30 Ağustos 2010 Pazartesi

GMO NEREYE YUVARLANIYOR?

Türkiye’nin ilk meslek odası olan Gemi Mühendisleri Odası GMO, Anayasa değişikliği konusunda hararetli tartışmalar yaşıyor.
Tartışmalar, üç özel durumun ortaya çıkmasıyla daha da alevlendi. Birincisi, GMO’nun Elektrik Mühendisleri Odası EMO’ya destekten kaçınmasıydı. AKP hükümetinin elektrik ihalelerini yargıya götüren EMO’ya açık saldırısı üzerine, Türkiye Mühendis ve Mimar Odaları Birliği TMMOB ile bağlısı odalar ortak bir metin hazırlamış ve kamuoyuna ilan etmişlerdi. GMO Yönetim Kurulu Başkanı Osman Kolay, değil organlarına, yönetim kurulunun diğer üyelerine bile sormadan, tek başına bir “karar” aldı ve hükümetin tehdit ettiği bir başka meslek odasına dayanışma göstermedi.
İkincisi, GMO mevcut yönetimi TMMOB’un ve bağlısı odaların ortak “Referandum’da hayır” metnine imza atmadı.
Üçüncüsü; GMO Yönetim Kurulu üyesi Bülent Çağlar, yaşanan bu gelişmeler ve Yönetim Kurulu Başkanı’nın tavırları nedeniyle görevinden istifa etti.
Bu istifanın ardından, sektör içerisindeki tartışmalar hararetlendi. Yönetim Kurulu Başkanı Osman Kolay, üyelerden gelen tepkileri yatıştırabilmek için 12 Eylül zihniyetinin uyguladığı silaha sarıldı ve “oda siyaset yapmaz” diyerek tepkilere karşı koymaya çalıştı.
12 Eylülcüler nasıl “oda siyaset yapmaz” diye en siyasi işlere imza atıyorlarsa, GMO Yönetim Kurulu Başkanı Osman Kolay da aynı siyasetin zirvesine imza atmıştır. Nasıl mı?
“Dernek değiliz ki, evet ya da hayır diyelim” diyerek üyelerinden gelen tepkilere karşı savunma yapan Kolay ve ekibi, referandum nedeniyle basınla birlikte kendilerini ziyarete gelen Devlet Bakanı Egemen Bağış’ın huzurunda, siyasetin zirvesine imza attılar. Ziyarette Bağış’ın dile getirdiği “hem en eski hem de evet’çi bir oda” saptaması(!), “oda siyaset yapmaz” diyen Kolay ve ekibi tarafından Gemi Mühendisleri Odası’nın AKP’ye altın tepside sunulmasından başka bir şey değildi!
İLGİNÇ SAPTAMALAR VE ‘KOLAY’ BİR SAVUNMA
Öte yandan Oda Yönetim Kurulu Başkanı Osman Kolay üyelerden gelen yoğun tepkilere karşı bir açıklama yapmış ancak o açıklamayla da kaş yapayım derken göz çıkarmıştır!
Kolay GMO’nun neden “hayır” demeyeceğini şu ilginç saptamalarıyla dile getirmiştir:
“Bizim odamızın üyeleri en az 4 yıllık eğitim veren üniversitelerden mezundur. Bu yüksek eğitimli insanları yönlendirmeye çalışmak…”. (aktueldeniz.com, 27.8.2010) Kolay ve ekibi, AKP’nin GMO’yu “evet”çi ilan etmesine sessiz kalıyor ve aslında destek veriyor ama diğer yandan “üyelerinin eğitim durumundan hareketle yönlendirilmemesi gerektiğini” ifade ediyor. Peki Kolay ve ekibinin destek verdiği “evet”in sahibi AKP ve liderinin, “taraf olmazsanız bertaraf olursunuz” diye tehdit ettiği kurumların üyeleri okuma yazma bilmiyor mu?!
