29 Haziran 2010 Salı

ABD-TSK ÖRTÜLÜ SAVAŞININ İSMİ: PKK

Toronto’daki G-20 toplantısına katılan ve Obama ile iki kez görüşen Başbakan Erdoğan, düzenlediği basın toplantısında ilginç açıklamalar yaptı. Irak merkezi yönetiminin Kuzey Irak’ta hiçbir egemenliğinin bulunmadığını, yerel yönetimin de bölgeye henüz tam olarak egemen olamadığını savunan Erdoğan, NATO’dan Kandil’e asker yollamasını istedi!
Başbakan’ın bu çağrısı akıllara 2002 yılında Harp Akademileri’nde gerçekleştirilen Kerkük merkezli “etnik çatışmaya müdahale edip barışı sağlayan NATO” harp oyununu getiriyor…
Meselenin bu yanını bırakıp, Başbakan’ı bu çağrıyı yapmaya iten “görünür” nedene bakalım öncelikle: 1 Haziran itibariyle PKK terörü arttı ve verilen kayıpların büyüklüğü kamuoyunda AKP’yi zorlayan tepkilere yol açtı.
PKK ABD’NİN SİLAHIDIR!
Öncelikle belirtelim ki, PKK terörü aslında ABD ile Türk Ordusu arasındaki örtülü savaşın ismidir!
PKK ABD’nin gerektiğinde havucu gerektiğinde sopasıdır!
PKK, ABD toprağı olan Irak’ın kuzeyinde barınmakta; PKK’nın “özel birlikleri” ABD Ordusu tarafından eğitilmekte; PKK’nın silahları ABD ordusu tarafından sağlanmakta, istihbaratı ABD tarafından verilmekte; finans kaynakları CIA tarafından koordine edilmektedir!
Bu saptamaların üzerinden atlanarak üretilecek her “devlet politikası” Ankara’yı Washington karşısında daha da çaresizleştirecektir! Çünkü tehdidin kaynağı doğru saptanmadan, savaş kazanılmaz!
PKK ÜZERİNDEN ABD HEDEFLERİ
1 Haziran’dan itibaren sözde ateşkes süresinin dolmasıyla başlayan PKK terörünün, daha doğrusu bu silahı kullanan ABD’nin hedefleri nelerdir? Bu hedefleri doğru saptamak için öncelikle koşulların analizini yapalım.
ABD açısından “Irak’ın kuzeyi – Kukla Devlet” operasyonunda yeni bir aşamaya gelindi. Washington 2003’te ilan ettiği “Irak’ın kuzeyi ile Türkiye’nin güneydoğusu tek bir ekonomik bölge olmalı” hedefini Davutoğlu ile Barzani arasında yapılan “tam ekonomik entegrasyon” anlaşması ile gerçekleştirmiş oldu. Sırada “siyasi entegrasyon” var. Bu ABD’nin 1986 yılından beri Türkiye’ye dayattığı ama başta TSK olmak üzere milli kuvvetlerin direnci nedeniyle başaramadığı “Türkiye himayesinde Kürdistan” planıdır, “Üç İsrail” planıdır. ABD Özal üzerinden gerçekleştiremediği bu planı, hem küresel ve bölgesel şartların daha da olgunlaşması nedeniyle, hem de bulabildiği en bağımlı iktidar nedeniyle bu aşamaya kadar getirmiştir. Plan önündeki en büyük direnç odağı TSK, Ergenekon tertibi ile kısmen durdurulmuştur! Ancak Türk Ordusu plana, kapsamlı saldırılara rağmen direnmektedir.
HAVUÇ AŞAMASINDAN SOPA AŞAMASINA
İşte ABD bu yeni koşullar üzerinden PKK silahının tetiğini çekmiştir. “Kürt Açılımı” sırasında PKK’yı havuç olarak kullanan ABD, yeni aşama nedeniyle PKK’yı sopa olarak kullanmaya başlamıştır.
PKK terörü üzerinden ABD’nin biri esas, ikisi de esası güçlendirme araçları olarak toplam üç hedefi vardır:
1.Hedef: ABD’nin PKK silahını ateşlemesinin esas hedefi, TSK ve diğer milli kuvvetleri “Türkiye Himayesinde Kürdistan” planına mecbur etmektir.
2.Hedef: ABD koordinasyonunda yürütülen yeni PKK saldırıları ile TSK’nın kamuoyu nezdinde itibarı sarsılmaya çalışılmaktadır. ABD 2. hedefi gerçekleştirmek için üç araç kullanmaktadır:
a) İktidar aracı üzerinden “Genelkurmay hesap vermeye” çağrılır!
b) Tetikçi analistler üzerinden TSK’nın milli yapısını tasfiye edebilmek için sözde “profesyonellik” tartışmasından, “ordu lağvedilmeli, yeni ordu kurulmalı” gibi uçuk fikirlere varacak kadar geniş bir yelpazede TSK’nın yapısı sorgulatılır!
c) Yandaş basın üzerinden TSK’nın bazı unsurlarının PKK ile irtibatlı olduğunda başlayarak, TSK’nın bu saldırıları bizzat organize ettiğine kadar varan alçakça propaganda yapılır. “TSK savaşı kaybediyor” fikri kamuoyuna enjekte edilir.
BÖLGESEL ÖZERKLİĞİN DIŞ SINIRI, KONFEDERASYONUN İÇ SINIRIDIR
3.Hedef:
ABD, “Türkiye himayesinde Kürdistan” gerçekleştiğinde oluşacak konfederasyonun sınırlarını PKK silahı ile saptamaktadır.
Nasıl mı? Açıklayalım:
Kuruluşunda bu yana 3 dönemden geçtiğini kaydeden PKK, 1 Haziran’da başlayan süreci 4. dönem olarak ilan etti. PKK tarihinde bir dönemden bir döneme geçişin hem siyasi hem de saldırı değişiklikleri içerdiğini belirtelim. PKK işte bu yeni dönemi hem BDP İl Genel Meclisi Başkanları ve Belediye Başkanları toplantısından çıkardığı karar ile hem de bizzat Cemil Bayık’ın ağzından “demokratik özerkliği koruma, geliştirme ve yaşatma” dönemi olarak ilan etti.
PKK’nın 1 Haziran’dan itibaren yaptığı saldırıların coğrafyası işte bu “demokratik özerklik” dediği dikdörtgen şeklindeki alanın dış çevresidir. Bu dikdörtgenin alt en sağı Hakkari-Şemdinli, alt en solu İskenderun-Osmaniye hattıdır. Dikdörtgenin sol tarafının ekseni Malatya’dan geçmektedir. Ve dikdörtgenin üstü Karadeniz’dir!
SINIR DEĞİŞTİRME TARTIŞMASI
Bu süreçte PKK’nın “demokratik özerklik” kavramının TÜSİAD toplantısında “bölgesel özerklik” olarak gündeme gelmesi manidardır. Açılımın tartışıldığı TÜSİAD toplantısında Sedat Aloğlu şu üç öneriyi Türkiye’nin konuşması gerektiğini belirtti: “1. Çözüm aşamasında İmralı’nın görüşmelere katılması. 2. Anayasa’ya ‘bu ülkeyi Türkler ve Kürtler kurdu’ maddesinin eklenmesi. 3. Bölgesel özerklik”.
AKP’li Bakan Hayati Yazıcı’nın gündeme getirdiği “sınırın yerinin bazı bölgelerde kaydırılması konuşulabilecek, tartışılabilecek bir şey” önerisi de “zamanlama” açısından önem kazanıyor!
ABD MESAJI: ELVEDA CUMHURİYET, HOŞGELDİN KONFEDERASYON
“PKK havucu ve sopası” ile AKP uygulamaları arasında sıkıştırılan TSK, direnmekte ama kan kaybetmektedir. Erdoğan’ın daha 2004 yılında ilan ettiği “Diyarbakır’ı ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi içinde bir merkez” yapma hedefi adım adım ilerlemektedir. Şeyh Said’in Diyarbakır’ın orta yerinde anılması bu hedef içindir! Diyarbakır’ın orta yerinde Apo, Barzani, Talabani posterlerinin açılması bu hedef içindir.
ABD Şeyh Said’i anma mitingleriyle “güle güle Türkiye Cumhuriyeti” ve “hoş geldin Konfederasyon” demektedir!
İşte Erdoğan’ın Toronto’daki açıklaması tüm bunları alt alta koyduğumuzda anlam kazanıyor. Erdoğan, her zamanki gibi sol gösterip sağ vurmaktadır; eleştiri görüntülü saptama daha doğrusu hükümetini aşarak “Türk devleti” adına ABD’ye taahhütte bulunmaktadır. “Irak’ın kuzeyinde Bağdat’ın hiçbir egemenliği yok, Kuzey Irak yönetimi de bölgeye tam hâkim değil” diyen Erdoğan, “Türk devleti” adına “Türkiye himayesinde Kürdistan” planını kabul ettiğini taahhüt etmiştir.
MİLLİ VE SİYASİ BİRLİK ZORUNLUDUR
Ancak…
Türkiye Cumhuriyeti’nin milli ve siyasi birliğini parçalayacak bu plan, Özal tarafından uygulatılamadığı gibi Washington’a en bağımlı Erdoğan tarafından da uygulatılamayacaktır. Milli ve siyasi birlik bir tercih olduğu gibi aynı zamanda bölgesel bir zorunluluktur da…

