni sorunlar açılmış oluyor. Türkiye ve Yunanistan, Truman Doktrini gereği aynı anda Marshall Yardımı almakla başlayan, aynı anda NATO’ya alınmakla devam eden 60 yıllık süreci doğru analiz etmeden gerçek çözüme, dostluğa ve barışa asla ulaşamaz! Çünkü emperyalizme bağımlılık yeni sorun alanları yaratmanın zeminini oluşturuyor.

Mehmet Ali Güller
15 Mayıs 2010

13 Mayıs 2010 Perşembe

M ve F TİPİ SERMAYE HIZLA BÜYÜYOR

Ergenekon Soruşturması, Anayasa Değişikliği paketi, Baykal Operasyonu şeklindeki yoğun gündem arasında, sermaye dünyasında iki önemli gelişme yaşandı.
1.. MÜSİAD’dan TÜSİAD’a ilk ziyaret!
Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği MÜSİAD Genel Başkanı Ömer Cihat Vardan başkanlığındaki heyet, Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner ve Yönetim Kurulu’na 13 Mayıs 2010’da hayırlı olsun ziyaretinde bulundu. MÜSİAD’ın TÜSİAD’a bu ziyareti 20 yıllık tarihinde ilk kez gerçekleşti.
MÜSİAD Başkanı Vardan ziyaretle ilgili şunları söyledi: “Bugün inşallah hem kurumlarımız arasında, hem ülkemizin sorunlarına yönelik ortaklaşa neler yapabileceğimiz konusunda görüşeceğiz. Beraber nasıl faydalı oluruz? Bunları tartışacağız? Önümüzdeki günlerde bu çalışmaların daha derin boyutlara ulaşacağını tahmin ediyorum.”
2.. DEİK yerine TUSKON
Öte yandan Rusya Devlet Başkanı Medvedev’in ziyareti nedeniyle Ankara’da yapılan Türk-Rus İş Forumu’na DEİK yerine TOBB’la birlikte TİM ve TUSKON katıldı.
İki ülke arasındaki bu tip ekonomi toplantılarının adresi olan Dış Ekonomik İlişkililer Kurulu DEİK, bu toplantıya Türkiye İhracatçılar Meclisi TİM ve Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu TUSKON’un katılmasına, resmi olmayan yollardan tepki gösterdi.
Peki MÜSİAD’ın ilk kez TÜSİAD’ı ziyaret etmesiyle, TUSKON’un DEİK’in yerini alması ne anlama geliyor?
Sorunun yanıtı için birkaç önemli gelişmeyi anımsayalım.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül 8 Şubat 2010’da Hindistan’a giderken “yeni anayasa fırsatı kaçırıldı” dedi. Erdoğan ve kurmaylarının tepki gösterdiği bu açıklamanın hemen ertesinde AKP’ye kuvvetli bir destek eli uzandı!
Arzuhan Doğan Yalçındağ’ın yerine TÜSİAD’a 21 Ocak 2010’da başkan olan Ümit Boyner, AKP’ye Anayasa değişikliği konusunda el uzattı!
TÜSİAD’daki bu değişikliğin ne anlama geldiğini bakın en sıkı AKP destekçilerinden Star yazarı Ergun Babahan 17 Şubat 2010 tarihli köşesinde nasıl yorumlamıştı: “Boyner’in dünkü konuşmaları İstanbul sermayesinin tavır değişikliğini net bir şekilde ortaya koydu. (…) Arzuhan Yalçındağ, büyük sermayenin AK Parti’ye mesafe koyduğu bir dönemin başkanıydı. (…) Sayın Boyner’in konuşmalarının bizim yazılardan farkı yok. Eğitimde eşitlik, askerin rolü, seçim barajı, anayasa değişikliği konularında kafası net. (…) TÜSİAD, Ümit Boyner yönetiminde eski değişimci çizgisine dönmüş görünüyor. Doğrusu budur ve AK Parti’nin TÜSİAD gibi etkin bir kurumun itici gücüne ihtiyacı var.”
Öte yandan DEİK yerine Türk-Rus İş Forumu’na dâhil edilen TUSKON nedir peki?
TUSKON Fethullah Gülen cemaatinin sermaye örgütüdür!
Gelin dikkat çeken bir haberi daha anımsayalım. Star’dan İbrahim Acar’ın 28 Eylül 2009 tarihli ve “TÜSİAD peşinde koştu, Rusları TUSKON kaptı” başlıklı haberi şöyle: “Toplam 773 milyar dolarlık ticaret hacmine sahip Rusya’nın en önemli işadamı örgütü Rus Sanayicileri ve İşadamları Birliği’nin (RSPP) Türkiye’nin en büyük iş dünyası örgütlerinde TUSKON ile işbirliği anlaşması imzalaması TÜSİAD’ı üzdü TUSKON ve RSPP, 25 Eylül’de işbirliği anlaşması imzaladı. Rusya tarafından bir işadamı aynı imzanın peşinden uzun süre TÜSİAD’ın da koştuğunu söyledi”.
Aynı gün içinde, AKP’nin Anayasa değişikliğini gündeme getirmesine dayanak oluşturan Boyner’li TÜSİAD’ın MÜSİAD ile buluşması ve Türk-Rus İş Forumu’na TUSKON’un katılması… Türkiye’de iktidar gücü üzerinden yoğun bir sermaye el değişimi yaşanıyor!

