29 Temmuz 2010 Perşembe

AÇILIM VE AYRIŞMA SÜRECİNDE DİNCİ TAKTİKLER

25 Haziran’da iktidarın desteğiyle İstanbul’da toplanan “Dünya İslam Alimleri Birliği” hem genel kurulunu yapmış hem de “PKK’yı terörist” ilan etmişti!
Kısaca anımsayalım:
Başbakan Erdoğan’ın “en kalbi duygularla” selamladığı “Dünya İslam Alimleri Birliği” 3. Genel Kurulu’na, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ile bakanlardan Egemen Bağış, Fatma Aliye Kavaf, Faruk Çelik, Cevdet Yılmaz, Faruk Özak, Mustafa Demir, Mehdi Eker ve Nimet Çubukçu mesaj yolladı.
İSLAM ÂLİMLERİNDEN PKK FETVASI
4 gün süren ve Kürt sorununun da konuşulduğu Genel Kurul’da Dünya İslam Alimleri Birliği Başkanı olan Katarlı Yusuf El Karadavi PKK’yı terörist ilan etti! (Vakit, 26 Haziran 2010) Karadavi konuşmasında ayrıca “İslam dünyasını tam anlamıyla idare etmek için birkaç tane Recep Tayyip Erdoğan’a ihtiyaç var” dedi.
Gül ve Erdoğan’a bol bol teşekkür konuşması yapılan Genel Kurul’da, Kuzey Irak’lı Ali Karadaği de, Dünya İslam Alimleri Birliği’nin Genel Sekreterliği’ne getirildi.
PKK ise bu gelişme üzerine “Kürdistan İslam Âlimleri Fetva Kurulu”nu topladı. Kurul hem “PKK meşru bir harekettir” açıklaması yaptı hem de Dünya İslam Âlimleri Birliği Başkanı Yusus El Karadavi’ye “tövbe etmeli ve sözlerini geri almalı” çağrısında bulundu! (ANF, 29 Temmuz 2010)
KÜRT SORUNUNA İSLAMİ ÇÖZÜM
AKP ile PKK arasındaki bu dinsel yaklaşım yarışı, Özgür-Der’in 24 Temmuz’da düzenlediği ve iki gün süren “Kürt Sorununa İslami Çözüm Forumu”nda zirve yaptı. 8 tespit ve 14 önerinin yer aldığı sonuç bildirisinde, Kürt Sorunu’nun kaynağı olarak Kemalizm gösterildi ve çözüm için ilköğretim okullarında okunan “andımızın” kaldırılması ve duvarlarda yazan “Ne mutlu Türk’üm diyene” yazısının silinmesi istendi! Ümmet vurgusunun öne çıkarılmasının istendiği sonuç bildirisinde ayrıca AKP ile BDP arasında diyalog çağrısı yapıldı! (Vatan, 26 Temmuz 2010)
Böylece soruna el birliği ile çözüm bulunmuş oldu. Kemalist devlet yıkılırsa ve Türklük ortadan kaldırılırsa sorun çözülmüş olacaktı!
MİSYONERLERİN HEDEFİ KÜRTLER
Öte yandan ABD, Kanada ve İsviçre merkezli misyoner gruplarının da “Hıristiyanların henüz dokunmadığı eşsiz 20 milyonluk grup” olarak tanımladıkları Kürtler için çalışma başlattıkları ortaya çıktı. (Akşam, 29 Temmuz 2010)
Akşam Gazetesi’ne konuşan Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Abdülkerim Ünalan ise bu faaliyetlerin aslında ABD’nin Irak operasyonundan sonra arttığına dikkat çekti. Ünalan, “Türkiye’de Kürt vatandaşların yaşadığı koşulları fırsat bilen misyonerlerin bu yönde çalışmaları hızlandırdığı duyumlarını alıyoruz. Misyonerler önce Hıristiyan köylerine yerleşiyor, sonra bölgeye yayılıyor” dedi.
DAVUTOĞLU’NUN KÜRDİSTAN İLANI
“Dinciler” Kürtlerin peşinde Kürt Sorunu’na çözüm geliştirirken (!) diğer yandan Dışişleri Bakanı Ahmed Davutoğlu, konuyu siyaseten çözmüş oluyordu. Başsağlığı mesajı yayımlayan Davutoğlu, mesajında Barzani’ye, “Irak Kürdistanı Bölgesi Başkanı Sayın Başkan Mesut Barzani” diye hitap ediyordu. (Akşam, 22 Temmuz 2010)
Bu konuda taşlar önceden döşenmişti zaten. Abdullah Gül, 23 Mart 2009’da Bağdat’a giderken, uçakta ilk kez Irak’ın kuzeyini “Kürdistan” olarak tanımlamıştı. “Gül Kürdistan dedi – demedi” tartışmaları sırasında kamuoyunun tepkisi ölçülmüş ve nihayetinde üç gün sonra NTV’ye çıkan Neçirvan Barzani “Gül Kürdistan’ı tanıdı” diyerek rahatlatmıştı AKP’yi…
DİYARBAKIR BAŞKENT
Öte yandan BDP Batman Milletvekili Bengi Yıldız, Washington ve Brüksel’in ardından üçüncü temsilciliklerini Erbil’e açacaklarını ilan etti. (Hurriyet.com.tr, 29 Temmuz 2010)
BDP böylece siyasi kutuplarının ABD-AB-Kuzey Irak eksenli olduğunu bir kez daha ortaya koymuş oldu.
Açılımla ayrışma hamlelerin arttığı şu günlerde bir başka önemli gelişme ise HPG Ana Karargâhı’nın (PKK) halka yaptığı “sokakları mevzilere dönüştürün” çağrısıydı. Çağrıdaki en dikkat çekici ifade ise şöyleydi: “Başta Amed halkı Paytext olmanın onuru ve bilinciyle bu saldırılara karşı görkemli direnişin öncülüğünü geliştirmelidir”. (ANF, 29 Temmuz 2010)
Amed’in Diyarbakır, Paytext’in de başkent olduğunu belirtelim. Diyarbakır ve başkent kelimeleri yan yana gelince insanın aklına ister istemez yine Başbakan Erdoğan geliyor. Ne demişti Erdoğan bir ABD ziyareti dönüşünde: “Şu anda ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi var ya, Genişletilmiş Ortadoğu, yani bu proje içerisinde Diyarbakır bir merkez olabilir. Bunu başarmamız lazım”. (Teke Tek, Kanal D, 16 Şubat 2004)
Geriye Erdoğan’ı tebrik etmek kalıyor galiba…
MİLAT 12 EYLÜL
Baksanıza “Açılım diye diye ayrışan Türkiye” bir yanda, “adı Kürdistan ilan edilen Kuzey Irak’ın Türkiye’ye doğru genişlemesi” diğer yanda, el birliği ile Avrasya’nın kilidi ABD adına kırılıyor!
Gidişata başından beri çözüm arayanların “devlet katında” denge gözete gözete ülkeyi getirdikleri nokta burası. Bari 12 Eylül’ü milat kabul edip, Başbakanlık katını BOP Eşbaşkanlığı’ndan temizleyelim…