Mehmet Ali Güller
29 Haziran 2010

28 Haziran 2010 Pazartesi

ABD-İRAN MÜZAKERE ŞARTLARI KAVGASINDA, AKP’YE BİÇİLEN ROL

Başbakan Erdoğan, Toronto’da G-20 zirvesi sırasında Obama ile yaptığı görüşmede bakın ne demiş: “İran konusunda amaçlarımız aynı, sadece yöntemlerimiz farklıdır. Türkiye elbette BM Güvenlik Konseyi’nin İran’a yaptırım kararının yükümlülüklerine uyacaktır”. (Hürriyet, 28 Haziran 2010)
Erdoğan’ın Obama’ya söylediği bu cümle, ABD’nin BM Daimi Temsilcisi Susan Rice’in “hedef aynı, taktik farklı” yorumunu anımsattı bize. Oylamadan sonra Türkiye’nin “hayır” kararını soran muhabire şu yanıtı vermişti Rice: “Sanırım çok talihsiz bir karardı. Ama Türkiye’nin ve Brezilya’nın karşı oy kullanmakla ayrı bir sonuca ulaşmayı hedefledikleri söylenemez. Sadece taktik ve zamanlama farklılığı”. (Yeni Şafak, 11 Haziran 2010) Sizce bu ifadeyle, BM Güvenlik Konseyi’nin İran’a yaptırım kararına Türkiye’nin “hayır” oyu vermesiyle koparılan fırtınanın, Ankara-Washington hattında bir sıkıntı doğurmadığı, sadece taktiksel olduğu iyice belirmiş olmadı mı?
Ya da şöyle soralım: Erdoğan, 18 Haziran tarihli konuşmasında dile getirdiği “biz Tahran Anlaşması’nı ABD Başkanı’nın bize yazdığı mektuplar çerçevesinde yürüttük” görevini acaba TC Başbakanı sıfatıyla mı, yoksa BOP eşbaşkanı görevlisi olarak mı yerine getirmiş oldu?

ABD DİYALOG KAPISINI YENİDEN AÇTI
Neyse…
“İran’a markaj” görevinin üstünü kazımayı sürdürelim.
Türkiye’nin de aralarında bulunduğu G-20 toplantısından önce, “asıl kararları” almak üzere zenginler kulübü olan G-8 zirvesi yapıldı. Zirve sonrası açıklanan sonuç bildirgesinde “İran, nükleer programı konusunda şeffaf bir diyaloga çağrıldı”; ayrıca “Türkiye ve Brezilya’nın anlaşma sağlamak için harcadıkları çabalara” dikkat çekildi.
Washington böylece, geçen hafta sinyallerini verdiği “Tahran nükleer takas anlaşması masada” görüşünü daha net ortaya koymuş oldu.
O zaman şu tespitin altını daha kalın bir kalemle çizelim: AKP, Obama’nın İran’daki barışçıl öncül kuvvetiymiş!

MÜZEKERE MASASI ŞARTLARI KAVGASI
BM oylamasından bu yana yazılanlardan ve konuşulanlardan, tam şu noktada haklı bir kafa karışıklığı ortaya çıktığı görüldü. Madem ABD AKP’den İran’la nükleer takas anlaşması yapmasını istedi, o zaman neden BM’den yaptırım kararı çıkarttı?
Ya da şöyle soralım: ABD İran’a yaptırım kararı çıkarttıktan sonra, neden bu kez G-8 zirvesi aracılığıyla diyalog kapısını açtı?
AKP’nin, “monşerleri” devre dışı bırakınca yanıtını bulamadığı sorular ve anlam veremediği ikircikli ABD tutumları işte şu ABD politikasından kaynaklanıyor:
İran’a “bu koşullar altında” sopa gösteremeyecek olan Washington, “Tahran’ı yalnızlaştırarak, kendi istediği koşullarda müzakerelere mecbur etmeye” çalışıyor. Yani ABD, AKP aracılığıyla Tahran’ı müzakere masasında tutuyor, BM üzerinden de izole etmeye çalışıyor. Washington’un hesabına göre BM ve diğer uluslararası kurumlar İran’ı izole ettikçe ve yalnızlaştırdıkça, ABD kendi istediği şartlarda masaya oturtacağı rakibinden daha çok şey kopartacak!
Acaba bu mümkün mü? ABD’nin 200 yıllık diplomasi deneyimi, 3 bin yıllık Pers diplomasisi karşısında ne derece etkin olabilecek? Çünkü “nükleer” diplomaside yeni bir evre başlıyor…
İran ABD manevralarına yeni bir manevrayla yanıt verdi ve “batılı devletlerle nükleer görüşmelere Ağustos ayının sonuna doğru başlamaya hazırlandıklarını” ilan etti. Ahmedinejad, ülkesinin, Viyana Grubu’yla gerçekleştireceği görüşmelere geç katılma sebebinin Batı’yı “cezalandırmak” olduğunu belirtti.
Son söz olarak altını çizmek gerekir ki, ABD açısından diplomasi masası aslında zorunlu tercihtir, çünkü Washington hem Irak hem de Afganistan cephesinde yenilgiye geçti. Üstelik zaman Washington saatine göre ilerlemiyor!