Mehmet Ali Güller
13 mayıs 2010

11 Mayıs 2010 Salı

Baykal Operasyonu’nun perde arkası İşaret: İnönü’ye Hitler benzetmesi

AB Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu temsilcisi Günter Verheugen, seçimlerden hemen sonra, 15 Kasım 2002’de Baykal’la görüşür. Baykal o tarihte, Varşova’da PES (Avrupa Sosyalist Partisi) toplantısındadır. Verheugen, Baykal’la yaptığı görüşmenin ardından siyasi yasaklı “AKP Genel Başkanı Recep Tayip Erdoğan”la bir araya gelir. Verheugen Erdoğan’a “Deniz Baykal seni Başbakan yapacak” der. Olay 22 Kasım 2002 tarihli Hürriyet gazetesinde şu şekilde yer alır: “Verheugen, Baykal’a ‘Başbakan kim olacak’ diye sorduğunu ve ‘Tabii ki seçimin galibi başbakan olacak’ yanıtını aldığını anlattı. Verheugen Baykal’la yaptığı sohbetten aldığı izlenimi Erdoğan’a, ‘Deniz Bey galiba sizin başbakan olabilmeniz için önünüzün açılmasına yardımcı olacak.’ sözleriyle aktardı. Erdoğan, Verheugen’in bu değerlendirmesi karşısında herhangi bir yorum yapmazken yanında bulunan kurmaylarının keyiflendiği gözlendi.”
Bu görüşmelerden birkaç ay sonra Baykal Erdoğan’a el uzattı; önce Anayasa değiştirildi sonra Siirt seçimleri iptal ettirildi. Anayasa değişikliğinden faydalanan Erdoğan’ın siyasi yasağı kalktı ve yenilenen Siirt seçimlerinde milletvekili seçildi.
İşin daha vahimi, gerekli Anayasa değişikliğinin yapılabilmesi için ABD Büyükelçisi bizzat devreye girmiş, Yüksek Seçim Kurulu’na bile dikkat çeken bir ziyaret yapmıştı.
Baykal, konuyla ilgili olarak 2 yıl sonra, 14 Mart 2005’te şu açıklamayı yapmıştı: “Erdoğan’a milletvekilliği ve Başbakanlık yolunun açılması, bizden hiçbir şekilde talep edilmemiştir. Siyasal hayatımızın normalleştirilmesi için gereken Anayasa değişikliğini yapma girişimimiz, bizde herhangi bir ödün karşılığı olmamıştır. İnandığımız için bunu yaptık ve buna karşılık da kimseden bir ödün istemedik, hiçbir talepte bulunmadık.”
Bunu neden hatırlattık?
Siyasi yasaklı Erdoğan’ı Türkiye’ye başbakan yapan Baykal’ın 8 yıl sonra aynı Erdoğan’ı kendisine komplo yapmakla suçlamasının paradoksunu dile getirmek için değil elbette sadece…
Operasyon, İnönü’ye Hitler benzetmesiyle başladı
Baykal neden hedef alındı?
Sorunun yanıtına geçmeden, önce olan bitenin adını koyalım: Birinci, üçüncü, beşinci, onuncu, onüçüncü Ergenekon dalgasından; Poyraz, Balyoz, Kafes, Erzincan, Erzurum Ergenekonlarından sonra sıra Baykal Operasyonu’na geldi…
Ya da sırasıyla İşçi Partisi, Türk Ordusu ve Yargı’nın hedef alınmasından sonra sıra Cumhuriyet Halk Partisi’ne geldi…
Yaşananın adı Ergenekon’un yeni aşaması olarak Baykal Operasyonu’dur!
Kim ne derse desin, Baykal son iki yıldır, 40 yıllık siyaset hayatının en önemli sınavını verdi! Bakmayın siz CHP dostu görüntüsü altında, “Baykal olmasa CHP iktidar olur” şeklinde söyleyenlere, yazanlara…
Ki aslında Baykal zirve yaptığı bu son iki yılın sinyalini 1 Mart 2003 tezkeresiyle vermişti ilk…
Ama asıl önemlisi Baykal’ın son iki yıllık çizgisidir. O çizginin temelinde ABD’nin AKP eliyle uyguladığı BOP’a direnmek vardır! Ve BOP’a direnen Baykal’a operasyon, “İnönü’ye Hitler benzetmesi” işaretiyle başlatılmıştır!
Baykal Operasyonu’nun zamanlaması
Erdoğan’ın İnönü’yü Hitler’e benzetmesi hangi şartlarda yapılmıştır?
1.. Anayasa Değişikliği paketinin en önemli maddesi olan “parti kapatmayı olanaksız hale getiren” 8. Madde 327 oyda kaldı. Böylece hem AKP paketi delindi, hem AKP içinde Erdoğan’a direnenler olduğu ortaya çıktı hem de seçim yılına girilirken AKP’nin aslında kaygan bir zeminde olduğunun ipucu görüldü!
2.. CHP iki hafta içinde Büyük Kurultay yapacak. Kuşkusuz AKP, Cumhuriyet mevzisinde direnen Baykal’ın yine Genel Başkan olmasına olumlu bakmıyordu.