Mehmet Ali Güller
29 Temmuz 2010

27 Temmuz 2010 Salı

ABD’NİN BOP KONFEDERASYONLARI

ABD Dışişleri Bakanı Hilary Clinton’un Temmuz başında ziyaret ettiği Kafkasya’da dikkat çeken gelişmeler yaşanıyor.
Özellikle Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev ile Gürcistan Devlet Başkanı Mihail Saakaşvili’nin 18 Temmuz tarihinde yaptığı görüşmeler bölge dengeleri açısından çok anlamlıydı. Baş başa ve heyetler arası görüşmelerin ardından basının karşısına çıkan her iki devlet başkanı bölge açısından çok kritik açıklamalar yaptılar.
“Gürcistan ile Azerbaycan arasındaki ilişkilerde tüm sorunların ortadan kaldırıldığını” müjdeleyen İlham Aliyev “Bakü ile Tiflis arasında sıkı işbirliğinin var olduğunu” belirtti.
‘AZERBAYCAN-GÜRCİSTAN KONFEDERASYONU’
Ortak projelere dikkat çeken Gürcistan Devlet Başkanı Mihail Saakaşvili ise Avrupa’dan Çin ve Orta Asya’ya en kısa yolun Gürcistan-Azerbaycan üzerinden geçtiğini vurguladı. Saakaşvili’nin şu sözleri ise tüm çevre ülkeleri yakından ilgilendirir cinstendi: “Gürcistan ile Azerbaycan arasında dostluk ve sıkı işbirliği iki ülke arasında konfederatif ilişkilerin oluşturulması gerektiğini ortaya koyuyor. Bu yönde görüşmelere başlanabilir”.
‘TÜRKİYE-AZERBAYCAN-GÜRCİSTAN KONFEDERASYONU’
Benzeri açıklamanın Gürcistan eski Devlet Başkanı Eduard Şevardnadze’den geldiğine de dikkat çeken 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü’nden Elhan Şahinoğlu “Türkiye-Gürcistan-Azerbaycan konfederasyonu mümkün mü?” diye soruyor ve şu yanıtı veriyor: “Gürcistan’la Azerbaycan arasındaki mümkün konfederasyon görüşmelerine Türkiye’nin katılmasının mümkünlüğü de gelen haberler arasında. Zaten Türkiye, Azerbaycan ve Gürcistan ile stratejik ilişkiler içinde. Aslında Saakaşvili’nin konfederasyon önerisi Ankara’nın geçtiğimiz yıllarda ileri sürdüğü ‘Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformu’nun bir başka formülü. Ancak Rusya Gürcistan’ın, Ermenistan ise Azerbaycan’ın topraklarını işgal ettiğinden bu devletlerin bir arada bulunması mümkün görünmüyordu. Türkiye, Azerbaycan ve Gürcistan’ın ortak oluşumda yer almasını ise engelleyen faktör yok”.
TAŞLARI AKP Mİ DÖŞEDİ?
Acaba taşlar Hilary Clinton’dan önce ve ABD adına AKP tarafından mı döşendi? Clinton’dan 1.5 ay önce bölgeyi ziyaret eden Erdoğan ve kurmayları Ahmet Davutoğlu ile Egemen Bağış, acaba bir ön hazırlık mı yapmıştı.
Anımsayalım: Azerbaycan’dan Gürcistan’a geçen Erdoğan ve heyeti “evinize hoş geldiniz” mesajlarıyla karşılanmıştı. “Türkiye ve Gürcistan arasındaki ilişki eşi ve benzeri olmayan bir ilişki” diyen Saakaşvili hızını alamamış ve Tahran Anlaşması’na gönderme yaparak şöyle demişti: “Türkiye ve Brezilya, müzakereleri başarıyla sonuçlandırdı. Bize çok umut verdi. Başbakan Erdoğan bugün İran’da yaptıkları ile tüm dünyanın alkışlamasını hak etti”. (Cumhuriyet, 17 Mayıs 2010)
AMAÇ RUSYA’YI KAFKASYA’DA ETKİSİZLEŞTİRMEK
ABD’nin Sorosçu kalkışmayla Gürcistan’da işbaşına getirdiği ama 8 Ağustos 2008’deki Rus saldırısından bu yana bölgede oldukça yalnızlaşan Saakaşvili bu gelişmeyle rahatladı.
Kuşkusuz AKP’nin de AKP’ye bu senaryoyu uygulatan ABD’nin de temel hedefi Saakaşvili’yi rahatlatmak değil. Washington, Büyük Ortadoğu Projesi BOP açısından büyük önem taşıyan Güney Kaskasya’nın şekillenmesini hedefliyor. Daha somut ifade etmek gerekirse, “Konfederasyon”un hedefi Rusya’yı yalnızlaştırarak, ABD’nin bölge egemenliğini sağlamak.
Benzer bir konfederasyon çalışması, anımsayacağınız gibi geçen aylarda yine AKP eliyle Ortadoğu’da uygulanmıştı. Türkiye bir yandan Suriye, Ürdün ve Lübnan ile vizesiz serbest ticaret bölgesi oluşturmuş; bir yandan da Kuzey Irak’la “ekonomik entegrasyon” anlaşması yapmıştı. Böylece Türkiye, Suriye, Ürdün, Lübnan ve Kuzey Irak’ı kapsayan bir konfederasyonun altyapısı oluşturulmuştu.
Keza bu gelişme de, yine ABD’nin çizdiği AKP’nin uyguladığı bir senaryoydu. Davutoğlu’nun tarifiyle “yeniden kurulan bu alt bölgesel düzen” kuşkusuz İran karşıtıydı. İran’ı yalnızlaştırmayı ve İran’la ittifak halindeki kuvvetleri ayrıştırmayı hedefliyordu!
KONFEDERASYONLARIN ERGENEKON İLGİSİ
Toparlarsak…
AKP güneyde İran’ı dışarıda bırakan, kuzey doğusunda Rusya’yı dışarıda bırakan “konfederasyon” çalışmaları yürütüyor.
AKP, siyasi geleceğini de ABD’nin BOP’u çerçevesinde yürütülen bu çalışmaya endekslemiş durumda…
ABD’nin AKP’nin arkasında durmayı sürdürmesi, Erdoğan’ın bu çalışmalarına bağlı… Bir de Ergenekon savcılığını büyük kararlılıkla sürdürebilmesine elbette.
Kaldı ki, AKP’nin şekillendirmeye çalıştığı kuzey ve güneydeki bu konfederasyonların Ergenekon’la doğrudan ilgisi var.
Açalım…
Kuzeydeki konfederasyon kimi dışlıyordu? Rusya’yı!
Ya güneydeki konfederasyon kimi dışladı? İran’ı!
2002 yılında Harp Akademileri Komutanlığı’nda yapılan “Türkiye’nin etrafında barış kuşağı nasıl oluşturulur” başlıklı sempozyumda ne demişti Prof. Dr. Erol Manisalı? Manisalı, AB’nin Rusya ve Türkiye’yi dışarıda bırakarak Avrupa Birleşik Devletleri’ni kuracağını belirtiyordu. MGK Genel Sekreteri Org. Tuncer Kılınç da, Rusya ve İran’ı kapsayacak yeni arayışlara ihtiyaç duyulduğunu vurgulamıştı.
Bitmedi…
İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek 1996 yılında itibaren düzenlediği Avrasya Sempozyumları ile bölge merkezli dış politika izlenmesi gerektiğinin altını çiziyordu; ABD ve AB’nin karşısına Türkiye, Rusya, İran ve bölge devletleri ile kurulacak ittifak modeli sunuyordu…
Örneğin eski 1. Ordu Komutanı Org. Ergin Saygun. O da ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ni eleştiriyor ve Şanghay İşbirliği Örgütü’ne vurgu yapıyordu..
Örneğin Eski Ege Ordu Komutanı Em. Org. Hurşit Tolon; ABD’yi yerden yere vuruyordu…
Örnekler saymakla bitmez..
Verdimiz bu örneklerin ortak yönleri neler peki: ABD karşıtlığı, AB karşıtlığı, Rusya ve İran’la ittifak yanlısı oluşları…
Bitmedi.
Hepsi Ergenekon tertibinin tutuklu-tutuksuz sanıkları!
102 subaya “yakalama kararı” çıkarılmasıyla da, işte bu “bölge merkezli dış politika yanlısı çizgi”ye vurucu darbe hedefleniyor! Darbe diye diye TSK’ya darbe yapılıyor!
“ABD’nin BOP Konfederasyonları”nın Ergenekon’la ilgisi olur da, Açılım’la ilgisi olmaz mı? Konfederasyonların göbeğinde de “Kürt Açılımı” var. Ki Erdoğan o yüzden yıllar öncesinden söz vermişti: “Diyarbakır’ı ABD’nin BOP’u çerçevesinde bir merkez yapacağız”!
Ve açılım bitti diyenlere anımsatalım. Açılım, asıl şimdi başlıyor!