Mehmet Ali Güller
28 Haziran 2010

24 Haziran 2010 Perşembe

ABD AFGANİSTAN’DAN KUZEY IRAK’A ÇEKİLECEK

Bush’dan sonra Obama da yenildi. Bush Irak merkezli BOP ile 8 yıl idare ederken, Obama Afganistan-Pakistan merkezli revize BOP ile ancak 1.5 yıl dayanabildi! Ve ABD Irak merkezli eski BOP mevzilerine geri çekilme hazırlığına başladı.
AFGANİSTAN’DAKİ DURUM ABD’Lİ KOMUTANI BAYILTTI
Haziran ayı, ABD’nin Afganistan stratejisi açısından çok önemli gelişmelere sahne oldu. 8 yıllık Afganistan işgali artık yenilgiyle sonuçlanıyor. ABD, bir yandan geri çekilme takvimini uygulamaya başladı bir yandan da son bir umutla komutan değişikliğine gitti! “Obama’nın Afganistan Stratejisi çözülüyor” diyen Washington Post, sivil-ordu anlaşmazlığının had safhada olduğuna dikkat çekiyor. (Washington Post, 24 Haziran 2010)
Gelin 2 hafta öncesine dönelim ve ABD’li komutanın Senato’da bayılmasıyla başlayan süreci kısaca hatırlayalım.
ABD Merkez Kuvvetler Komutanı General David Petraeus, 15 Haziran günü, Senato Silahlı Kuvvetler Komitesi’nde, Afganistan savaşı ile ilgili ifade verirken bayıldı. Petraeus, Obama yönetiminin Temmuz 2011’i Afganistan’dan çekilme tarihi olarak belirlemesiyle ilgili gerçekleştirilen oturumda hem Demokrat hem de Cumhuriyetçi senatörlerin yoğun baskısı altında kaldı. Petraeus’u sıkıntıya sokan soru şuydu: “Obama yönetiminin çekilme takvimi çözüme katkıda bulunuyor mu yoksa ABD’nin işi sonuna kadar götürme konusundaki güvenini zedeleyerek operasyona zarar mı veriyor?”
Petraeus’un bu soruya verdiği yanıt her iki partiden senatörleri de memnun etmedi: “Başkan’ın önümüzdeki yıl Afganistan’daki asker sayısını azaltma emrinin iki amacı var. Birincisi Başkan’ın ülkeye gönderdiği ek askerlerin, sivil uzmanların ve paranın altını çizmek, ikincisi de bir acil durum mesajı göndermek”.
Senatörler ise Afganistan’a 30 bin ek asker gönderilmesi kararını desteklediklerini ancak çekilme takvimi konusunda kaygılı olduklarını belirttiler. (Hürriyet, 16 Haziran 2010)
ABD AFGANİSTAN’DA KAYBETTİ
Afganistan’daki işler, Petraus’un bayılmasına neden olacak kadar kötüye gidiyor. ABD, Afganistan merkezli BOP çerçevesinde hiçbir hedefine ulaşamadığı gibi önemli mevzileri de kaybetti.
1.. ABD, Afganistan’da AB ve NATO desteği almayı umuyordu. Obama böylece Bush döneminde çiğnenen transatlantik ilişkileri de onarmayı hesaplıyordu. Ancak AB ve NATO üyeleri Washington’un istediği desteği vermediler ve Kabil’in dışına çıkamayan ABD’nin çaresizliğini seyrettiler. ABD’nin askeri gücüne en çok ihtiyaç duyduğu ülke olan Türkiye de, AKP hükümetinin açık desteğine rağmen TSK’nın direnç göstermesi nedeniyle Afganistan’a muharip asker göndermedi.
2.. Obama yönetimi, en başında silip süpürmeyi hedeflediği Taliban’la, askeri yenilgiler tattıkça pazarlık etme noktasına geldi. Dahası ABD Ordusu tarafından hazırlanan bir rapora göre, Washington –farkında olmadan- Taliban’a haraç veriyordu! Rapora göre, ABD tarafından Afgan nakliye şirketlerine verilen 2 milyar dolardan fazla para, güvenlik garantisi karşılığı Taliban’a gitmişti! (Hürriyet, 22 Haziran 2010)
Zaten Obama, Aralık 2009’da belirlenen yeni Afganistan stratejisini, “Taliban’ın Afgan hükümetini devirebilme kapasitesine ulaşabilmesini önleme” gibi çok geri bir mevzide çizmişti.
3. ABD askeri, yönetimin uygulamalarına kazan kaldırmaya başladı. ABD’nin Afganistan’daki güçlerinin komutanı Orgeneral Stanley McChyrstal’in Obama yönetimiyle alay ettiği basına yansıdı. Roling Stone dergisi, McChrystal’in, Obama yönetiminin önemli isimleriyle yaşadığı sorunları ve emrindeki askerleri bile kendi stratejisinin savaşı kazandıracağına ikna edemediğini yazdı. Dergi, Orgeneral McChrystal’in Obama ile Oval Ofis’teki daha ilk görüşmesinde hayal kırıklığına uğradığını belirtti.
Bu gelişmeler üzerine Obama Amerikan yönetimi içinde çok önemli bir mevki olan Afganistan komutanını azletti ve yerine ABD Merkez Komutanı olan Petreus’u atadı! Washington Post gelişmeyi “Obama’nın Afganistan’daki son umudu Petreus” diye duyurdu!
Petreus’un ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden ile geri çekilme takvimi konunda çatıştığını anımsatalım. Ayrıca kurtarıcı olarak umut beslenen Petraeus’un, merkez komutanı olarak, Afganistan Komutanı McChrystal’in harekat planını imzaladığını da vurgulayalım. Dolayısıyla bir askeri mucize boşuna beklenmiş olacak. Hele Afganistan stratejisi açısından olmazsa olmaz durumdaki Manas askeri üssünün geleceğinin belirsizliğini de, bu gelişmelere eklersek…
ABD KIRKIZİSTAN’DA DA KAYBETTİ
4.. ABD’nin “Lale Devrimi” ile iş başına getirdiği Bakiyev, yenildi ve kaçtı! Washington’daki politika üreticileri “ABD’nin Orta Asya’yı kaybettiği” gerçeğinde birleşiyorlar ve en çok “Kırgızistan’ın Rusyalaşması” kavramını kullanıyorlar!
5.. ABD için Kırgızistan demek Manas üssü demek. Manas üssü demek Afganistan savaşının karargâhı, lojistik üssü, ikmal üssü, her şeyi demek. İşte ABD her şey anlamına gelen bu üssü de tamamen kaybetme noktasına geldi.
Şanghay İşbirliği Örgütü’nün Astana Zirvesi’nde aldığı kararla, Amerikan askeri varlığının çekilme tarihinin belirlenmesini istemesi ve bu istek doğrultusunda, ABD’nin Özbekistan’daki Hanabad Askeri Üssü’nü boşaltmak zorunda kalması, ABD planları açısından Manas’ı tek ve en önemli yapmıştı.
ABD, KUZEY IRAK’A ÇEKİLECEK
ABD’nin bu yenilgisi, Obama Yönetimi’ni haliyle geri çekilme takvimi yapmaya itti. Ve işte General Petraeus’un bayılmasına neden olan soruların temelinde de Temmuz 2011 diye belirlenen bu geri çekilme takvimi vardı.
Ancak ABD’nin geri çekileceği adres elbette Amerika kıtası olmayacak. ABD Emperyalist devleti geri çekilip, bir önceki mevzide aktif savunmaya geçecek. İşte o adres Kuzey Irak merkezli Ortadoğu’dur.
Kuşkusuz bu durum Rusya ve Çin’in de işine gelmiştir. Moskova ve Pekin yönetimi, ABD’nin yanı başındaki Kırgızistan’da, Afganistan’da olmasındansa, daha uzakta, Irak’ın kuzeyinde, Ortadoğu’da olmasını yeğlemiştir. Hem böylece ABD Ortadoğu bataklığında daha çok güç kaybedecek hatta Türkiye ile, Suriye ile, İran ile dişleri sökülecektir! İran konusunda BM Güvenlik Konseyi katında oluşan kısmi uyumun bir nedeni de işte bu konsensüstür.
ABD YENİLGİSİ TÜRKİYE’YE NASIL YANSIYACAK?
Peki ABD’nin Temmuz 2011’i Afganistan’dan geri çekilme takvimi ilan etmesi ve Kuzey Irak merkezli Ortadoğu’ya geri çekilecek olması Türkiye’ye nasıl yansıyacak?
BOP eşbaşkanlığı görevini sürdüren AKP’nin, “Ortadoğu Birliği”ni ilan etmesi, “Kuzey Irak’la tam ekonomik entegrasyon” anlaşması yapması ve artan PKK saldırıları karşısında “sınırın kaydırılmasını” tartışmaya açması Türkiye’ye neler getirecek, neler götürecek?
“Ilımlı İslam” iktidarı Irak’In kuzeyindeki Kukla Devleti Türkiye’ye himaye ettirebilecek mi; Türkiye’ye konfederal sistemi ve en sonunda “sınır değişikliğini” kabul ettirebilecek mi? Yoksa parçalanma sürecine uygun yeni bir aktör mü aranacak?
Washington, 2011 Temmuz’una kadar “ılımlı İslam” iktidarıyla devam edip, sonrasında “ılımlı ulusalcılarla” iktidar arayışına mı girecek?
Bu soruların yanıtlarına da önümüzdeki süreçte mercek tutacağız…
Ancak son tahlilde, eşbaşkanlık da (AKP), tarihin yasası gereği, başkanlığın (ABD) yenilgisini paylaşacak!

Mehmet Ali Güller
24 Haziran 2010

20 Haziran 2010 Pazar

PSİKOLOJİK SAVAŞIN SON AŞAMASI - MİLLET, ORDUSUNA KARŞI KIŞKIRTILIYOR

ABD’nin TSK’ya karşı yürüttüğü operasyonun değişmeyen iki hedefi var: 1. Türk Ordusu’nu bölmek. 2. Ordu ile milleti karşı karşıya getirmek.
İşte ABD bu iki hedef doğrultusunda TSK’ya karşı gerek darbecilik iddiaları üzerinden gerekse terörle mücadelesi konusu üzerinden psikolojik savaş uygulamaktadır.
Psikolojik Savaşın sahibi ABD, taşeronları AKP ve F Tipi Örgüttür.
Gelin “ 35 kişilik CIA-Pentagon heyeti”nin kurmaylığını yaptığı bu psikolojik savaşa mercek tutalım ve 2007 yılından itibaren savaşın aşama aşama nasıl ilerletildiğini görelim:
1.. Aşama
TSK’nın “terörle mücadele” konusundaki en seçkin subayları darbecilik iddiasıyla tutuklandı.
2.. Aşama
Ergenekon soruşturması kapsamında yapılan bu operasyon dalga dalga, sindire sindire, subayların kimi amirlerine de hazmettire hazmettire uygulandı!
3.. Aşama
“Terörle mücadele” etmiş subayların halk nezdinde itibarını sarsabilmek için akla ziyan iddialarla gündem yaratıldı. Örneğin günlerce, asit çukurlarına atılan binlerce ceset türünden deli saçması iddialar süsledi manşetleri. Aşama tamamlandığında, psikolojik savaşın aracı olarak işlev gören yandaş basın, kuyulardan tek bir insan kemiği çıkmamasını haber yapmadı elbette!
4.. Aşama
İlk 3 aşamanın sağladığı başarı ile cephede olan subayların da terörle mücadele azmi kırıldı. Cephedeki subay için terörle mücadele etmek her an Ergenekon’dan içeri alınmakla eşdeğer hale getirildi.
Teröristle mücadele eden subay terörist muamelesi görerek zindana atılırken, Kandil’den gelen terörist Habur’da devlet töreniyle kabul edildi.
Bölgenin en tepesindeki askeri yetkili olan 3. Ordu Komutanı, Ergenekon’un bir türevi olan Erzincan İddianamesinde 1 nolu sanık ilan edildi! Yandaş basın üzerinden görev ifa eden F tipi savcılar, “Saldıray Berk görevden alınmalı” kampanyası açtılar. Komutanlarının terörist muamelesi gördüğü bir ortamda, genç subayların terörle mücadele azmine darbe indirilmeye çalışıldı.
5.. Aşama
Ordu içinde nifak yaratılarak, generaller ile genç subaylar karşı karşıya getirilmeye çalışıldı. Genç teğmenlerin generallere suikast hazırlığı içinde olduğu deli saçmalığından hareketle askeri liselerin, harp okullarının dereceli genç subayları Ergenekon sanıklığında zindana atıldı!
Aynı operasyon kapsamında, genç subaylarda da bu deli saçmalığına rağmen komutanların kendilerine sahip çıkmadığı fikri işlenerek komuta katına güvensizlik duygusu yaratılmaya çalışıldı.
6.. Aşama
PKK’nın karakol baskınlarının neredeyse tamamı Ergenekon’un dolayısıyla TSK’nın işi gibi sunuldu. Yandaş basına yerleştirilmiş pek çok utanmaz kalem üzerinden, “Ordu AKP’nin Kürt açılımına engel olmak için kendi evlatlarını öldürüyor” fikri işlendi!
Şehit yakınlarının TSK’yı hedef alan açıklamalar yapması için özel çalışmalar yürütüldü.
İktidar katlarında ise diğer aşamalardaki başarıların verdiği pervasızlıkla, “iyi ki bu orduyla savaşa girmemişiz” demeçleri verildi.
7.. Aşama
“Terörle mücadele konusunda askerin başarısız olduğu, 30 yıldır bir adım öteye gidilemediği” gibi fikirler ekranlarda, manşetlerde subayların gardını düşürmek için aylarca dillendirildi. Bu ordunun lağvedilmesi gerektiği, yeni ve profesyonel ordu kurulması gerektiği işlendi hemen her akşam ekranlarda…
İtiraz edenlere “anaların ağlamasını mı istiyorsun” şeklide ucuz ama etkili argümanlarla saldırıldı.
8.. Aşama
TSK’nın karakol baskınlarına uğramasının “siyasal” sonucu olarak “ABD ile istihbarat paylaşılması” anlaşması yapıldı. İstihbaratın önce ABD’deki merkeze gidip değerlendirileceği, uygun görülürse Erbil’deki üçlü koordinasyon merkezine, oradan da Ankara’ya ulaştırılacağı yönteminin akıl dışılığı bir yana, asıl sıkıntı bu anlaşmanın askeri sonucuydu: ABD, bu anlaşmayla hem Ankara’yı “Kuzey Irak’a girmene gerek kalmadı, ben sana istihbarat vereceğim” noktasına getirmiş hem de terörle mücadele etme kapasitesini zayıflatmış oldu!
Böylece TSK, PKK’ya karşı sınır ötesi operasyon yapamaz hale getirildi. (Birkaç saatliğine girip, 12 terörist imha edildiği şeklindeki sonuçlar, hem ordunun hem de milletin motivasyonuna negatif etki yapmaktadır.)
Kaldı ki siyasal iradenin, ABD’nin “Askerini Afganistan’a, Lübnan’a, Somali’ye gönder ama Kuzey Irak’a gönderme” şeklindeki isteğine kayıtsız şartsız uymuş olması, zaten Ordu’nun elini kolunu bağlar hale gelmişti.
9.. Aşama
Artık halkın, ordusuna karşı kışkırtılması aşamasına geçilmiştir. Hakkari’de verilen 11 şehitten sonra, iktidar katından uygulanan yeni saldırı aracı “halkın, Genelkurmay’dan hesap sorması” üzerine inşa edilmiştir. AKP’li Meclis Başkanı aynen şöyle demiştir: “Her şehit haberinden sonra ‘Allah rahmet eylesin, başınız sağ olsun, vatan sağ olsun, milletimizin başı sağ olsun’ demek adet haline geldi. Bu değerlendirmeler, açıklamalar, vatandaşımızı artık tatmin etmiyor. Bundan birkaç gün önce şehit verdiğimiz bir gencimizin Çorum’daki babasının tespiti beni çok etkilemişti. Şehit babası, ‘Biz koskoca bir devletiz, koskoca ordumuz var, birkaç çapulcu üzerinde neden etkili olamıyoruz, bunları susturamıyoruz’ demiştir. Bugün verdiğimiz 8 şehidimizle ilgili ben Genelkurmay’dan tatmin edici bir açıklama bekliyorum. Bu şehit babasının hislerine tercüman olacak, tatmin edecek açıklama bekliyorum. Kamuoyu da bekliyor”.
Sonuç
TSK’nın psikolojik savaşa karşı koyacak unsurlarının budandığı bir 8 yıl geçti. MGK Genel Sekreterliği koltuğundan atılmakla başlayan süreç, Meclis’i korumakla görevli askeri taburun kapı dışarı edilmesine kadar götürüldü.
TSK, tehdidin kaynağını doğru saptamayarak ya da saptamışsa bile bunu ilan edip milletiyle paylaşmayarak adım adım tasfiye ediliyor!