3.. Anayasa Değişiklik Paketi Referanduma gidecek. Referandum bir bakıma AKP’nin halk nezdinde güven oylaması olacak.
4.. Türkiye genel seçim yılına girdi. “Kriz teğet geçti” söylemlerinin karın doyurmadığı, AKP’nin Açılım yüzünden şehit cenazesine bile gidemez hale geldiği, sınıfın Tekel direnişiyle güç olduğunu yeniden keşfettiği ve AKP’nin tüm anketlerde büyük güç kaybettiği gerçeği, seçimin de en somut ipucuydu!
İşte bu şartlarda “İnönü’ye Hitler benzetmesi” işaretiyle Baykal Operasyonu başlatılmıştır!
Baykal Operasyonu’nda dikkat çeken üç konuyu da hatırlatalım:
1.. Ergenekon avukatlığından Ergenekon sanıklığına
Kendini savcı ilan eden Başbakan’a karşı Ergenekon’un avukatı olduğunu ilan ederek Cumhuriyet mevzisinde direnişe geçen Baykal, tıpkı kendinden önceki Ergenekon avukatları gibi operasyona maruz kaldı. Birkaçını anımsamak gerekirse… Em. Yüzbaşı Muzaffer Tekin tutuklandığında, avukatı Kemal Kerinçsiz’di; sonra Kerinçsiz de operasyona uğrayıp tutuklandı. Doğu Perinçek tutuklandığında avukatı Nusret Senem’di; sonra Senem de operasyona uğrayarak tutuklandı. Em. Albay Levent Göktaş tutuklandığında, avukatı Serdar Öztürk’tü; sonra Öztürk de operasyona uğrayarak tutuklandı. Kemal Aydın tutuklandığında, avukatı Yusuf Erikel’di; sonra Erikel de operasyona uğradı. Vd.
2.. Erdoğan kasetleri mi, Baykal kaseti mi?
Mesele sulandırma konusunda deneyimli liberallerimiz koro halinde soruyorlar: “Başbakan’ın telefonu dinlenirken nerdeydiniz?” Koroya değil ama koro karşısında mahcup duranlara şu prensibi ve gerçeği hatırlatalım: Erdoğan’ın Talat’la telefon görüşmesi Türkiye’yi ve 70 milyon Türk’ü ilgilendirir; Baykal’ın kaseti ise –ki gerçek mi değil mi henüz bilinmiyor- sadece Baykal’ın ve Baytok’un ailelerini ilgilendirir!
Kaldı ki, internette yayınlanan o telefon görüşmelerini yayınlayan meslektaşlarımız Deniz Yıldırım ve Ufuk Akkaya tam 6 aydır tutuklular; ki bu süre, hüküm giyse bile alacağı cezadan daha fazla! Öte yandan bir başka meslektaşımız ama yandaş olanı aynı tür suçlamadan, üstelik 1.5 yıl hüküm giymiş olduğu halde, bir daha yapmamak şartıyla, tutuklanmayıp dışarıda mesleğini sürdürebiliyor!
3.. Başbakan ve Vakit arasındaki emir komuta zinciri mi var?
Baykal Operasyonu’nun birinci kaseti, sırada ikinci kasetin olduğu bilgisiyle bitiyordu. Ancak kamuoyuna yansıdığı şekliyle Başbakan Erdoğan haberi duyar duymaz kurmaylarına “çektirin şunu” talimatını vermiş! Böylece sıradaki kaset de çekilmiş oldu. Demek Başbakan’ın Vakit üzerinde böylesi bir gücü varmış! Başbakan talimatıyla kaseti çekenler, yine Başbakan talimatıyla acaba bugüne kadar neler yaptılar? Öte yandan sitenin digital izini sürenler, 1 değil tam 5 kasetin-görüntünün çektirildiğini belirtiyorlar.
CHP’nin iki yanlışı
Türkiye’nin Baykal Operasyonu’na direnmesi için, CHP’nin pusulayı şaşırmaması gerekiyor. Bu nedenle krizi yönetmeye çalışan CHP’nin iki yanlışına dikkat çekmemiz gerekiyor:
Birincisi, “Fethullah Gülen’in samimiyetine güvenme” açıklamaları yanlıştır. Fethullahçı Gladyo bu operasyonun göbeğindedir!
İkincisi, suikast iddiasına Sarıgül adının karıştırılmasıdır. Operasyonun gerçek failini perdelemek için ortaya sürülmüş bu iddianın peşine düşmek, CHP’yi gerçeklerden uzaklaştırır ve Türk milletinin direnme kabiliyetini zayıflatır.
Bahçeli’nin alacağı ders!
Yazımızın girişinde, Baykal’ın Erdoğan’ı başbakan yapmasının öyküsünü hatırlatmıştık. Bitirirken de MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ye hatırlatalım: Tek bir kurmayına bile danışmadan, gelen bir telefon sonrasında ‘3 Kasım 2002’yi seçim günü ilan eden ve önce AKP’ye iktidar olma yolu açan sonra Abdullah Gül’e Cumhurbaşkanlığı yolu açan Bahçeli, Baykal’ın düştüğü durumdan iyi ders çıkarmalıdır!