Mehmet Ali Güller
27 Temmuz 2010

21 Temmuz 2010 Çarşamba

GENERALİNİ TESLİM EDEN, ERİNİ KORUYAMAZ

Çukurca’da verilen 7 şehitle ilgili şu manşeti atmış Zaman gazetesi: “yine baskın, yine soru işaretleri”. (Zaman, 21 Temmuz 2010) Zaman’ın iddiasına göre Emniyet Genel Müdürlüğü, 8 Temmuz’da, 60 kişilik bir terörist grubun Çukurca sınırındaki askeri birliklere eylem yapacağı istihbaratını vermiş ancak gerekli tedbirler alınmamış. Sonuç 7 şehit.
Hayır, bu haberden sonra oturup cemaatin hedeflerini, TSK’ya yönelik “asimetrik psikolojik savaşın” nedenlerini, ABD’nin AKP ve F Tipi Örgüt üzerinden TSK’ya karşı yürüttüğü operasyonu vs. yeniden yeniden yazmayacağız…
Cemaatin niyeti de hedefi de malum. Şemdinli’den beri aynı yöntemi uyguluyor. Bu tip yayınlar öyle “normalleşti” ki, okur her saldırıdan sonra TSK’dan daha fazla kuşku duymaya başladı. Neredeyse “PKK suçsuz, TSK suçlu” ilan edilecek…
Biz bu yazımızda olaylara saldıranın değil saldırılanın penceresinden bakacağız; hatayı tespit edip çözümü arayacağız.
GENERALİNİ VEREN, ERİNİ KORUYAMAZ
Önce bir soru: Bir ordu generalini mi daha iyi korur, erini mi?
“Her ikisini de” gibi genel geçer bir yanıt vermeyin lütfen; insan hakları, eşitlik vs. gibi kavramları bir yana bırakın ve gerçekçi olun.
Bir ordu, generalini, erinden daha iyi korur! Daha doğrusu korumalıdır.
Peki Türk Ordusu açısından durum öyle midir? Maalesef değildir.
Ergenekon tertibi karşısında generalini koruyamayan TSK, erini koruyamaz hale geldi! “Arınç’a suikast palavrası” üzerinden kozmik odalarına girilmesine engel olamayan bir Ordu, “kağıt parçası” ile subaylarının tutuklanmasına sessiz kaldı, yaptığı bir seminere bile sahip çıkamayarak, seminere katılan generallerini F Tip Örgüt’e kaptırdı!
KOMUTANLAR, STRATEJİK MEVZİYİ TERKETTİ
Yığınakta yapılan hata telafi edilemez! Stratejik mevzi terk edilmez!
Bunlar genç subayların harp okulunda öğrendiği en temel askeri kurallardır; Kurmayın ömrü boyunca zihninden çıkarmadığı en temel yasalardır.
Ama gelin görün ki, Türk Ordusu’nu dün ve bugün yönetenler bu iki temel kuralı zihinlerinden çıkarmışlardır. İster emekliliğe beş kala sendromu diyin, ister korku… İster NATO’culuktandır diyin, ister teslimiyetçilik…
KENDİNİ KORUYAMAYAN, HALKI HİÇ KORUYAMAZ
Generalini teslim ettiği için erini koruyamayan Ordu, halkını da koruyamaz!
Ellerinde Türk bayraklarıyla ağalığa karşı yıllardır mücadele eden Diyarbakır Cumhuriyet Köyü Muhtarı Mehmet Tanrıkulu bakın ne diyor: “TSK şu anda Amerika ve AKP’ye karşı kendini koruyamadığı gibi beni de koruyamıyor!” (Aydınlık, 11 Temmuz 2010)
İşte Türkiye’nin gelip dayandığı nokta burasıdır. TSK kendini de halkını da koruyamaz hale gelmiştir.
ERGENEKON’LA GARDI DÜŞEN, AÇILIM’LA NAKAVT OLUR!
Mevzileri tek tek terk eden TSK, kendi varlığını tartışmaya açtırdı: Önce TSK’nın PKK’yla mücadele edemediği fikri işlendi, ABD’nin anlık istihbarat paylaşmasıyla kendini savunabilen Ordu imajı yaratıldı; ardından Başbakan TSK yerine Kandil’e bizzat NATO’yu çağırdı; şimdi de TSK yerine “özel ordu”nun güneydoğu sınırımızı korumasının çalışmaları başlatıldı!
Ergenekon tertibi ile generali teslim alınan, gardı düşürülen TSK, işte şimdi Kürt Açılımı ile lağvedilme sürecine sokulmuştur!
Yazının en başında “hatayı tespit edip, çözümü arayacağız” demiştik. İşte çözüm hatanın tam göbeğinde:
Önce General’ini kurtaracaksın!