Mehmet Ali Güller
20 Haziran 2010

18 Haziran 2010 Cuma

DAVUTOĞLU VE WILSON PRENSİPLERİ

Büyük Ortadoğu Projesi emperyalist bir proje olması bakımından asla yeni değildir. Çünkü son tahlilde BOP, ABD’nin dünya liderliği projesidir. Bugün ABD’nin küresel liderlik hedefinin ismi olan ve milli devletleri hedef alan bu proje, geçen yüzyılda da yine ABD’nin küresel liderlik hedefleri için vardı ama o çağın devletleri olan çok-milletli devletleri hedef alıyordu; en başta da Osmanlı devletini…
Projenin uygulayıcısı da ABD Başkanı Woodrow Wilson’du. Wilson, 21 Ocak 1918’de, yani Osmanlı devletini paylaşım esasına dayalı 1. Dünya Savaşı’nın bitiminde, Paris Barış Konferansına giderken yanında 14 maddelik bir program ve aşağıda gördüğünüz haritayı götürmüştü… Wilson’un yanında götürdüğü program, Konferanstan 13 gün önce, 8 Ocak 1918’de açıkladığı ve tarihe Wilson prensipleri olarak geçen 14 maddeydi.
Prensiplerin 12. Maddesi Osmanlı Devleti’ni bölme-parçalama maddesiydi: “Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk olan kısımlarına egemenlik hakkı tanınmalı fakat Türk olmayan halklara bağımsızlık verilmelidir”. Wilson bu maddelerle de yetinmemiş ve 11 Şubat gününden başlayarak verdiği bir dizi deklarasyonla programını derinleştirmiştir.
Wilson’un bizi yakından ilgilendiren bir başka yönü de İstanbul’da 4 Aralık 1918’de kurulan “Wilson Prensipleri Cemiyeti”dir. Pek çok Osmanlı “münevverinin” kurduğu bu cemiyetin temel hedefi Amerikan Mandası sağlamaktı! Öyle ki, Sultanahmet Mitingi sonrası Osmanlı münevverleri Wilson’a telgraf çekiyor ve “bugün bizi savunmanız gerekiyor” diyordu.
Ne var ki, Milli Kurtuluş Savaşı ile mandacılık da, Wilson’un Sevr’e dayanak olan haritası da, etnik ayrımcı 12. maddesi de çöpe atılıyor ve bu topraklarda bir “millet” doğuyordu: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir”.
Neden mi anımsattık tarihin bu siyah sayfasını?
Açalım:
DAVUTOĞLU’NA WİLSON ÖDÜLÜ
“ABD ile ilişkilerimizde altın bir işbirliği dönemi var” dedikten sonra Dışişleri Bakanlığı’na atanan Ahmet Davutoğlu, Wilson adına kurulu bulunan Woodrow Wilson Uluslararası Düşünce Merkezi’nden ödül aldı! Hem de “eksen kaydı” denilen şu günlerde..!
Davutoğlu’na ödülü “Kamu Hizmeti” dalında verildi! Wilson Merkezi Başkanı Hamilton ödül açıklamasında şu sözlerle övdü Davutoğlu’nu: “Dışişleri Bakanlığı görevini üstlenmesinden bu yana, Türkiye’nin dış ilişkilerinin gelişimini hızlandırdı, uluslararası görüşmelerdeki konumunu yükseltti. Türkiye’nin dünyadaki ve bölgesindeki önemini arttırdı ve Türkiye’nin bölgesi ile ilişkilerini güçlendirmesini destekledi. Doğu ile batı geleneklerini kucaklamanın önemine dair keskin anlayışla birleşen başarıları, ona hatırı sayılır ün kazandırdı”.
ORTADOĞU BİRLİĞİ, BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ’DİR!
Davutoğlu’nun başarısı (!) her şeyden önce Erdoğan’ın eşbaşkanlığını yaptığı BOP’un bölge faaliyetlerini kotarmasından geçti. BOP’un en önemli bölge faaliyeti de kuşkusuz kimilerinin “yeni-Osmanlıcılık” dedikleri ama aslında BOP’un ta kendisi olan “Ortadoğu Birliği”dir!
Bildiğiniz gibi Türkiye-Suriye-Ürdün-Lübnan dörtlüsü geçtiğimiz günlerde, Davutoğlu’nun ismini Ortadoğu Birliği koyduğu, “serbest ticaret bölgesi” kurdu. Birliğin diğer üyesi ise Kuzey Irak’tır! Davutoğlu Ortadoğu Birliği’nin ilanından hemen önce Barzani ile “tam ekonomik entegrasyon” anlaşması yaptı. Hedef, siyasi entegrasyon! Böylece BOP’un temel hedefi olan “Türkiye himayesinde Kürdistan” planı gerçekleşmiş olacak!
Davutoğlu, Ortadoğu Birliği’nin önşartı olarak şu sacayağının kotarılmasını sağladı öncelikle: “İsrail’le kontrollü gerilim”, “Araplarla zoraki dostluk” ve “İran’a manevra daraltma”.
Bu sacayak Obama’nın Erdoğan’a 13 Nisan 2010 zirvesinde çizdiği hedefle uyumluydu: “Türkiye’nin Ortadoğu’da önemli bir oyuncu olmasını ve bu konuda işbirliği yapmasını istiyoruz”.
Bu sacayak, Davutoğlu’nun altını çizdiği “Türkiye, küresel yeni düzene, çevresinde alt bölgesel düzenleri yeniden kurarak katkıda bulunacak” söylemiyle tam uyumluydu.
Erdoğan ve Davutlu ikilisi bu hedef doğrultusunda bir yandan Arap dostluğu kazanabilmek için İsrail’le gerilimi tırmandırdı, bir yandan bölge liderliğine soyunabilmek için İran’dan rol çaldı, bir yandan da İran’la dirsek teması içinde Tahran’a diplomatik kontrol uyguladı ve manevra alanını daralttı.
Ancak…
Bu topraklara böylesi projelerin dar geleceği tarihin öğrettiği en önemli gerçektir. Çizilmeye çalışılan BOP haritası, yüzyıl önce çizilen Sevr Haritası gibi, Wilson haritası gibi çöpe atılacak ve günümüzün Wilsoncuları da geçen yüzyılda olduğu gibi kaybedeceklerdir.