Mehmet Ali Güller
11 Mayıs 2010

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Türk-Rus İttifakı

Rusya Devlet Başkanı Medvedev’in Türkiye ziyareti 15 yıldır artan ivmeyle yükselen Türk-Rus ilişkilerinde yeni bir sıçrama noktası oluşturacak.
Ziyaret öncesi açıklama yapan Medvedev, Türk-Rus ilişkilerinin çok boyutlu stratejik ortaklık düzeyine çıktığını ilan etti. Türkiye ziyareti sırasında “uluslararası barışın, istikrarın ve güvenliği sağlanması için dış politika adımlarının birlikteliğini” sağlayacaklarını vurgulan Medvedev, “Türkiye bölgesel ve uluslararası konularda bizim en önemli ortaklarımızdan biri” dedi.
M. Kemal’den Lenin’e… 90. Yıl
Mustafa Kemal’in Lenin’e yazdığı 26 Nisan 1920 tarihli mektupla başlayan ve 3 Haziran’da resmiyet kazanan Türkiye – Sovyet Rusya ilişkilerinin 90. yıldönümüne denk gelen bu ziyaret, bölgesel açıdan da büyük önem kazanıyor. 5 gün içinde sırasıyla Beşar Esad’ın Türkiye’ye, Medvedev’in de önce Suriye’ye sonra Türkiye’ye gelmesi Ankara-Moskova-Şam eksenli gelişmelerin somut ifadesidir.
Gül’ün geçen yılki Moskova ziyareti sırasında imzalanan ortak deklarasyonla, “çok boyutlu ortaklığın derinleştirilmesi” hedeflenmişti. İki ülke bu hedef doğrultusunda anlaşma çeşitliliğine gidiyor.
Medvedev’in ziyareti sırasında imzalanacak anlaşmalar arasında şunlar var: İçişleri Bakanları arasında güvenlik alanında işbirliğinin geliştirilmesi, hava ulaşımının geliştirilmesi, Samsun-Kavkaz limanları arasında feribot seferlerinin yapılması, Ankara ve Moskova’da karşılıklı kültür merkezlerinin açılması, 30 günlük ziyaretler için vize muafiyeti, Türkiye üzerinden Rusya Federasyonu’na giriş yapacak yabancılar için geri kabul anlaşması.
İki ülke arasında kurulan “Üst Düzey Stratejik İşbirliği Konseyi”nin ilk toplantısı da Ankara’da yapılacak. Konsey Ankara-Moskova hattının önüne “ekonomik ilişkiler, siyasal konular ve toplum forumu”ndan oluşan üç aşamalı stratejik yol haritası koyacak.
Birinci Aşama - Ekonomik ilişkiler
Son 5 yılda Türkiye-Rusya ticaret hacmi 8 kat artarak 40 milyar dolara çıktı. Rusya Türkiye’ye doğal gaz (yüzde 42) ve petrol-petrol ürünleri (26) ağırlıklı ihracat yaparken, Türkiye de Rusya’ya tekstil ürünleri (yüzde 20), demir-çelik ürünleri (yüzde 16), sebze-meyve (yüzde 12) ihraç etmektedir. İki ülke, ticaret hacmini 100 milyar dolar seviyesine çıkarmayı hedeflemektedir. Öte yandan ticarette Dolar yerine Ruble ve Lira kullanımı konusu da iki ülkenin gündemindedir.
İki ülke arasındaki enerji gündemini kısaca anımsarsak;
1.. Rusya 1984 yılında imzalanan anlaşmayla, Ukrayna-Romanya-Bulgaristan üzerinden gelen boru hattından, Türkiye’ye 1987’de gaz ihracatı başlattı.
2.. 2005 yılında Mavi Akım imzalandı.
3.. Rusya 2009 yılında kendi projesine (Burgas-Dedeağaç) rakip olarak gördüğü Samsun-Ceyhan boru hattına petrol vermeyi kabul etti.
4.. Türkiye de bu gelişmenin karşılığı olarak Nabucco’nun alternatifi olan Güney Akım boru hattının Türk karasularından geçmesine yeşil ışık yaktı.
5.. Putin’in 2009 Ağustos’undaki Ankara ziyareti sırasında Mavi Akım-2 hattının inşası, Türkiye’de yer altı depolarının oluşturulması (Tuz Gölü) ve nükleer santral inşası konusunda mutabakata varıldı.
6. Rusya Enerji Bakanı Sergey Şmatko, Abdullah Gül’ün geçen yılki Moskova ziyareti sırasında iki ülkenin önümüzdeki dönem gündeminde 60 milyar dolarlık enerji anlaşması bulunduğunu açıklamıştı. Şmatko, bu anlaşmalardan birinin 20 milyar dolarlık 4 üniteli Nükleer Elektrik Santrali olduğunu belirtmişti.
İkinci Aşama - Siyasal-Askeri konular
Ankara-Moskova arasındaki siyasal konuların esasını Karadeniz, Kafkaslar, Ortadoğu, Orta Asya, uluslararası ve bölgesel örgütler oluşturmaktadır.