Mehmet Ali Güller
21 Temmuz 2010

9 Temmuz 2010 Cuma

AKP İSRAİL İLİŞKİSİNİN KISA TARİHÇESİ

AKP ile İsrail arasındaki sözde kriz, aslında tam da İsrail’in kurucusu David Ben Gurion’un Türkiye-İsrail ilişkilerini tarif ettiği şu cümle gibi: “Türkiye bize metres gibi davranıyor. Halbuki evlendik, evliliğimizi bir türlü açıklamıyor.”
Ben Gurion’un bu tespitinin üzerinden yarım yüzyıl geçti ama AKP döneminde İsrail’le ilişkiler tam da böylesi bir tanıma uygun gelişti. Kapalı kapılar ardında farklı, dışarıda farklı…
Gelin AKP’nin iktidara gelmesinden bu yana, İsrail’le gerçekte nasıl bir ilişki türü yürüttüğüne birlikte gözatalım…
ERDOĞAN’A YAHUDİ CESARET ÖDÜLÜ
1.. AKP 3 Kasım seçimleri öncesinde 16 Temmuz 2002’de ABD’de Yahudi Ulusal Güvenlik Enstitüsü JINSA’da temaslarda bulunarak iktidar vizesi desteği aradı ve aldı.
2.. Erdoğan Ocak 2004’teki ABD ziyareti sırasında Amerikan Yahudi Komitesi’nden “cesaret madalyası” aldı. Resmi ismi “Davut Boynuzu” olan bu madalya, dünyada ilk kez Yahudi olmayan bir isme, dahası bir Müslüman’a verildi!
AKP: FİLİSTİN TERÖR, İSRAİL ŞİDDET UYGULUYOR
3.. 30 Ağustos 2004 tarihinde AKP’li Ömer Çelik, Egemen Bağış ve Mevlüt Çavuşoğlu İsrail’le kapsamlı görüşmeler yapmak üzere 3 günlüğüne İsrail’e gitti. Havaalanında gazetecilerin sorularını yanıtlayan heyet, “ziyaretlerinin, ilişkileri daha da pekiştirmek için büyük önem taşıdığını” belirtti. Ömer Çelik, “ortada kriz var” gibi bir adım atılmak ve öyle bir durum yaratılmak istendiğini belirterek, “aslında ortada bir kriz olmadığını” vurguladı. Ömer Çelik ve Egemen Bağış’ın bu ziyaretten önce, ABD’ye gidip Yahudi kurumlarıyla özel temaslarda bulunduklarını da anımsatalım.
Yeri gelmişken, bir başka anımsatma daha yapalım. Ömer Çelik, İsrail’e bu ziyaretinin iki ay öncesinde TBMM’de yaptığı bir konuşmada, “Filistinlilerin yaptığını terör, İsrail’in yaptığını ise şiddet” olarak nitelendirmişti. Bugün koşullar gereği Irak’taki Müslümanları anımsayan Ömer Çelik’in, o tarihlerde “Irak’taki direniş örgütlerinin, katillerden oluştuğunu” söyleyecek kadar Amerikancı olduğunu da belirtelim.
İSRAİL AKP ELİYLE TÜRK TARIMINI ÇÖKERTTİ
4.. AKP hükümeti, İsrail ile 15 Temmuz 2004’de Ankara’da bir mutabakat zaptı imzalayarak, Serbest Ticaret Anlaşması kapsamında “temel ve işlenmiş tarım ürünleri ticaretindeki tavizlerin karşılıklı genişletilmesini müzakere etme konusunda” anlaştı. Böylece AKP, İsrail’e Türk tarımını çökertme olanağı sundu!
İNTERNET GÜVENLİĞİMİZ İSRAİL’E EMANET
5.. AKP’li Enerji Bakanı Hilmi Güler, İsrail Ulusal Altyapı Bakanı Binyamin Ben-Elizer ile boru anlaşması imzaladı. Türkiye’den İsrail’e uzanacak boru hattından petrol, doğalgaz, elektrik, su ve fiberoptik geçmesi planlandı.
6.. Fiberoptik demişken… İsrail’le sözde krizin zirve yaptığı 2010 Haziran’ında ortaya çıktı ki, pek çok devlet kurumunun internet güvenliğini de İsrail sağlıyor! Bu görevi yürüten İsrailli Check Point firmasının, 2006 yılında “stratejik ortağı” ABD’den benzeri bir iş almak istediğinde bizzat ABD Başkanı Bush tarafından veto edildiğini de anımsatalım!
AKP’NİN İSRAİL’LE 17 PROJESİ
7..
Şimdilerde çok tartışılan insansız uçak Heron anlaşmasını, Tayyip Erdoğan 1 Mayıs 2005 tarihli İsrail ziyareti sırasında imzaladı. Bu ziyarette 200 milyon dolarlık bu anlaşmayla yetinilmedi, M60 tanklarının modernizasyonu için yeni protokol yapıldı ve 17 ayrı askeri proje görüşmesi yapıldı!
Bu arada anımsatalım… Erdoğan, Davos’ta “one minute” dedikten sonra, AKP’li Savunma Bakanı Vecdi Gönül, 27 Ocak 2009’da açıklama yaparak İsrail’le ilişkiler konusunda bir sıkıntı olmayacağını ilan ediyordu. Gönül, “insansız İsrail uçağı Heron’lar konusunda bir sıkıntı olmayacağının ve ilk parti Heron’ların Nisan ayında Türkiye’ye geleceğinin” müjdesini veriyordu.
AKP İÇİN HAMAS BAŞKA, EL FETİH BAŞKA
8.. Erdoğan, Filistin dostluğu değil; El fetih karşıtlığı, Hamas dostluğu yaptı. İsrail’le sözde ilk kriz sırasında bakın Başbakan Erdoğan ne diyor: “İsrail’in en yetkili ağzı, Filistin lideri Mahmut Abbas’ın tutuklu Hamas milletvekillerinin serbest bırakılmasını istemediğini söyledi”.
ERDOĞAN: ARAFAT BARIŞIN ÖNÜNDE ENGEL
9.. Dahası Erdoğan, geçmişti açıkça İsrail’i savunup, Arafat’ı da suçlamıştı. ABD’de İsrail’in eski Başbakanı Ehud Barak, ABD Kongre üyesi Jane Harmon ve şarkiyatçı Prof. Bernard Lewis ile 13 Haziran 2004’te bir panele katılan Erdoğan şöyle söylemişti: “Ben Barak'ın başlatmış olduğu barış sürecine katılıyorum. Ancak Sayın Barak'ın başlattığı süreç devam etmedi. Sayın Arafat büyük bir fırsatı tepmiştir. Eğer o zaman oturulan masadan kalkılmasaydı isabetli olurdu. Şu anki sıkıntı budur. Fakat biz yine de barıştan umutsuz değiliz. Barış süreci sıkıntılı bir süreçtir. Çile çekmeyi gerektirir ve bu mücadeleyi çile çekerek sürdürmeliyiz. 80 yaşına merdiven dayamış olan bir Arafat barışın önünde bir engel olamaz. Bu işi halklar arasında çözebiliriz”.
10.. Davos’ta sözde “one-minute” krizi yaşanırken, TBMM’de Türkiye-İsrail Dostluk Grubu üyesi 361, Türkiye-Filistin Dostluk Grubu iyesi ise sadece 60 milletvekili bulunuyordu!
ERDOĞAN MUHALEFETİ YAHUDİ DÜŞMANLIĞI YAPMAKLA SUÇLADI
11.. Erdoğan, Suriye sınırındaki mayınlı arazilerin 44 yıllığına İsrail’li şirkete verilmesine itiraz edenleri “Yahudi düşmanlığı” yapmakla suçladı.
ORTAK “YAHUDİ URFA PROJESİ”
12.. Urfa’daki “mayınlı arazilerin” İsrail’e peşkeş çekilmesinin tartışıldığı günlerde, 26 Mayıs 2009’da, İsrail’in Ankara Büyükelçisi Gaby Levy “Yahudi Urfa Projesi” olarak bilinen “dinler buluşması” kapsamında Urfa’yı ziyaret etti. Levy “Urfa ile Harran bizim için çok önemli, her Yahudi için atalarımızın dedelerimizin geldiği bu topraklara gelmek çok önemli” dedi.
İsrail’in bölgeye ilgisi konusunda, bir başka önemli açıklama da 1 Aralık 2004 tarihinde, o dönemin İsrail Büyükelçisi Pinhas Avivi’den gelmişti. “İsrail’lilerin Güneydoğu’dan toprak alımlarını” yalanlayan Avivi şu ilginç cümleyi dile getirmişti: “Buradan arazi satın alınmadı, ancak bazı ortak projelere destek veriyorlar. Türkiye'yle tecrübelerini paylaşıyorlar”.
KONYA OVASI’NDA İSRAİL’E ARAZİ
13..
İsrail sadece Güneydoğu’dan değil, “Anadolu Kartalı Tatbikatı Krizi” ile daha sonra gündeme gelen Konya’dan da 2004 yılının sonunda 40 bin dönüm arazi aldı. AKP’nin “Tarımsal İşbirliği ve Kalkınma Projesi” ile önünü açtığı bu satış işlemi ile verilen topraklar, ABD ve İsrail’in eğitim için kullandığı hava üssünün hemen yanında bulunuyor.
AKP ile İsrail arasındaki bu alım-satım işleri oldukça ilginçti. Bakın Tarım ve Köy İşleri Bakanı Sami Güçlü, Konya’daki bu satıştan birkaç ay önce Şanlıurfa Ceylanpınar’ı isteyen İsraillilere şu yanıtı verdiğini açıklıyordu: “Dedim ki, GAP’la ilgili düşünceleriniz, Türk kamuoyunda bir kısım kanaatlerin oluşmasına neden oluyor. Bu nedenle başlangıç faaliyetlerimizi İç Anadolu’ya kaydırarak, sulama teknolojisini Türk kamuoyuna sunalım. Bu sayede, kamuoyunda oluşan çekingen hava kırılabilir”.
AKP’DEN İSRAİL’E TOPRAK ALIMI İÇİN YASA KIYAĞI
14..
İsrail’in toprak alımlarına kolaylık getiren yasanın da, 19 Temmuz 2003 tarihinde, AKP tarafında yürürlüğe konulan 4916 sayılı yasa olduğunu belirtelim. AKP İsrail’in toprak alımlarını kolaylaştırmakla kalmıyor, karşı çıkanlara da tepki gösteriyordu. Örneğin AKP Şanlıurfa Milletvekili Mehmet Atilla Maraş, İsraillilerin GAP bölgesinde toprak satın almasına itiraz edenleri, “Bizim insanımız da Avrupa ülkelerinde mülk alıyor. Ancak yabancılar bizden toprak satın aldıklarında kıyameti koparıyorlar. Bunu doğal karşılamak lazım. Global baktığımız zaman bunun bir sakıncası yok”.
İSRAİL’E SURİYE SALDIRISI İÇİN HAVA SAHASI İZNİ
15.. İsrail, 6 Eylül 2007 tarihinde Suriye’nin gizli nükleer reaktörünü vurduğunda Türkiye hava sahasını kullandı.
16.. İsrail Lübnan’a saldırdığında ama 28 gün sonra Hizbullah’a yenilip geri çekilmek zorunda kaldığında, bölgeye AKP emriyle Türk askeri gönderildi.
AKP MİLLETİN GAZINI ALIYORMUŞ
17.. Gelin hiç yorumsuz, 14 Haziran 2010 tarihli Milliyet gazetesinde yer alan Devrim Sevimay’ın AKP sözcüsü Hüseyin Çelik’le yaptığı röportaja göz atalım şimdi de:
Hüseyin Çelik: “Türkiye’de antisemitizmin bir geçmişi var. Fakat bizimle birlikte antisemitizm falan yok. Aksine bakın Sayın Başbakan’ın bu çıkışları olmasa Türkiye’de antisemitizm daha çok artar”
Milliyet: “Yani bir anlamda şişede biriken gaz mı kaçırılmış oluyor bu sayede?”
Hüseyin Çelik: “Elbette, halk şöyle düşünüyor, ‘Verilmesi gereken tepkiyi benim devletim veriyor zaten’.”
Milliyet: “Ve sakinleşiyor, öyle mi?”
Hüseyin çelik: “Ve sakinleşiyor, çünkü ‘Benim adıma Tayyip Erdoğan konuşuyor’ diyor. One minute çıkışı bundan dolayı insanların uzun yıllar bastırılmış bazı haykırmalarının bir manada temsilciliğini yaptı. Sayın Başbakan Türk milletinin bu manada ve insanlık vicdanının sesi olmaya çalışıyor.
ANKARA’DA SİYONİZM ANMASI!
18.. AKP’nin İsrail karşıtı olmadığı, dahası anti Siyonist olmadığı, başka uygulamalarından da anlaşılıyor. AKP, tarihte ilk kez Türkiye Cumhuriyeti’nin başkentinde, İsrail’e siyonizmin kurucu Theodor Herz’i anma izni verdi. 6 Aralık 2004 günü İsrail’in Ankara Büyükelçiliği, Ankara’da, Milli Kütüphane Konferans Salonu’nda siyonizmi andı!
SONUÇ
Davos’da “one minute” krizi, Anadolu Kartalı tatbikatı krizi, büyükelçiyi alçak koltukta oturtma krizi, Mavi Marmara gemisine saldırı krizi…
Tümünün, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ni uygulayabilmek için Türkiye’ye biçtiği model ortak statüsüyle doğrudan ilişkisi var. ABD, BOP’u uygulayabilmek için “Filistin Sorunu”nu kısmen çözüp, İran’ı Türkiye ile markaja alıp, alt-bölgesel düzenleri kurmaya çalışıyor…
Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun, “İsrail özür dilemezse, bari soruşturmayı kabul etsin” anlamına gelen sözleri aslında tüm gerçeği çırılçıplak ortaya koyuyor. Davutoğlu İngiliz mevkidaşıyla birlikte düzenlediği ortak basın toplantısında bakın ne diyor: “Ortada bir suç var. Bu vatandaşlar İsrail sularını ihlal etmedi. Hiçbir İsrail vatandaşını öldürmedi. Peki kim öldürdü bu vatandaşları? Eğer İsrail bu sorumluluğu üzerine alır ve özrü dilerse biz de önümüze bakar ve iki ülke ilişkilerini nasıl daha geliştirebiliriz buna bakarız. Eğer özür dilemezlerse o zaman uluslararası bir soruşturmayı kabul etsinler. Bu bizim ülkemizin onurudur”.