Mehmet Ali Güller
18 Haziran 2010

14 Haziran 2010 Pazartesi

ERDOĞAN, İSRAİL SÖYLEMİYLE MİLLETİN GAZINI ALIYORMUŞ

Meğer Erdoğan, İsrail karşıtı söylemleriyle sadece milletin gazını alıyormuş… Meğer eksen kaydığı da yokmuş; AKP, CIA Teorisyenlerinin teorisi doğrultusunda hareket ediyormuş…
Bu bir itiraf…
“Davos’da drama” başlıklı yazımızdan beri onlarca defa tekrar etme pahasına altını çizdiğimiz bir gerçeğin itirafı:
Erdoğan’ın, toplantıyı terk ettikten sonra koridorda, “Ben Perez’e değil, aslında moderatöre ‘one minute’ dedim” sözlerinin itirafı… Erdoğan’ın, mayınlı arazilerin satışına karşı çıkanları Yahudi düşmanlığı ile suçlamasının itirafı… Erdoğan’ın Gazze Konvoyu sonrası çıkardığı “gürültü”ye rağmen, boynunda asılı Yahudi Cesaret Ödülü olan Davut Boynuzu’nu hâlâ taşımasının itirafı... Fetullah Gülen’in Gazze Konvoyu konusunda AKP’ye verdiği “ayar”ın itirafı…
İtiraf AKP sözcüsü Hüseyin Çelik’ten geldi. Eski Bakan Çelik’in itirafına göre meğer Başbakan antisemitizm artmasın, milletin gazı alınsın diye yüksek perdenden İsrail karşıtlığı yapıyormuş!
Gelin yoruma yer bırakmayacak açıklıktaki bu sözlere yer verelim şimdi. Bakın AKP sözcüsü Hüseyin Çelik Milliyet’ten Devrim Sevimay’ın sorularına ne yanıt veriyor:
Hüseyin Çelik: “Türkiye’de antisemitizmin bir geçmişi var. Fakat bizimle birlikte antisemitizm falan yok. Aksine bakın Sayın Başbakan’ın bu çıkışları olmasa Türkiye’de antisemitizm daha çok artar”
Milliyet: “Yani bir anlamda şişede biriken gaz mı kaçırılmış oluyor bu sayede?”
Hüseyin Çelik: “Elbette, halk şöyle düşünüyor, ‘Verilmesi gereken tepkiyi benim devletim veriyor zaten’.”
Milliyet: “Ve sakinleşiyor, öyle mi?”
Hüseyin çelik: “Ve sakinleşiyor, çünkü ‘Benim adıma Tayyip Erdoğan konuşuyor’ diyor. One minute çıkışı bundan dolayı insanların uzun yıllar bastırılmış bazı haykırmalarının bir manada temsilciliğini yaptı. Sayın Başbakan Türk milletinin bu manada ve insanlık vicdanının sesi olmaya çalışıyor.
AKP, ABD PLANINA UYGUN İLERLİYOR
Dün söylemiştik, bir kez daha yineleyelim:
Davutoğlu’nun 2009’da ABD’ye vaat ettiği gibi “Türkiye, küresel yeni düzene, çevresinde alt bölgesel düzenleri yeniden kurarak katkıda bulunacak ve bu da soğuk savaş sonrasının yeni dünya düzeni olacaktır”.
Tayyip Erdoğan, tam 34 kez itiraf ettiği şekilde ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin, yani 24 Müslüman ülkenin sınırlarının değiştirilmesi projesinin hâlâ eş başkanıdır!
AKP; ABD’nin teşvikiyle İran’la uranyum takası anlaşması yapmıştır, ABD’nin teşvikiyle İsrail’le kontrollü gerilim uygulamaktadır, ABD’nin yönlendirmesiyle “Arap karşıtı, İsrail müttefiki” görüntüsüne makyaj yapmaktadır, ABD’nin oluruyla, Diyarbakır’ın merkez olacağı yeni bir Ortadoğu Birliği kurmaktadır!
EKSEN KAYMA YOK, ABD GÜZERGAHINDA YOLA DEVAM
Aslında Hüseyin Çelik bu konuda da çok ciddi bir itirafta bulunuyor. Ve bu politikalarda kıblelerinin ABD ve BOP, akıl hocalarının da CIA teorisyenleri olduğunu ortaya koyuyor. Bakın Çelik, aslında eksenlerinin kaymadığını ne güzel dile getirmiş!
Hüseyin Çelik: “Buna rağmen İsrail bugün makûl, mantıklı bir noktaya gelse Türkiye yine arabuluculuk yapmaya hazır. İsrail ne zaman doğru noktaya gelirse biz onun da yanında yer alırız. Çünkü biz kuvvetlinin haklı değil, haklının kuvvetli olması gerektiği tezini savunuyoruz. Bu İsrail de olabilir, ABD de olabilir. Zaten bugün birilerinin anlamadığı Türk dış politikasının özü de budur. Graham Fuller’in (CIA’nin eski Ortadoğu Masa Şefi) ‘Yeni Türkiye Cumhuriyeti’ kitabını mutlaka görmüşsünüzdür. Fuller o kitabında Türkiye’nin yeni dış politikasında hangi saiklerin esas olduğunu ifade ediyor”.
Milliyet: “Yani Fuller doğru mu anlamış?”
Hüseyin Çelik: “Bence çok doğru anlamış. Zannedildiği gibi Batı’ya sırtımızı döndük, Batı’dan hayır yok, Ortadoğu’ya dönelim, böyle bir şey yok. AB için sabırla, sonuna kadar, bütün şartları zorlayarak çalışıyoruz, çalışmaya da devam edeceğiz. Ama şunu da söyleyeyim, AB bizim işlerimizi çok kolaylaştırmış olsaydı da biz Afrika’ya yine açılacaktık, Asya’ya, Ortadoğu’ya yine açılacaktık. Tarihi misyonumuza yakışır, 73 milyon nüfuslu, Avrupa’nın 6., dünyanın 17. büyük ekonomisi olan, NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahip bir Türkiye’nin kendi yapısına uygun bir dış politika yönetmesi gerekir, ki biz de öyle yapıyoruz”.
Son bir alıntı daha yaparak, AKP’nin verili yol haritası üzerinden yolunda devam ettiğini gösterelim. Duayen politikacı Kamran İnan bakın ne diyor:
“Richard Perle Washington’un en ileri gelen liderlerinden biridir, savunma bakanı yardımcısıyken tanımıştım, 2002 yılında ‘Yılın Devlet Adamı’ ödülünü almak için Washington’a gittiğimde, bu vesileyle konuşmuştuk... Demişti ki, “Bizim size güvenimiz İngiltere’ye olan güvenle eşittir. Bizim amacımız sizinle el ele vererek Avrasya ve Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek, sizi bölgenin güç merkezi haline getirmek...Ve bilin ki, biz gelecek sene Irak’ı vuracağız.” Ben bunu geldim sayın hükümete aynen naklettim...” (Vatan Gazetesi, 14 Haziran 2010)

Mehmet Ali Güller
14 Haziran 2010

12 Haziran 2010 Cumartesi

EKSEN KAYMADI, AKP HÂLÂ ABD’NİN BOP EŞBAŞKANIDIR!