Ankara’nın 2005 yılında Başbakan Erdoğan üzerinden deklare ettiği “Dünyada istikrarın korunmasına ilişkin konular da dâhil olmak üzere, bölgedeki duruma ilişkin görüşlerimiz tamamıyla örtüşmektedir” açıklaması Ankara-Moskova siyasal hattının temelini oluşturmaktadır.
1.. Rusya Çin’le birlikte Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye olmasını arzulamaktadır. ŞİÖ’nün Orta Asya’ya hâkim olmak isteyen ABD karşısındaki bölgesel ağırlığı her geçen yıl hem niceliksel olarak (üye ve gözlemci üye sayısı artışı) hem de niteliksel (tarihi Rus-Çin askeri tatbikatları) olarak artmaktadır. Dahası, ABD Orta Asya’yı ele geçirme hedefinin merkezine koyduğu Afganistan’da yenilmektedir. Afganistan işgalinin askeri merkezi olan Kırgızistan-Manas üssü meselesi en kritik konu olarak geçen ay ŞİÖ lehine gelişmiştir.
2.. Türkiye Rusya’nın İslam Konferansı Örgütü İKÖ’ye gözlemci üye olmasını sağlamıştır. Rusya’nın başvurusuna, “ileri de Hindistan da başvurabilir” gerekçesiyle karşı çıkan Pakistan’ın tavrı Ankara’nın bastırmasıyla değiştirilmiştir.
3.. Türkiye Rusya’nın Dünya Ticaret Örgütü üyeliğine de açık destek vermiştir.
4.. Putin’in batıyı, 40 yıldır bağımsız olan KKTC’yi tanımayarak çifte standart uygulamakla suçlaması, Moskova’nın Kıbrıs meselesindeki yeni tutumun temelini oluşturmaktadır. Rusya 2004 yılında KKTC ile doğrudan teması başlatmıştır. Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un dönemin KKTC Başbakanı Mehmet Ali Talat’la görüşmesi Moskova’nın Ankara’ya somut desteği olarak yorumlanmıştır. Türkiye’deki Avrasyacıların katkılarıyla yürütülen birkaç heyetler arası görüşme de mevcuttur. Ankara Kıbrıs konusunda Moskova’dan daha fazla adım belemektedir.
5.. Rusya Parlamentosu alt kanadı Duma’nın 1995 ve 2000 yıllarında kabul ettiği sözde soykırımı kabul eden kararlar o tarihten bu yana dondurulmuştur. Kaldı ki Ankara, Duma’nın aldığı kararı başka ülkeler ve Avrupa Parlamentosu kararlarıyla kıyasladığında “daha yumuşak içeriğe sahip” şeklinde değerlendirmektedir.
6.. İki ülke hem Gürcistan hem de Ankara’nın önerdiği “Kafkas İşbirliği ve İstikrar Paktı” konusunda da görüş birliği oluşturma gayretindedirler. Özellikle Gürcistan konusu, Ankara ve Moskova’nın “Karadeniz güvenliği” eksenli bakış açılarının merkezine oturmaktadır.
Öte yandan Dağlık Karabağ sorunu da iki ülkenin sıcak gündemindedir. Rusya’nın Bakü Büyükelçisi Vladimir Dorohin, Medvedev’in ziyareti sırasında Güney Kafkasya’nın güvenliği konusunun ve Dağlık Karabağ Sorunu’nun gündeme geleceğini açıkladı.
7.. Ankara ve Moskova Karadeniz konusunda da ortak tavır sergilemektedir. Rusya’nın, ABD-NATO’nun Karadeniz’e girmesine karşı olan tutumu ile Türkiye’nin Montrö’nün değişmesini istemeyen tutumu ortak tavır belirlemenin temelini oluşturmuştur. ABD-NATO’nun Karadeniz’e sızma girişimlerine iki ülke birlikte engel olmaktadır. Blackseafor bu bakımdan önem kazanmaktadır. Öte yandan iki ülke ayrıca Karadeniz Ekonomik İşbirliği KEİ Örgütü’nü daha etkin hale getirme kararı da almıştır.
8.. Ankara ve Moskova, ABD tehdidi altındaki İran konusunda da paralel tutum almaktadır. Ankara ve Moskova sorunun barışçıl yollarla çözülmesi konusunda tavır belirlemiştir.
9.. Her iki ülke ABD işgali altındaki Irak’ın parçalanmasına karşı “Irak’ın toprak bütünlüğü” tavrını sürdürmektedir.