Mehmet Ali Güller
9 Temmuz 2010

7 Temmuz 2010 Çarşamba

KÜRDİSTAN’I KİM KORUYACAK: TSK MI, NATO MU?

Erdoğan’ın Toronto’da ABD Başkanı Obama ile yaptığı görüşmeden sonra “Kuzey Irak’a NATO” çağrısında bulunmasının ardından yeni bir öneri daha geldi.
“Çuvalcı komutan” olarak bilinen Irak’taki ABD güçlerinin komutanı Ray Odierno, “Kuzey Irak’a BM Barış güçlerinin konuşlandırılabileceğini” söyledi.
Erdoğan’ın NATO çağrısı ile ABD’nin BM Barış gücü çağrısı arasında Washington odaklı bir paralellik, daha doğrusu bir bütünlük var. Yani NATO ve BM önerilerinin iki ayrı düzlemde tek bir anlamı var. Bu düzlemlerden birincisi ABD’nin Kuzey Irak Planı düzlemidir; ikincisi de ABD’nin yenilgi ve geri çekilme düzlemidir.
1.. “ABD’NİN KUZEY IRAK PLANI” DÜZLEMİNDE NATO/BM ÇAĞRISI
Erdoğan’ın Kuzey Irak’a NATO çağrısının bir hükümet çağrısı olmadığının, bir devlet politikası haline getirildikten sonra yapıldığının altını çizelim öncelikle.
Konu önce Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ tarafında 21 Haziran’daki İpekyolu 2010 – General ve Amiral Semineri’nin açılış konuşmasında dile getirilmişti: “NATO’nun sadece coğrafi alanın sınırları içerisinde hareket etmekle yetinmeyip üye ülkelerin kolektif güvenlik çıkarlarının tehdit altında olduğu bölgelerde de aktif olması gerekmektedir”.
Ardında yapılan 24 Haziran tarihli MGK toplantısında da gündeme geldiği anlaşılan konu, Erdoğan tarafından 28 Haziran’da Toronto’da bir çağrıya dönüştürülmüştü.
“Kuzey Irak’a NATO çağrısı” konusu daha önce de gündeme gelmişti. O zamanki öneriyi daha etraflı aşağıda inceleyeceğiz ama yeri gelmişken belirterek geçelim: O tarihte Başbakan Erdoğan’ın dış politika başdanışmanı olan Ahmet Davutoğlu, “Kuzey Irak’a NATO askeri gönderilmesine karşı olduklarını” söylemişti. (Yeni Şafak, 10.2.2007)
HOLBROOKE PLANI
Bu konudaki ilk somut öneri, ABD’nin şimdiki Afganistan-Pakistan Özel Temsilcisi Richard Holbrooke tarafından 2006 yılında yapıldı. NATO’nun Riga Zirvesi öncesinde “NATO’nun yeniden keşfi” başlıklı bir rapor hazırlayan Holbrooke, “Türkiye’nin Kuzey Irak’ı işgal etmesi olasılığını önlemenin en iyi yolunun bölgeye NATO gücü konuşlandırmak olduğunu” savunmuştu! (Hürriyet, 21 Kasım 2006)
Holbrooke’un Alman Marshall Fonu Yöneticisi Ronald D. Asmus’la birlikte kaleme aldığı raporda Kuzey Irak’a yerleştirilecek NATO askerlerinin yararları şöyle sıralanmıştı: “Türkiye’de Güneydoğu’ya sürekli saldırılarda bulunan PKK terör örgütünün ortadan kaldırılması için Kuzey Irak’ın işgalinden açıkça söz edenler var. Bu riski azaltmanın en iyi yolu Kuzey Irak’a NATO gücü konuşlandırmak. Böyle bir konuşlandırma diğer bazı amaçlara da (hangi amaçlar? – YN) hizmet edebilir. Kürt liderlerle yapılacak bir anlaşma PKK’yı sınırlandırır. Bu, Türkiye’nin askeri operasyonunu önlemenin en iyi yoludur. İkinci olarak NATO askerleri Irak’taki iç savaşın hala barış içinde olan, istikrarlı ve yarı demokratik parçasına, Kuzey Irak’a yayılmasını önler”.
NATO gücünün ayrıca gerektiğinde ülkenin diğer bölgelerinde kullanılmak üzere tutulabileceği belirtilen raporda, benzer operasyonların Kuveyt’ten yapılmasının daha zor olacağına dikkat çekilmiş. Raporda, Irak’ın kuzeyine yerleştirilecek NATO gücünün son yararı olarak, “ABD Başkanı Bush’a Irak’ı tamamıyla gözden çıkarmadığı yolunda siyasal bahane sağlaması” sayıldı.
Ne kadar açık değil mi? Somutlarsak, Holbrooke ve Asmus “birincisi Türkiye’nin Kürdistan’ı imha etmek üzere Kuzey Irak’a girmesini engellemek için, ikincisi Arapların Kürdistan’a saldırısını engellemek için, üçüncüsü ABD’nin Kürdistan üzerinden bölge ülkelerine saldırabilmesi için, dördüncüsü de bölgede bulunma bahanesini sürdürebilmek için” NATO’nun Kuzey Irak’a yerleştirilmesini savunuyor!
NATO zirvesi için hazırlanan bu plan, bir başka gerçeği daha somut olarak göstermektedir. ABD, “Türkiye Kuzey Irak’a girmesin diye NATO’yu Kuzey Irak’a sokmayı” planladığına göre, NATO ve Türkiye’nin amaçları, hedefleri birbirinin tamamen zıddıdır. Dolayısıyla ABD ile Türkiye’nin de ulusal çıkarları tamamen karşı karşıyadır.
TSK’NIN KUZEY IRAK’A GİRMESİ ABD İÇİN EN BÜYÜK TEHDİTDİR
Dikkat edilirse ABD Planı’ndaki ilk madde en önemli maddedir ve diğer üç maddenin gerçekleşebilmesi bu maddeye bağlıdır! ABD, TSK’nın bölgeye (ama bu hedefle) girmesini kendisine yönelik en önemli tehdit olarak algılamaktadır. Öyle ki, ABD Türk Ordusu’nun Kuzey Irak’taki bir Tugay’lık mevcudiyetini ortadan kaldırabilmek için çatışmayı da göze alarak, 11 Türk askerinin başına çuval geçirmişti.
ABD ile Türkiye arasında adı konulmayan ama 20 yıldır süren bir “Kuzey Irak Savaşı” yaşanmaktadır. 2002 bu savaşın Ankara aleyhine Washington lehine dönüşen ikinci dönemidir.
O dönemde Türkiye bu tehdit karşısında iki devlet politikası belirlemişti. Birincisi uluslararası ölçekte “Irak’ın toprak bütünlüğünü ve siyasal birliğini” savunmak; ikincisi de ABD’den önce bölgeye girmekti!
2003’te ABD’nin Irak’ı işgal edeceğinin belirmesi, Türk Devleti’ni 2002 sonbaharında “Irak’ın kuzeyini işgal” planına sevketti. Böylece ABD’den önce bir oldubittiyle bölgeye girilecek ve ABD’nin Kukla Devleti’ne engel olunacaktı. Üstelik “işgal” Irak’ın toprak bütünlüğünü doğrudan savunduğundan, bölge ülkelerinden de tepki görmeyecekti. Bu konuda da gerekli anlaşmalar yapılmıştı.
Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun görev süresinin uzatılması tartışmaları da tamamen bu planla ilgiliydi. ABD “Ecevit hükümetini düşürerek, Türk Ordusu’na darbe yaparak ve AKP’yi iktidara taşıyarak” Türkiye’nin bu planını boşa çıkardı!
ABD’nin çok tartışılan 1 Mart tezkeresi de tamamen bununla ilgiliydi. ABD kuzeyden cephe adı altında, aslında kukla devletle Türk Ordusu arasına girmeyi hesaplıyordu. Böylece Kukla Devleti Türk Ordusu karşısında doğrudan muhafaza edebilecekti.
Tam bu noktada şu gerçeğin altını çizelim: ABD, Türk Ordusu’nun bölgedeki varlığına, kukla devleti imha hedefi olmadığı takdirde, her zaman evet demiştir. TSK Türkiye adına değil de ABD adına her zaman bölgede görev yapabilir! Kukla Devlet’e karşı olmayan hatta İran’a karşı Kukla Devleti savunacak bir TSK, ABD’nin her zaman bölgede görmek istediği bir ordudur! ABD 90’ların ortalarında itibaren “hizadan çıktığı” tespitini yaptığı TSK’ya karşı 2002’den beri boşuna tertip ve operasyon yapmıyor! Ergenekon tertibinin birinci amacı Türk Ordusu’nun Kukla Devlet direncini kırmaktır! ABD’nin PKK’yı kimi zaman “havuç” kimi zaman sopa “olarak” kullanmasının da nedeni budur!
Sonuç olarak, Erdoğan’ın ve General Odierno’nun 4 yıl sonra “NATO ya da BM askeri” çağrısı yapması, Holbrooke’un 4 yıl önceki planlamasıyla tam uyumludur.
2.. “ABD’NİN GERİ ÇEKİLMESİ” DÜZLEMİNDE NATO/BM ÇAĞRISI
Özellikle General Odierno’nun çağrısı, meselenin bir diğer yüzü olan ABD’nin yenilgi içine girmesi ve bununla doğru orantılı olarak geri çekilme-kuvvet azaltma takvimi uygulamasıyla ilgilidir. Gerek Irak’taki gerekse Afganistan’daki yenilgisinden bir çıkış aramakta olan ABD, uluslararası koalisyon oluşturabilmeyi güçlü bir seçenek olarak değerlendirmektedir.
ABD, geri çekilirken boşalttığı alanın “ikna” edebilirse TSK tarafından, “ikna” edemezse NATO/BM askerleri tarafından doldurulmasını savunmaktadır.
Denklemden görülebileceği gibi aslında konu yine dönüp dolaşıp TSK’ya endekslenmektedir. NATO ve BM askeri önerisi, -tıpkı PKK gibi- TSK’nın Kukla Devlet direncini kırmakta bir sopa vazifesi görmektedir.
Çünkü Kukla Devlet’in yaşayabilmesi Türkiye’ye, yani Türk Ordusu’na bağlıdır. Kukla Devlet Türkiye’ye doğru girebildiği, konfederal bir yapı oluşabildiği, yani Büyük Ortadoğu’nun bir “alt-bölgesel düzlemi” geliştirilebildiği oranda ABD hedefini başaracaktır.
Ancak, ABD’nin “21. Yüzyılı Amerikan yüzyılı” yapabilme hedefi, Orta Asya’dan başlayarak püskürtülmektedir.