İsrail’le Gazze Konvoyu krizi, Tahran’la uranyum takas anlaşması, BM’de İran yaptırımlarına “hayır” oyu ve Ortadoğu Birliği’nin kurulması gibi üst üste ve kısa zamanda gelen gelişmeler, kamuoyunda “ eksen kayması mı var?” tartışması başlattı.
Durum CHP katında bile “AKP batıda güven kaybı oluşturdu” gibi tuhaf bir şikayete dönüştü! CHP’nin yeni lideri Kemal Kılıçdaroğlu gelişmelerden rahatsızlığını şu sözlerle dile getirdi: “AB ile müzakerelerde ciddi bir tıkanma noktasına geldik. Bu tıkanmanın nereden kaynaklandığını çıkıp hükümetin anlatması lazım. Eğer sizin izlediğiniz politikalar batıda güven kaybına yol açıyorsa bu çok ciddi bir sorundur”. (Vatan Gazetesi, 11 Haziran 2010)
Aslında keşke eksen kaysa! Ama Türkiye ABD’nin model ortağı, Tayyip Erdoğan da BOP’un eşbaşkanı olmayı sürdürdükçe eksenin kayması söz konusu bile olamaz!
Peki nereden çıktı bu “kaygılar” o zaman?
Bu sorunun yanıtını vermek ve gelişmelerin perde arkasına ışık tutabilmek için gelin bir yıl öncesine gidelim.
ABD ADINA ‘ALT BÖLGESEL DÜZENLER KURMA’ GÖREVİ
Başbakan danışmanı Ahmet Davutoğlu Dışişleri Bakanlığına atanmadan hemen önce şu vaatte bulunuyor: “ABD ile Ortadoğu, Kafkasya, Balkanlar, enerji güvenliği konularına ilişkin yaklaşımımız neredeyse aynıdır. O yüzden ABD ile ilişkilerimizde önümüzde altın bir işbirliği dönemi var. Türkiye, küresel yeni düzene, çevresinde alt bölgesel düzenleri yeniden kurarak katkıda bulunacak ve bu da soğuk savaş sonrasının yeni dünya düzeni olacaktır”. (Anadolu Ajansı, 21 Mart 2009)
Davutoğlu’nun ABD adına “alt bölgesel düzenleri yeniden kurma” taahhüdü, AKP’nin Obamalı dönemde de BOP’u uygulama görevini sürdürme kararlılığının ifadesidir!
DAVUTOĞLU: ‘TÜRKİYE YENİDEN ŞEKİLLENMEKTEDİR’
Kuşkusuz 2002’den beri AKP’yi iyi izleyen çevreler için bu taahhüt sürpriz olmamıştır. Davutoğlu, “Stratejik Derinlik” isimli kitabının 2001 baskısına önsözünde bakın ne diyor: “Tarihin belki de en önemli dönüşümlerini yaşayan Türkiye, yine tarihin belki de en yoğun değişimine sahne olan bir uluslararası çevre içinde yeniden şekillenmektedir”. (Davutoğlu, Stratejik Derinlik, Küre Yayınları, 2001)
Davutoğlu ilerleyen sayfalarda da “Türkiye’nin yeniden şekillenmesinin” yöntemini açıklamaktadır: “Bölgesel güçler, süper gücün parametrelerini göz önünde tutmaksızın politika oluşturamazlar. Çatışma alanlarını dinamik bir diplomasi ile değerlendirebilen bölgesel güçler, uzun dönemde büyük devletler diplomasisinin bir unsuru olma yollarını açabilmektedirler”. (Davutoğlu, Stratejik Derinlik, Küre Yayınları, 2001, Sayfa: 74)
Davutoğlu’nun taahhüt ettiği, ABD adına “alt bölgesel düzenleri yeniden kurma” görevi içinde neler vardı peki? Anımsayalım: İsrail-Suriye arabuluculuğu, Bosna Hersek-Sırbistan arabuluculuğu, Ermenistan-Azerbaycan arabuluculuğu, Rum Kesimi/AB-KKTC arabuluculuğu, Batı-İran arabuluculuğu, Lübnan ve Somali’de askeri görevler, Ortadoğu Birliği kurulması, Kuzey Irak’ta kurulan “Kukla Devleti” himaye görevleri…
AKP’YE REVİZE BOP’TA TAŞERONLUK VERİLDİ
Peki ABD neden Türkiye’nin “alt bölgesel düzenleri yeniden kurmasını” istiyor? Konuyu dağıtmadan kısa bir anımsatma turuna çıkalım: ABD, Bush döneminde Büyük Ortadoğu Projesi’ni ilerletemedi. “Biraz zenci, biraz Müslüman, biraz Hüseyin” görüntülü Barack Obama’yla emperyalizm hem deri değiştiriyor hem de BOP Washington tarafından revize ediliyordu. Revize BOP’un eski BOP’tan temel farkları şunlardı. Sıklet Merkezi Irak yerine Afganistan-Pakistan hattı olacak, “düşman İslam” yerine “ortak İslam” söylemine geçilecek, tek başına macera yerine “Yeni NATO” üzerinden transatlantik ilişkiler restore edilecek, ABD yeni sıklet merkezine yerleşirken eski sıklet merkezinde kalan işleri taşerona devredecek!
İşte bizi doğrudan ilgilendiren de işin bu kısmı: ABD Irak’tan çekilirken Türkiye’den “alt bölgesel düzenleri yeniden kurmasını” ve Kukla Devleti himaye etmesini istiyor!
İRAN’DAN ROL ÇALMA GÖREVİ İÇİN MAKYAJ
Şimdi gelin bu görevlerden, bugün “eksen kayması” şeklinde tartışılanlarına ışık tutalım. Ama önce şu soruların yanıtını bularak, bu görevlerin bu coğrafyada yapılabilme koşulunu belirleyelim.
50 yıllık Küçük Amerika süreci içinde “Arap karşıtı ve İsrail müttefiki” görüntüsü çizen bir Türkiye’nin BOP içinde “bölgesel alt düzenleri yeniden kurma görevini” başarması mümkün mü? Türkiye, “Arap karşıtı, İsrail müttefiki” görüntüsüyle, Ortadoğu’da İran’dan rol çalabilir mi? Türkiye bu görüntüyle, Arapların nezdinde İran yerine yeni Ortadoğu lideri olabilir mi? Türkiye, bu görüntüyle, ABD adına Ortadoğu’da “kolaylaştırıcı” bir rol oynayabilir mi? Tüm yanıtların “hayır” olduğu çok açık.
Gelin o zaman “eksen kayması”na neden olduğu ifade edilen bu görevleri tek tek inceleyelim artık:
İRAN’LA URANYUM TAKAS ANLAŞMASI
Bu görev/anlaşma ABD adına ilk olarak Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı UAEA tarafından ortaya atıldı. UAEA Başkanı Baradey, Ekim 2009’da, “İran Uranyumu Türkiye’de depolansın” önerisi getirdi. Ankara’yla yakın olmak isteyen ama AKP’ye de güvenemeyen Tahran yönetimi diplomatik nezaket çerçevesinde bu öneriyi tam üç kez reddetti. Zaman ABD adına değil de İran adına avantaj oluşturduğundan, ABD yeni dönem için tekrar bastırdı. Ancak Tahran’ın salt Türkiye üzerinden böylesi bir anlaşmaya yanaşmadığı gerçeği yeni bir aktörün varlığını zorunlu hale getirdi. Küresel dengeler bakımından Rusya-Çin-İran adına Brezilya, ABD-AB adına da Türkiye’nin dâhil olduğu yeni bir süreç başlatıldı. AKP lideri Erdoğan, süreci bizzat ABD teşvikiyle başlattıklarını, anlaşma sonrası oluşan tepkileri anlayamadığında(!) bizzat itiraf etti! Üstelik Obama’nın ortaya çıkan mektubu da işin tuzu biberi oldu…
BM’DE İRAN YAPTIRIMLARINA HAYIR OYU VERİLMESİ
Türkiye’nin ABD adına ve teşvikiyle İran’la “Uranyum Takası” anlaşması yaptıktan sonra BM’de yaptırımlara “evet” oyu vermesi, kuşkusuz çizilmeye çalışılan yeni görüntüyle, “Arap dostu” görüntüsüyle ters düşecekti…
15 üyenin 12’sinin oyunun garanti edilmesi zaten yaptırımlara yetiyordu. Rusya ve Çin açısından da bir sorun yoktu. Nitekim daha önce 2006, 2007 ve 2008’de çıkarılan yaptırım kararlarından bir sonuç alınamamış, üstelik şimdi alınan yeni kararda yaptırımlar büsbütün sulandırılmıştı! Yaptırım kararlarının ne anlama geldiğini ve nasıl uygulanamadığını gelin hiç yoruma açıklık bırakmayacak şu demeçlere bakarak görelim:
Fransa Dışişleri Bakanı Berbard Kouchner: “Yeni yaptırımlar diyalogun reddi değil, tam tersi Tahran ile diyalogun gerekliliğinin teyididir”. (Radikal, 11 Haziran 2010)
Alman Dışişleri Bakanı Westerwelle: “İşbirliği ve şeffaflık için kapımız açık”. (Radikal, 11 Haziran 2010)
Japonya Dışişleri Bakanı Katsuya Okada: “Yaptırımları destekliyoruz ama İran’la daha fazla temas gerekli”. (Radikal, 11 Haziran 2010)
Çin: “İran’la bağlarımız yüksek değerde”. (Radikal, 11 Haziran 2010)
Rusya: “Yaptırım kararına rağmen S-300 teslimatını yapacağız”. (Radikal, 11 Haziran 2010)
Son olarak BM Genel Sekreteri’nin oylamadan sonra, İran’la müzakereler yoluyla çözüme destek açıkladığını da belirtelim. (Radikal, 11 Haziran 2010)
ABD’NİN ‘HAYIR’ OYU YORUMU: ‘HEDEF AYNI, TAKTİK FARKLI’
Peki, ABD cephesinden durum nasıl algılandı? Ya da “hayır” oyu nedeniyle Türkiye’nin ABD ile ters düştüğünü savunanlar, hatta AKP’yi ABD’yi karşısına almakla suçlayanlar(!) haklı mı? Bu sorulara yanıtları da biz değil ABD versin en iyisi…
ABD’nin BM Daimi Temsilcisi Susan Rice, Türkiye’nin “hayır” kararını soran muhabire şu yanıtı veriyor: “Sanırım çok talihsiz bir karardı. Ama Türkiye’nin ve Brezilya’nın karşı oy kullanmakla ayrı bir sonuca ulaşmayı hedefledikleri söylenemez. Sadece taktik ve zamanlama farklılığı”. (Yeni Şafak, 11 Haziran 2010)
Rice’ın “taktik” olarak betimlediği durum yeterince açık değilse, gelin bir de ABD Dışişleri Bakanı Hilary Clinton’a kulak kabartalım: “Etkin diplomasiye açığız. İran’a yönelik süregelen diplomatik yardım çerçevesinde, Türkiye ve Brezilya önemli rol oynamaya devam edecek”. (Radikal, 11 Haziran 2010)
İSRAİL’LE GERİLİM TAKTİĞİ
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun “dışarıda ‘One Minute’, içeride ‘yes please’ diye tanımladığı AKP-İsrail ilişkilerini de, ABD’nin BOP çerçevesinde çizdiği “model ortaklık” ilişkisinden ayrı düşünemeyiz.
AKP’nin Davos’tan beri yüksek perdenden İsrail karşıtı çizdiği görüntünün tek bir somut yaptırımla taçlandırılmadan Gazze Konvoyu tertibine kadar getirilmiş olması “gürültü”den ibarettir. Ortada tek bir yaptırım olmaması, üstelik iki kriz arasında İsrail’e yeni tavizler verildiğinin ortaya çıkmasının tek bir açıklaması vardır; o da “alt bölgesel düzenleri yeniden kurma görevi” için duyulan “İsrail karşıtı” görüntü ihtiyacıdır.
PEKİ FETULLAH GÜLEN GAZZE KONVOYUNA NEDEN TEPKİ GÖSTERDİ?
Burada kafaları karıştıran, Fetullah Gülen’in çıkışıdır. Gülen, Gazze Konvoyu’nu İsrail’den izin almamakla eleştirerek hem AKP karşıtlarının kafasını karıştırmış, hem de başta kendi cemaati olmak üzere AKP’yi oluşturan koalisyonun tüm tarikatlarını şaşırtmıştır. Bizi ilgilendiren öncelikle AKP karşıtı kesimlerdeki kafa karışıklığıdır. Peç çok kesim, bu açıklamadan şu tuhaf sonucu maalesef çıkardı: “Fetullah Gülen Amerikancı olduğuna göre, Tayyip Erdoğan ABD karşıtı cepheye geçiyor…” Çeşitli çevreleri bu sonuca götüren etkenlerden biri de Baykal’ın istifa ettiği konuşmasında yaptığı Pensilvanya göndermesiydi. İki durum üst üste gelince, “Fetullah cemaati Amerikancı, AKP ABD karşıtı oluyor” yorumları oluştu!
Öncelikle şu saptamanın altını çizelim:
Tayyip Erdoğan elbette Zapsu’nun ifadesiyle, ABD’nin günü geldiğinde “deliğe süpüreceği” biridir; ancak o gün henüz gelmemiştir. ABD, AKP’nin arkasındadır! AKP ile Fethullah Gülen’in Amerikancılıkları arasında da olsa olsa ton farkı vardır!
Peki, o zaman Fetullah Gülen neden AKP’ye karşı bir açıklama yaptı?
Fetullah Gülen, AKP’ye “balans ayarı” yaptı. Fetullah Gülen bu açıklamasıyla, Erdoğan’ın meseleyi, ana stratejiye zarar verecek denli iç politika malzemesi haline getirmesine “ayar” verdi; maksadın aşılmasına fren koydu!
Gülen’e göre Erdoğan’ın Gazze konvoyu meselesini iç politikada değerlendirme hedefini ana hedefin önüne alması, istenenden fazla İsrail karşıtlığı yaratacak, hatta ABD karşıtlığına dönüşüp maksadı aşacaktı. Bunun frenlenmesi gerekiyordu. Yüzde 84’ü ABD karşıtı olan bir milletin, Gazze Konvoyu üzerinden daha da ABD ve İsrail karşıtı olacağı su götürmez bir gerçekti. İşte Fetullah Gülen bu zemin kayma durumunu yarattığı için AKP’ye “ayar” verdi!
DİYARBAKIR ORTADOĞU BİRLİĞİ’NİN MERKEZİDİR
Şimdi gelelim “alt bölgesel düzenleri yeniden kurma” görevinin somut sonucuna…
Erdoğan’ın “Türk Arapsız olmaz” söylemiyle ilan edilen Ortadoğu Birliği, işte BOP çerçevesinde tanımlanan bir alt bölgesel düzendir. Türkiye-Suriye-Lübnan-Ürdün arasında kurulan vizesiz serbest ticaret bölgesi oluşumu “İsrail karşıtlığı” görüntüsü üzerinden kotarılmıştır.
Birliğin adı şimdi konmayan bir üyesi daha vardır: Kürdistan!
AKP’nin “İsrail karşıtı” gürültüsünün içinde pek duyulamayan bir anlaşma daha vardı. Davutluğu ile Barzani, Ankara’da “tam ekonomik entegrasyon” anlaşmasına vardılar. ABD’nin daha Irak’ı işgal öncesinde tanımladığı bir AKP göreviydi bu. ABD’nin o zamanki Ankara Büyükelçisi Robert Pearson şöyle tarif etmişti bu görevi: “Türkiye’nin güneydoğu ve doğusuyla, Irak’ın kuzeyi tek bir ekonomik bölge olmalı”.
Bu konudaki hukuki alt yapı BM İkiz Yasaları, Kamu Yönetimi Temel Kanunu, Kalkınma Ajansları Yasası ve Nitelikli Sanayi Bölgesi Planı üzerinden oluşturuldu. Konunun siyasi altyapısı da son bir yıla damgasını vuran ama kendi Kürt kökenli yurttaşlarımızla bir ilgisi olmadığı gün geçtikçe ortaya çıkan AKP’nin “Kürt Açılımı” ile sağlandı! Aslında “Kürt Açılımı” hem AKP’nin değil ABD’nindi, hem de Kuzey Irak yani “Barzani için Açılım”dı!
Türkiye ile Kuzey Irak’taki Kukla Devlet arasında varılan “tam ekonomik entegrasyon” anlaşmasının bir sonraki adımı, “siyasi entegrasyon” olacaktır. AKP lideri Tayyip Erdoğan, ABD temasları sonrasında, işte bu hedef için söylemişti şu sözleri: “Şu anda Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi var ya, Genişletilmiş Ortadoğu, yani bu proje içerisinde Diyarbakır bir merkez, bir yıldız olabilir. Bunu başarmamız lazım”. (Teke Tek, Kanal D, 16 Şubat 2004)
Diyarbakır, işte Ortadoğu Birliği’nin merkezi olacaktır!
Birbirinin zıttı görünen gelişmeleri birbirine sürterek ilerletilen süreç budur. AKP’nin ilan ettiği Ortadoğu Birliği ile PKK’nın roketatarlı saldırı sınırını Osmaniye’ye kadar uzatması arasındaki karşıtmış gibi görünen bağdır bu…