10.. 90’lı yıllarda Türkiye’nin Rus silah ve helikopterleri almasıyla başlayan askeri işbirliği, Türkiye’nin NATO üyeliğinden dolayı istenen hızla ilerleyememektedir. Moskova bu konudaki görüşünü de açık bir şekilde Savunma Bakanı Sergei İvanov aracılığıla dile getirmiştir: “Türk Ordusu’nun NATO standartlarını kabul etmesi ile ABD ve diğer Batılı ülkelerin ortaya koyduğu sert rekabetin askeri işbirliğimizi kısıtladığını söylemeliyim. Bu ülkelere Türkiye’deki askeri ve siyasi çevrelerde belirli bir sempati duyulduğunu da kabul etmek gerekiyor”.
Rus Donanma Komutanı Amiral Vladimir Vısotski’nin 2008’deki Türkiye ziyareti sırasında Rus ve Türk denizcilerinin eylemlerinin koordine edilmesi, Karadeniz’deki ortak faaliyetlerin biçim ve yönlerinin artırılması, bölgedeki kolektif güvenlik geliştirilmesi konusunda mutabakat oluşturulması askeri işbirliğine belli bir düzeyde ivme kazandırmıştır. Yine aynı yıl içinde bir Rus şirketinin tanksavar ve füze satış ihalesini kazanması gelişmeyi daha da ivmelendirmiştir.
Üçüncü Aşama –Toplum Forumu-Kültürel konular
Türkiye’nin 2007’yi Rusya Kültür Yılı ilan etmesi, Rusya’nın da 2008’i Türkiye Kültür Yılı ilan etmesi kültürel ilişkilerin seviyesini artırmıştır. Üniversiteler ve arşivler arasında işbirliği sağlayan anlaşmaların imzalanması ile öğrenci ve öğretim görevlisi değişim programlarının kabulü kültürel işbirliğinin akademik boyutunu oluşturmuştur.
Putin’in son ziyareti sırasında imzalanan “kültür, sanat, bilim, eğitim, spor gibi alanlardaki işbirliği protokolleri”nin hayata geçmesi, işbirliği boyutunu daha da geliştirecektir.
Öte yandan Rusya’nın yıllık 3 milyon turistle, Türk turizminde ilk sıraya yerleştiğini de belirtelim.
AKP’nin tutumu
Başbakan Erdoğan’ın mevcut ilişkileri “stratejik ortaklık” olarak ilan etmesi bir niyet ifadesi midir? Yoksa ABD’nin açık desteğiyle iktidar olan ve BOP eşbaşkanlığı görevini yürüten Tayyip Erdoğan politika mı değiştirmektedir?
Sorunun yanıtını 4 parametreyle açıklayabiliriz.
1.. Öncelikle Türk-Rus ittifakının kaynağını ABD tehdidi oluşturmaktadır. 1989-1991 kırılmaları sonası, Ankara ile Moskova arasında zorunlu bir köprü oluşturmuştur. Özellikle 28 Şubat sürecinde ivmelen ikili işbirliği, bir “devlet politikası”nın gereğidir. Hükümetler bu devlet politikasını uygulamaktadır. MGK eski Genel Sekreteri Org. Tuncer Kılınç’ın, Türkiye-Rusya-İran ittifakı şeklinde özetlenebilecek önerisi unutulmamalıdır!
2.. Türkiye’de yüzde 84’lere çıkan ABD aleyhtarlığı ile 90’ların ortalarından itibaren yükselişe geçen Ulusalcılık ve Avrasyacılık, Washington’u yeni bir siyaset izlemeye itmiştir. Ankara-Moskova yakınlaşmasını engelleyemeyecek olan Washington-AKP, “dışında kalmaktansa, içinden etkileme” yolunu zorunlu olarak seçmiştir.
3.. Siyaset dışında ticaret şartları da AKP’yi Moskova’yla yakınlaşma siyasetini sürdürmeye zorlamıştır. TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nun dile getirdiği “Günümüzde Türk-Rus ilişkilerini Soğuk Savaş yıllarında olduğu gibi sınırlandıracak hiçbir engel kalmamıştır. Türkiye ve Rusya, geçmişte Almanya ve Fransa’nın başardığını başarabilir” şeklindeki sözler iki ülke ilişkilerinin gelişmesinde sınıfsal şartların da varlığına işarettir. TOBB dışında aralarında TÜSİAD üyelerinin de olduğu 200’ü aşkın şirket Rusya’da büyük hacimli işler yapmaktadır.
4.. Diğer yandan AKP hükümeti, zorunlu uyguladığı Moskova politikasını aynı zamanda batıyla ilişkilerinde de bir denge ve koz aracı olarak değerlendirmektedir.
Sonuç
Medvedev’in ziyareti Ankara’nın bölgesel ağırlığını artıracak anlaşmalarla doludur. Bölgesel ağırlığı artacak Türkiye de, Rusya’nın desteğiyle Kıbrıs’tan ve Irak’ın kuzeyinden yönelen ABD tehditlerine karşı daha iyi direnecektir.
Orta Asya’yı ele geçirmek isteyen ABD’nin karşısında Türk-Rus-Pers-Arap Seddi inşa edilmeye başlamıştır!