Mehmet Ali Güller
7 Temmuz 2010

6 Temmuz 2010 Salı

BAŞBUĞ NE DEMEDİ?

Görev süresi 30 Ağustos’ta sona erecek olan Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, Uğur Dündar’ın gündeme ilişkin sorularını yanıtladı. “Sözün bittiği yerdeyiz” diyen Org. Başbuğ, röportajın yayınlandığı gece ekranlara doluşan bilumum uzmanlar tarafından “askeri vesayete” sinyal vermekle suçlandı.
Konunun bu anlamsız boyutuyla uğraşma işini yandaşlara, liberallere bırakıyor ve öze ilişkin görüşlerimize, yani Org. Başbuğ’un söylediklerinin -daha doğrusu söylemediklerinin- değerlendirilmesine geçiyoruz.
Öncelikle defalarca altını çizdiğimiz şu saptamayı bir kez daha yapalım. Tehdidin kaynağını doğru belirlemeden yapılan mücadele ile kesin başarı kazanılmaz!
SORUMLU KİM?
PKK şanslı bir örgüt” diyen Org. Başbuğ şu tespiti yapıyor: “Tam çökme noktasına, çözülme noktasına geliyor, fakat maalesef konjonktürel durumlar lehine cereyan ediyor”.
Peki nedir bu konjonktürel durumlar? İşte Org. Başbuğ’un söylemediği birinci konu, bu konjonktürel durumdur; yani ABD’nin bölgedeki siyasi ve askeri varlığıdır. ABD ne zaman bölgeye gelse, PKK terörü tırmanıyor!
Org. Başbuğ mesajlarının devamında PKK terörü konusunda Irak merkezi hükümetini de suçluyor: “Irak’ın kuzeyinde 26 yıldır bir otorite, devlet gücü var mı, yok mu? Boşluk var. İkincisi, özellikle son dönemlerde Irak’ta bir merkezi hükümet var. Merkezi hükümetin sorumluluğu var. Kendi toprakları üzerinde herhangi bir terör örgütünü barındırmaması lazım. Merkezi hükümetin defacto oalrak gücü yok diyebilirsiniz. Irak’ın kuzeyinde güçlü unsurlar var. Bunlar niçin etkili sonuçlar almıyorlar? Irak’ın kuzeyi bu örgüt için güvenli saha. İkincisi lojistik destek. Nereden alıyor bu insanlar yiyeceğini, içeceğini, malzemesini? O bölgeden alıyor. Bunlar Dışişleri Bakanlığımızın konusu. Dışişleri Bakanlığımızın koordinatörlüğünde bu konu yürütülüyor. Artık sözün bittiği yerdeyiz”.
Hayır değiliz. Gecikmeli de olsa, aslında tam da sözün başlaması gereken yerdeyiz. O söz doğru sorulara doğru yanıtlar vermeyi gerektiriyor öncelikle.
ABD’NİN HEDEFİ KUZEY IRAK’I TÜRKİYE’YE SOKMAK
ABD’nin Irak’ı işgal ederek kuzeyde bir kukla devlet inşa ettiği; bu kukla devleti Saddam Hüseyin’e karşı bizzat Türkiye’de konuşlandırdığı Çekiç Güç’üyle yıllarca koruduğu ve kolladığı; ABD’nin Kürt Planı’na direnen Jandarma Genel Komutanı Org. Eşref Bitlis’i, uçağına yaptığı sabotajla öldürdüğü; Org. Karadayı – Org. Kıvrıkoğlu döneminin bu kukla devlete karşı bölge inisiyatifi oluşturma süreci olduğu; ABD’nin bu inisiyatifi pasifize etmek için siyasi cinayetlerden ekonomik krizlere kadar bir dizi komplo tezgâhladığı; Ecevit hükümetinin sırf bu ABD planına direndiği için düşürüldüğü; Erdoğan’ın siyasi yasaklıyken Org. Özkök tarafından meşru ilan edilip bu sürece entegre edildiği ve BOP eşbaşkanlığına getirildiği; ABD’nin Irak’ın kuzeyinde bu plana karşı tehdit olarak gördüğü Türk askerinin başına çuval geçirdiği; ABD’nin Ergenekon tertibi ile Türk Ordusu’nun elinin kolunu bağlayarak “Kürt Açılımı”nı yaptırdığı; Ve gelinen süreçte Kukla Devleti Türkiye’ye doğru genişletme hamlesi içinde olduğu; bunu sağlayabilmek için de PKK’yı kimi zaman havuç kimi zaman sopa olarak kullandığı gerçeğinin üzerinden atlanarak terörle mücadele edilir mi?
PKK terörünün artması konusunda ABD’yi es geçip, en az sorumlu olan Bağdat hükümetini esas sorumlu tayin ederek terörle mücadele edilir mi?
PKK’NIN ARKASINDA UZAYLILAR VAR
Org. Başbuğ, Başbakan Erdoğan’ın başlattığı “taşeron” tartışmalarına da girdi. Hatırlarsanız, Erdoğan, PKK’yı Ergenekon’un taşeronu ilan etmiş ve alenen Türk Ordusu’nu hedef almıştı. Org Başbuğ ise bakın taşeronluk konusunda ne diyor:
Şunu sorarsanız eğer, PKK bazı dönemlerde taşeronluk yapmış mıdır? Evet. Mesela ben bu konuyu biraz da anlamak için 93’lere gidilmesini, araştırılmasını öneririm. Bingöl’de 33 erimizin şehit edilmesi olayı var. O yıllarda coğrafya olarak Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı söz konusu. Şimdi boru hattının geçtiği güzergâhın emniyetsiz olduğunu gösterirseniz... Bu arada 92 - 93 arasında yine bir eylemsizlik süreci var. Burada bir taşeronluk söz konusu olabilir mi? Olabilir. İncelenmeye değer bir konu olarak görüyorum”.
Org. Başbuğ bu söylediğinden ne anlamamızı istiyor? Şöyle akıl yürütmemizi mi istiyor acaba? Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı projesi kimin projesiydi? ABD’nin. Projeye kim karşıydı? Ermenistan. Esas karşı olan büyük kuvvet kimdi? Rusya… Haa demek ki, PKK Rusya’nın taşeronuydu… Hatta PKK Marslıların taşeronu!
Geçiniz.
ABD’yi es geçerek PKK arkasında kuvvet arama akıl yürütmeleriyle bir yere varılamaz. Tehdidin kaynağını doğru saptamak ve bunu milletiyle paylaşmak her Genelkurmay Başkanı’nın görevidir! NATO ilişkileri, silah bağlantıları, ekonomik ve siyasi bağımlılıklar, model ortaklıklar, vs. vs. Tüm bunlar hiçbir devlet yetkilisini görevden ve sorumluluktan kaçırtamaz!