Mehmet Ali Güller
12 Haziran 2010

3 Haziran 2010 Perşembe

KÜRT AÇILIMI DEĞİL BARZANİ AÇILIMI

Türkiye ile “Kuzey Irak” arasında “tam ekonomik entegrasyona” karar verildi!
Irak Kürt Bölgesel Yönetimi Başkanı sıfatıyla ve 6 yıl aradan sonra Türkiye’ye gelen Barzani istediğini koparttı ve bölgesi ile Türkiye arasında “tam ekonomik entegrasyon” kararı alınmasını sağladı.
Barzani’nin gecikmesi nedeniyle 40 dakika geç başlayan ikili görüşmelerden sonra Barzani ile Davutoğlu basın karşısına geçti. Davutoğlu alınan şu kararları ilan etti:
1.. Türkiye ile Kuzey Irak arasında tam bir ekonomik entegrasyon çalışması yürütülecek.
2.. Ortak enerji, ticari, ulaştırma stratejisi olacak.
3.. Türk Hava Yolları en kısa zamanda Erbil seferlerine başlayacak.
4.. Ziraat Bankası ve diğer bankalar Kuzey Irak’ta şube açacak.
5.. Aydınlar, öğrenciler ve üniversiteler arasında temaslar yoğunlaşacak. Böylece yeni bir tarih bilinci de sağlanacak.
ABD AÇILIMI: KÜRT AÇILIMI, BARZANİ AÇILIMI
Alınan kararlardan da görüldüğü gibi AKP’nin “Kürt Açılımı”nın Kürt kökenli yurttaşlarımızla bir ilgisi yok. İlk günden beri dile getirdiğimiz “AKP’nin Kürt Açılımı aslında ABD’nin Kuzey Irak açılımıdır” gerçeği bir kez daha kanıtlanmış oldu. AKP’nin “Kürt Açılımı”na artık “Barzani Açılımı” da diyebiliriz.
Yorumcular her ne kadar Barzani-Davutoğlu görüşmesinde yalnızca Türk Bayrağı bulunmasını analiz ettiyseler ve buradan AKP’nin diplomatik başarısını çıkardıysalar da alınan kararlardan görüldüğü gibi Barzani’nin pek bayrağa da ihtiyacı yok aslında…
Netice itibariyle “tam ekonomik entegrasyon”la başlayan sürecin hedefinin “siyasi entegrasyon” olduğunu biliyoruz. Çünkü AKP, ABD’nin kendisine çizdiği rotada ilerliyor. Gelin o rotayı yeniden anımsayalım:
ABD: KUZEY IRAK İLE GÜNEYDOĞU TÜRKİYE ENTEGRE OLMALI
Irak işgali günlerinde ABD’nin Ankara Büyükelçisi Robert Pearson şöyle tarif etmişti Washington’un planını: “Irak’ın kuzeyiyle Türkiye’nin güneydoğusu ve doğusu, tek bir ekonomik bölge olmalıdır”. Yani ABD Büyükelçisi AKP’ye, daha önce Özal’a dayattıkları ama TSK engeline takılan “Türkiye himayesinde Kürdistan” planını dayatmıştı!
AKP, iktidar yapılmasının bedeli olarak bu dayatmaya uygun çalışmalara başladı:
AKP İKİZ YASALARI TBMM’DEN GEÇİRDİ
AKP, 4 Haziran 2003 günü BM’nin ikiz sözleşmelerini TBMM’den geçirdi! “Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi” ile “Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi” isimli bu ikiz sözleşmeler Türkiye’yi etnik ve ekonomik parçalamanın yasal zeminlerini oluşturacaktı. Nitekim Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir, “bölgemizin su ve enerji kaynaklarını bize bırakın” derken, arkasını AKP’nin TBMM’den geçirdiği bu ikiz sözleşmelere yaslıyordu.
DİYARBAKIR NEREYE MERKEZ?
Başbakan Erdoğan, 2004 başındaki Washington temaslarının ardından yurda döndüğünde Kanal D ekranından artık şöyle sesleniyordu: “Şu anda ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi var ya, Genişletilmiş Ortadoğu, yani bu proje içerisinde Diyarbakır bir merkez, bir yıldız olabilir. Bunu başarmamız lazım”. O günden beri her fırsatta şu soruyu soruyoruz: “Diyarbakır nereye merkez olur?”
EYALET YASALARI
AKP 15 Temmuz 2004 tarihinde de TBMM’den Kamu Yönetimi Temel Kanunu’nu geçirdi. Merkezi otoriteyi yani Ankara’yı zayıflatan bu yasa, belli parçalara böldüğü bölgelerdeki iktidar odaklarına yerel hükümetler kurma zemini oluşturuyordu.
AKP 25 Ocak 2006 tarihinde de Türkiye’yi 12 eyalete bölen yasayı, Kalkınma Ajansları Yasası’nı TBMM’den geçirdi. Yasaya göre Türkiye etnik ve ekonomik temelde bölgelere bölünüyordu.
ABD’NİN NİTELİKLİ SANAYİ BÖLGESİ PLANI
Ardından ABD’nin kıdemli Türkiye analistlerinden Prof. Henry Barkey’den öğrendik ki, Obama Türkiye’ye “Kürtlerin yaşadığı Türkiye Güneydoğusu ile Kuzey Irak’ı kapsayacak bir Nitelikli Sanayi Bölgesi’nin kurulmasını” önermeye hazırlanıyordu.
Ve ardından AKP’nin “Kürt Açılımı” geldi…
Ergenekon, Balyoz, Anayasa Değişikliği, Kasetler, yardım konvoyu derken, AKP elinde BOP kayasına çarpan Türkiye gemisi su almayı sürdürüyor…