Mehmet Ali Güller
10 Mayıs 2010

4 Mayıs 2010 Salı

"Milli İrade" Yalanı

Tarih:22 Nisan 2010
Yer: TBMM
Konu: Anayasa Paketi oylaması, 1. Tur, 8. Madde…
Parti kapatmayı olanaksız hale getiren yasa görüşülürken, 330’un altında kalınabileceği, bazı AKP’lilerin çekimser oy kullanabileceği ihtimali ortaya çıkar. Bunun üzerine AKP kurmayları tıpkı “Habur Çadır Tiyatrosu” sırasında olduğu gibi BDP kurmaylarıyla temas sağlar. Önce iki, daha sonra beş milletvekiline ihtiyaç olduğu belirtilir. Beş BDP milletvekili salona girer ve “evet” oyu kullanır. Böylece 8. Madde geçer…
BDP milletvekili Ufak Uras oylamayla ilgili şöyle der: “Paketin 330’un altında kalması, Ergenekon’un zaferi olur”. BDP’nin Şanlıurfa Milletvekili İbrahim Bilici ise “330’un altında kalınmasından aklıselim sahibi hiç kimsenin mutlu olmayacağını” söyler. Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan ise aldıkları görevi çok net ifade eder: “Acil kan ihtiyacı olduğu zaman devreye gireriz”.
Tarih: 3 Mayıs 2010
Yer: TBMM
Konu: Anayasa Paketi oylaması, 2. Tur, 8. Madde
BDP, ikinci tur oylamaya katılmaz. AKP’den oylamaya 335 milletvekili katılır. “Tavrınız ne olacak” sorusuna BDP Grup Başkanvekili Bengi Yıldız şu yanıtı verir: “Görüyorsunuz, içerde parti kapatma maddesi görüşülüyor ve biz katılmıyoruz. Geçen sefer katıldık ve madde geçti. Bakalım bu sefer ne olacak?”.
Ve 8. Madde 327 oyda kalır. Böylece AKP’nin paketi delinir. 8. Madde’ye oy vermeyen AKP’lilerin Faruk Koca’nın kâğıda yazdığı ve objektiflere yansıyan şu isimler olduğu sanılır: Vahit Erdem, Köksal Toptan, Murat Başesgioğlu, Reha Çamuroğlu, Hilmi Güler, Sadık Yakut, Kürşat Tüzmen…
AKP-PKK pazarlıkları
Peki 10 gün içinde ne olmuştur da, “Paketin 330’un altına düşmemesi görevimizdir” diyen BDP’nin tavrında köklü bir değişiklik olmuştur…
Arada Öcalan, avukatları aracılığıyla açıklama yapmış ve BDP’nin oyuna gelmemesini istemiş dahası “AKP’ye destek vermeyi ahlaksızlık olarak” ilan etmiştir. Pazarlıklar neticesinde isteklerinin tamamını koparamayan Apo-PKK, “Anayasa referanduma da gitse BDP tavrını koymalı” demiştir! Açıklama 2 Mayıs’da basına da yansır ve 3 Mayıs’daki oylamaya BDP katılmaz!