Mehmet Ali Güller
6 Temmuz 2010

4 Temmuz 2010 Pazar

ABD BAŞKAN YARDIMCISI ADAYI SARAH PALİN: ‘OBAMA, RUSYA VE ÇİN’E BOYUN EĞDİ’

Tarih, 1 Temmuz 2010. Taliban, ABD/NATO ile diyalogu reddetti. Önce İngiltere Savunma Bakanı Liam Fox, “Afganistan’da uzun süreli istikrar için askeri müdahalenin yeterli olmadığı ve Taliban’la görüşülebileceğini” açıkladı; ardından İngiltere Genelkurmay Başkanı General David Richards, “çıkış stratejisinin bir parçası olarak Taliban ile bir an önce müzakerelere başlanması” talebinde bulundu.
Ancak Taliban Sözcüsü Zebiullah Mücahid, NATO güçleriyle hiçbir görüşmeye yanaşmayacaklarını açıkladı. Taliban sözcüsünün görüşmeme gerekçesi ise ABD’nin içinde bulunduğu durumu göstermesi açısından çok çarpıcı: “Üstünlük bizdeyken, yabancı güçler çekilmeyi düşünüyorken ve düşman saflarında farklılıklar bulunurken neden görüşeceğiz”.
Tarih, 14 Ekim 2001. Taliban: Bombardımanı durdurun, Ladin’i verelim. Bush: Müzakere yok!
Afganistan’a düzenlenen saldırının sekizinci gününde açıklama yapan Taliban temsilcisi Hacı Abdülkabir, “Bin Ladin ile ilgili kanıt sağlanır ve bombardıman durursa, Bin Ladin’i, kesinlikle ABD’nin baskısı altında olmayan bir ülkeye teslim etmeye hazır olacağız” dedi.
Taliban’ın önerisine yanıt ABD Başkanı Bush’un Beyaz Saray Sözcüsü Anne Womack’dan geldi: “Hiçbir müzakere olmayacaktır”.
9 yılda gelinen durum işte bu!
Washington önce “Afganistan savaş stratejisini” değiştirmek zorunda kaldı, ardından da “Afganistan komutanını”…
“ABD süper güç, asla yenilmez” gözlüğüyle dünyaya bakıp, ABD’nin Afganistan’da yenilgiye geçtiğini görmek istemeyenlere, bir de 9 yılda ortaya çıkan bu somut “diyalog talebi” değişikliğini anımsatalım istedik…
Aslında haziran ayında toplam 102 NATO askerinin öldüğü gerçeği bile tek başına kocaman somut bir olgu olarak duruyor önümüzde…
ABD MEDYASI: AFGANİSTAN KAYBEDİLDİ
ABD’de Afganistan ve Irak savaşları nedeniyle askerlerle siviller, sivillerle siviller ve askerlerle askerler arasında büyük çelişmeler yaşanıyor… Biz bu çelişmeleri silah, ilaç, petrol sanayileri, bilişim sektörü ve mali piyasalar arasındaki toplam çelişmeler olarak okuyalım elbette…
Bu çelişmeler, düşünce kuruluşları ile medyada da “kafa karışıklığı” biçiminde ortaya çıkıyor. Üzerinde hem fikir olunan tek konu “Afganistan’ın kaybedildiği” gerçeği!
AFGANİSTAN’A DEVASA ÇİN YATIRIMI
Peki Afganistan’da gerçekte kazanan kim?
Afganistan Cumhurbaşkanı Hamid Karzai, Mart ayının sonunda Çin’e dördüncü resmi ziyaretini gerçekleştirdiğinde çok önemli anlaşmalara imza attı. Örneğin Çin Metalurji Şirketi Karzai’ye 3 milyar dolarlık “ek yatırım” yapma taahhüdünde bulundu. Afganistan’ın gayri safi milli hasılasının 7,5 milyar dolar olduğunu göz önünde bulundurursak, “ek yatırım”ın büyüklüğünü, Kabil için daha iyi anlarız…
Peki bu “ek” yatırım hangi yatırımın devamıydı?
Çin, 2007 yılında dünyanın en büyük ikinci bakır madeni olan Afganistan-Aynak sahasının işletme hakkını aldı. Çin, bu maden projesine şimdiye kadar 4 milyar dolarlık yatırım yaptı! Çin, madenin elektrik ihtiyacını karşılamak için de 400 megavatlık enerji santrali kurdu; ki bu santral başkent Kabil’in enerji ihtiyacının çoğunluğunu karşılıyor!
Bu yatırımın büyüklüğünü ve gelecekteki önemini anlamak bakımından Afganistan Madencilik Bakanlığı’nın tespitine bakalım… Madencilik Bakanı Muhammed İbrahim Adil, 5 yıl içerisinde bu projeden sadece vergi geliri olarak 2 milyar dolar elde edeceklerini belirtiyor!
Her ticari ve ekonomik yatırım, aynı zamanda ve hatta daha önce, aslında siyasi yatırımdır!
PALİN: ABD’NİN ASKERİ ÜSTÜNLÜĞÜ SONA ERDİ
Acaba Cumhuriyetçiler, Obama’yı “Çincilik” yapmakla suçlarken haklılar mı?
Şaka bir yana, durum ABD açısından Obama’nın iradesiyle açıklanamayacak kadar vahim bir sürece gidiyor…
2008 yılındaki seçimlerde, Cumhuriyetçi Parti’nin başkan yardımcısı adayı olan Sarah Palin, Obama’ya yönelik tepkileri en sert üslupla dile getiren isim oldu. Obama’nın Rusya ve Çin’e karşı boyun eğdiğini söyleyen Sarah Palin, Obama ile birlikte ABD’nin askeri üstünlüğünün sona erdiğini belirtti.
Obama elbette “Çinci” ya da “Rusçu” değil! Her lider arkasındaki kuvvete bakarak strateji belirler. Obama’nın arkasındaki kuvvet de bu kadar; daha doğrusu kim olursa olsun, ABD Başkanı’nın arkasındaki kuvvet ancak bu kadar olacak!
Bu durum ABD’nin Afganistan’daki müttefiklerini de geri çekilmeye mecbur ediyor. Hollanda ağustos ayında çekilecek ilk ülke olacak; onu Kanada takip edecek…
FRANSIZ GENERALDEN ABD’YE TEPKİ: YARIM SAVAŞ OLMAZ
Öte yandan Fransa da ABD’nin yenilgiye geçmesini kendi içinde sert tartışmalarla somut olarak yaşıyor…
Fransız General Vincent Desportes, ABD doktrininin işlemediğini, bu stratejinin gözden geçirilmesi gerektiğini savundu. General Desportes, ABD’nin geçen yıl ki “30 bin ek asker” gönderme stratejisine de sert tepki gösterdi: “Herkes bunun sıfır ya da 100 binden fazla olması gerektiğini biliyordu. Yarım savaş yapılmaz”! General Desportes, Haziran ayındaki 102 kayba da dikkat çekerek, “durum hiç bundan daha kötü olmamıştı” dedi.
Fransa Genelkurmay Başkanı Amiral Edouard Guillaud ise, ABD’nin Afganistan stratejisini eleştiren General Desportes’e sert tepki gösterdi. Genelkurmay Başkanı Amiral Guillaud, General Desportes’in açıklamalarını “yanlış ve sorumsuzluk” olarak niteledi!
ABD’nin kötü gidişatı, anlaşılan ABD ordusundan sonra Fransız ordusunda da kelle götürecek!