Mehmet Ali Güller
3 Haziran 2010

2 Haziran 2010 Çarşamba

MAVİ MARMARA’NIN GAZZE SEFERİNİN BİLİNMEYENLERİ

Bir önceki yazımızda, İsrail’in Gazze’ye yardım konvoyuna insanlık dışı bir şekilde uyguladığı devlet terörünün “beklenen bir senaryo” olup olmadığı üzerinde durmuş ve bazı sorular sormuştuk. (bakınız: http://www.odatv.com/n.php?n=hukumetin-akil-danistigi-ergenekon-sanigi-cikti-0106101200)
O sorulardan bir bölümünü anımsamak gerekirse: “Bundan birkaç ay önce, bu gemilerin uluslararası karasularda seyir evraklarını tamamlama sürecinde çıkan problemler nasıl çözüldü? İdarenin yola çıkmasını teknik olarak doğru bulmadığı bu gemiler hangi ülke üzerinden evraklandırıldı? O toplantılarda, konvoy organizatörleri için “en iyi” ve “en kötü” senaryolar nelerdi? Organizasyon hangi senaryonun gerçekleşmesini bekliyordu?”
Şimdi gelin hem o soruların bir bölümüne yanıt verelim, hem de yeni sorularla konuyu aydınlatmaya çalışalım.
Mavi Marmara Gemisi 1994 yılında 450 yolcu için inşa edilmiş bir yolcu gemisidir. Geminin Gazze için kalkışından önce bildirilen yolcu sayısı ise 615’dir. 16 kişilik gemi personelini de eklersek, geminin toplam yolcu sayısı 631’dir.
GEMİ SOLAS’A UYGUN MUYDU?
Öte yandan gemi İstanbul Deniz Otobüsleri İDO tarafından 1040 yolcu kapasitesi ile çalıştırılıyordu. Geminin güzergâhı da Marmara Adası ile Avşa arası. Yani Mavi Marmara Gemisi “uluslararası sefer” yapmıyor dolayısıyla SOLAS’a (Safety of Life at Sea – Denizde Can Emniyeti Sözleşmesi) uygun olması gerekmiyor.
Ancak Gazze seferi uluslararası bir sefer olduğundan gemi SOLAS kurallarına uygun olmak zorundaydı. En önemlisi Geminin filikalarının ve cansallarının kapasitesi SOLAS kurallarına göre yetersizdi. Geminin boyutu nedeniyle yeni filika koyma imkânı da olmadığından Bayrak İdaremiz, Mavi Marmara gemisine “Yolcu Gemisi Emniyet Sertifikası” veremedi.
GEMİNİN BAYRAĞI NEDEN DEĞİŞTİRİLDİ?
İnsani Yardım Vakfı İHH ise bu problemi aşmak için kendisine önerilen yöntemi uyguladı ve geminin bayrağını değiştirerek kolay bayrak olan “Comoros” bayrağı çekti. Ve klası da Phonix olarak değiştirildi. Böylece gemide zorunlu olarak bulunması gereken tüm sertifikalar hazırlandı ve Mavi Marmara Gemisi “kâğıt üzerinde” uluslararası sefere hazır hale getirildi(!)
Amacı insani yardım olan bir kuruluşun can güvenliğini pek önemsemeden gemiyi uluslararası sefere çıkarmasını “denizcilik” bilgisizliğine vererek gelin şu soruyu soralım.
ANTALYA LİMAN BAŞKANLIĞI’NIN İZİN GEREKÇELERİ NELERDİR?
Sertifikaları, kâğıtları, evrakları “bir şekilde” tamamlansa da yolcu sayısı ortada olan Mavi Marmara Gemisi’ne, çok sıkı liman devleti kontrolü yapan Antalya Liman Başkanlığı, uluslararası sefere çıkma iznini hangi gerekçelerle verdi?
GEMİ ISPS KOD’UN GEREĞİNİ YAPTI MI?
Geninin taşıdığı sertifikalardan biri de ISPS Kod (Uluslararası Gemi ve Liman Tesisi Güvenlik Kodu) gereği “Uluslararası Gemi Güvenlik Sertifikası”ydı. Buna göre demek ki Mavi Marmara’da Comoros bayrak idaresinden onaylı “Gemi Güvenlik Planı” mevcuttu(!) Peki nedir bu plan ve nedir ISPS Kod’un amacı?
Bu plan ve kod uluslararası sefer yapan gemileri ve içindekileri “teröristlere ve deniz haydutlarına” karşı korumak amacıyla vardır. Hiçbir nedenle “Taraf” devlete karşı değildir; tam tersine “Taraf” devletin güvenlik güçleri ile irtibatlı olmayı zorunlu kılar.
Öte yandan geminin ve yolcuların güvenliğinden birinci derecede sorumlu olan ve hem bu sorumluluk nedeniyle hem de mevcut sertifikalar gereği gideceği liman devletinin “uyarılarına uymakla sorumlu” olan kaptan, bu sorunluluğunu yerine getirmiş midir?
Şimdi sorulara ara verelim ve iç politikaya yönelik sorular soralım:
REFERANDUM VE PROPOGANDA
İktidarın Anayasa Değişikliği ile ilgili referandum tarihi beklentisi aslında neydi? İlan edildiği gibi 12 Eylül müydü, daha mı öncesiydi?
Ya da bu soruya yanıt bulabilmek için şu soruyu soralım: “One minute” ile “Davos’da Drama” sahneleyen iktidar o tarihte inişe geçen oy oranını yüzde kaç oranında artırmıştı?
ABD’ye bu denli bağımlı olan bir iktidar gerçekten İran’la müttefik ve İsrail’le düşman mıdır?
İktidarın izlediği arabuluculuk politikası, ABD Başkanı Obama’nın Türkiye’ye biçtiği “model ortaklığın” bir sonucu mudur?
Sorular çok, üstelik yanıtlarını da biliyorsunuz…
Mavi Marmara’nın Gazze Seferinin bilinmeyenlerine ışık tutmaya çalıştığımız yazımızı, önceki makalemizdeki tespitimizle noktalayalım
ABD KANATLARI ALTINDA İSRAİL KARŞITLIĞI YAPILMAZ
Kuşkusuz İsrail, bir Türk gemisine saldırmanın ve Türk kanı dökmenin yanıtını almalıdır. Ancak bu yanıtın ne olacağından önce Ankara’nın tehdidin kaynağını doğru saptaması gerekmektedir. Tehdidin İsrail’den önce ABD’den geldiğini görememek ya da bu gerçeği perdelemek Ortadoğu halklarına yapılan en büyük düşmanlıktır. ABD’nin kanatları altında kalarak, İsrail karşıtlığı yapmanın ne Filistin’e, ne Türkiye’ye ne de Ortadoğu’ya bir yararı vardır.

Mehmet Ali Güller
2 Haziran 2010