Bu mudur Başbakan Erdoğan’ın her fırsatta diline doladığı “milli irade”?!
Açacağız…
Ama BDP’nin tavır değişikliğinin nedenini de yeri gelmişken kısaca belirtelim.
BDP hem havuç hem sopa
BDP’nin AKP ile ilişkilerinde bu kadar zikzak çizmesinin nedeni “zorunlu müttefiklik” ilişkisindendir. ABD’nin AKP eliyle uyguladığı “Kürt Açılımı”nın bazen “havucu” bazen de “sopası” olmuştur BDP. Tıpkı “Kürt Açılımı” gibi “Anayasa Paketi”nin de gerçek sahibi Washington’dur. Dolayısıyla BDP, AKP’nin iç cephede elini güçlendirebilmesi ve merkezi kuvvetleri ikna (!) edebilmesinin aracı olagelmiştir… PKK, “Kürt Açılımı”nın duruma göre öznesi, duruma göre de nesnesi olmuştur..
TBMM’nin iradesi mi, Öcalan’ın iradesi mi?
Gelelim “milli irade” meselesine…
Hayır, Başbakan’ın “yüzde 47”yi “yüzde 55” yapabilen “matematik açılımı” üzerinde durmayacağız; hatta “yüzde 47”nin TBMM’nin dörtte biri olduğu gerçeği üzerinde de durmayacağız.
Başbakan Erdoğan, ne zaman siyaseten sıkıntılı bir durumla karşılaşsa, hemen “milli irade” söylemine sığınır… Çünkü sandıktan “yüzde 47” çıkmıştır! “Demokrasi” gibi, “özgürlük” gibi, “insan hakları” gibi çarpıtılan ve araç olarak kullanılan bir kavramdır artık “milli irade”.
Başbakan’ın “milli irade” söyleminin gerçek olmadığının ispatı da Anayasa Paketi oylamasıdır. “Özgür bireylerden oluşan milletin, kendisini ilgilendiren sorunlar ile ilgili olarak, başka bir kişiye ve merkeze tabi olmadan kendi özgür iradesiyle karar verebilmesi” anlamına gelen “milli irade” bilinci gerçekten var mıdır AKP’de?
Hadi oyları zarf içinde kontrol edilen AKP milletvekillerinin “iradesi”ni bir yana bırakalım… Ya TBMM’nin 8. Madde ile düşürüldüğü duruma ne diyeceğiz?
Bu oylamada da görülmüştür ki, tıpkı 1 Mart tezkeresinde olduğu gibi onurlu duruş sergileyenleri saymazsak, AKP paketine yansıyan milletin iradesi değil, ya Erdoğan’ın iradesi ya da Öcalan’ın iradesi olmuştur…
Daha doğrusu, projenin esas sahibinin, yani ABD’nin iradesidir!

Mehmet Ali Güller
4 Mayıs 2010