Mehmet Ali Güller
4 Temmuz 2010

1 Temmuz 2010 Perşembe

ABD, İSRAİL’İ AKP SOPASIYLA TERBİYE EDİYOR

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile İsrail Sanayi Bakanı Binyamin Ben-Eliezer’in “gizli” görüşmesi ile ilgili olguları sıralayalım önce:
1.. Görüşme ABD Başkanı’nın talimatıyla gerçekleşti. Obama bizzat bu talebi, Erdoğan’a Toronto’da, G-20 toplantısı sırasında yaptıkları ikili görüşmede iletti.
2.. Görüşme anında basına yansıdı. (Demek ki hedef “gizlilik” değildi!)
3.. AKP, görüşmenin İsrail hükümeti tarafından talep edildiğini açıkladı.
4.. İsrail koalisyon hükümetinin Türkiye’ye mesafeli olan partisi Yisrael Beiteinu’nun lideri ve İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman, görüşmenin ortaya çıkması üzerine yazılı açıklama yaptı ve açıkça başbakan Netanyahu’yu suçladı: “Dışişleri Bakanı, bu olayın Dışişleri Bakanlığı’nın bilgisi dışında olmasını çok büyük bir ciddiyetle ele almaktadır. Bu kabul edilebilir davranış normları çerçevesinde bir hakarettir ve Dışişleri Bakanı ile Başbakan arasındaki güvene indirilmiş büyük bir darbedir”.
5.. İsrail Başbakanlığı, Lieberman’ın çıkışı üzerine, bilgilendirmenin “teknik sebeplerden” dolayı yapılamadığını açıkladı.
6.. Görüşmenin İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu ve Savunma Bakanı Ehud Barak’ın onayıyla gerçekleştiği açıklandı.
Bir anımsatma: İsrail hükümeti bir koalisyon hükümeti. Koalisyonun en büyük partisi Likud adına Netanyahu Başbakanlık koltuğunda, koalisyonun ikinci büyük partisi Yisrael Beiteinu adına da Lieberman Dışişleri Bakanlığı koltuğunda oturmakta… Davutoğlu ile görüşen Sanayi Bakanı Ben-Eliezer ise İşçi Partisi’nden…
7.. Davutoğlu her şey ortaya çıktıktan sonra şu ilginç açıklamayı yaptı: “İsrail, ilk defa dünyada bu kadar yalnızlaştırıldı. Çok büyük bir dayanışma gördük. Bunun için hükümetleri çatırdamaya başladı, çatırdayacak”.
8.. Davutoğlu’nun “İsrail hükümeti çatırdamaya başladı” dediği saatlerde, İsrail’de, muhalefetteki Kadima’nın lideri, eski Dışişleri Bakanı Tzipi Livni’nin Başbakan Netanyahu ile masaya oturabileceği haberleri yayılmaya başladı.
9.. Lieberman, “istifa etmeyeceğini” açıkladı.
10.. İsrail Sosyal Hizmetler Bakanı Davutoğlu – Ben Eliezer görüşmesinin gizliliğinin Lieberman’a yakın isimler tarafından basına sızdırıldığını açıkladı.
Bu 10 olgudan hareketle şu soruyu sorabiliriz herhalde: Türkiye-İsrail ilişkilerini tamir etmek üzerinden, acaba İsrail Başbakanı ile Dışişleri Bakanı’nın arası mı bozulmaya çalışılıyor? Daha doğrusu İsrail koalisyon hükümetinin iki büyük ortağının arası mı açılmaya çalışılıyor? Daha da berraklaştırmak gerekirse soruyu, İsrail hükümeti yıkılmak mı isteniyor?
Sorularla bağlantılı bir başka olguyu daha anımsatalım: 8 Temmuz’da Obama-Netanyahu görüşmesi var. Peki görüşmenin odağında hangi konu var? Evet, ABD-İsrail zirvesinin ana konusu “Ortadoğu Barışı”!
Obama, Büyük Ortadoğu Projesi’nin geleceği açsından “Ortadoğu barışını” şart görüyor. ABD, İsrail-Filistin konusunda olumlu bir adım geliştirmeden, Ortadoğu’da önemli değişiklikler yaratamayacağının farkında; İsrail’i Filistin devleti konusunda “ikna” etmeden, Ortadoğu’da “geniş çaplı işbirlikleri” geliştiremeyeceğinin farkında…
Ki Obama ile Netanyahu’nun 20 Mayıs 2009’daki ilk ikili görüşmesi, bu konu nedeniyle başarısızlıkla sonuçlanmış ve “geleneksel ittifak bitti” yorumlarına neden olmuştu. Dört saat süren görüşme boyunca, Obama, Filistin Devleti’nin kurulmasının gerektiğini vurgulamış ve Yahudi yerleşim merkezleri inşasının da durmasını istemişti.
İsrail Barış Hareketi’nden Jeff Halper, tam bir yıl önce, 2 Haziran 2009 tarihli Deutsche Welle’ye bakın ne diyor: “Yeni Amerikan yönetimi İsrail – Filistin anlaşmazlığıyla Ortadoğu’daki diğer sorunlar arasında doğrudan bağlantı bulunduğunu açıkça söylüyor. Eski dışişleri bakanlarından James Baker de İsrail – Filistin anlaşmazlığının bütün İslam dünyasındaki istikrarsızlığın merkez üssü olduğunu söylemişti. Beyaz Saray’ın Yahudi Kurmay Başkanı Rahm Emanuel de daha geçen hafta, İsrail – Filistin sorunu açılmadan İran meselesiyle uğraşamayacaklarını söyledi. Washington’da çok önemli ve umut verici değişiklikler oldu. Ancak yine de uyanık olmamız lazım.”
İşte ABD, bu hedef nedeniyle İsrail hükümetini sıkıştırmak istiyor. ABD, mevcut İsrail hükümetinden ya bu plana evet demesini, ya da bu plana evet diyecek yeni bir hükümet kurulacağını ilan etmiş oluyor.
Bu konuda görev alan ise AKP oluyor. ABD, İsrail’i AKP sopasıyla terbiye ediyor!

Mehmet Ali Güller
1 Temmuz 2010