‘HUKUKÇU DEĞİLİZ, ANLAMAYIZ’
Kolay’ın üyelerini saf yerine koyan şu ikinci saptamasına ne demeli peki: “Biz hukukçu değiliz, mühendisiz. Odamız bir meslek örgütüdür. Öneriline anayasa değişikliklerinde de fikir beyanı yapabileceğimiz mesleğimizle ilgili bir konu yoktur. Mesleğimizle ilgilenmeliyiz”. Ne demeli? Meydanlarda evet oyu isteyen AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan hukukçu zaten! Osman Kolay’a aslında bu saptamayla ters köşeye düştüğünü ve AKP’yi bilmeyerek üzdüğünü de anımsatalım. Çünkü madem hukukçu olmayanın anlamadığı bir şey bu referandum oylaması, o zaman, referandumun konusu olan değişiklilere hukukçular karar versin! Aman Erdoğan duymasın bunu… Zira Erdoğan’ın hedefi zaten hukuku hukukçuların elinden almak! AKP’nin kendisi değil mi zaten, yargının icraatlarına engel olduğundan şikayet eden…
‘MADEM SEÇTİK, ADIMIZA KARAR VERSİNLER’
Osman Kolay’ın birinci maddede eğitimlerine övgü yağdırdığı mühendislere dudak uçuklattıran üçüncü saptaması ise şöyle: “Bizler aynı zamanda sade vatandaşlar olarak genel seçimlerde gidip oylarımızı kullanıp ülkemizin siyasetine yön vermeleri için vekillerimizi seçtik; adımıza karar versinler diye”. Neresinden tutsanız elinizde kalacak bu cümlenin tek bir anlamı var; o da Oda Yönetim Kurulu Başkanı’nın üyelerini tıpkı iktidar gibi koyun sanması!
“Madem onları seçtik, bizim adımıza her şeye karar versinler” diyen Osman Kolay ya referandumda hepimizin teker teker oy kullanacağını bilmiyor, ya da üyelerini güdülecek insanlar gurubu olarak görüyor.
Osman Kolay’ın tarihe geçecek saptamalarından en iyi buluş ödülü alacak olanı ise dördüncüsü: “Referandum ile ilgili kişisel önerim ise önerilen değişiklikleri mutlaka okuyup akıllarına yatacak seçeneğe oy atsınlar”! İşte Kolay’ın birinci saptamasında eğitimlerine övgü dizdiği üyelerine tavsiyesi. Mutlaka anayasa değişikliklerini okuyun, yetmez, okuduktan sonra, herhangi bir seçeneğe değil, aklınıza yatan seçeneğe oy verin! Osman Kolay, insana pes doğrusu dedirten bu saptamasının, kendisinin “biz hukukçu değiliz, anayasa değişikliğinden ne anlarız” dediği ikinci saptamasıyla çeliştiğinden bile bihaber!
OSMAN KOLAY’DAN AKP KADROLARINA ÖVGÜLER
Üyelerinin çoğunluğunun aksine konumlanıp, AKP’li bir bakana “Oda’yı evet’çi” diye ilan ettirten bir zihniyetin “hayır” diyen üyelerine karşı kendisini savunduğu açıklaması nasıl biter peki? Doğru tahmin ettiniz…
Kolay açıklamasını AKP’li kadrolara övgülerle tamamlamış. “Oda siyaset yapmaz” diye ahkam kesip, AKP’yi övmenin dolaylı “evet” olduğunu bilecek kadar siyasi olan Osman Kolay, başta Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım olmak üzere Yıldırım’ın gemi mühendisi olan bürokrasideki tüm ekibini öve öve bitirememiş.
ÖNCE ÜLKE ÇIKARLARI, SONRA MESLEK ÇIKARLARI!
Bu övgüler dolu paragraftaki veriye dayalı yanlışları bir yana bırakıyor ve “oda siyaset yapmaz” diyen Oda Yönetim Kurulu Başkanı Osman Kolay’a, yönettiği odasının kuruluş ilkelerine göz atmasını öneriyoruz.
11 Aralık 1954 yılında kurulan ilk meslek odası GMO amaç ve görevlerini şöyle açıklıyor: “Kamunun ve ülkenin çıkarlarının sağlanmasında, ülkenin gemi mühendisliği hizmeti kapsamına giren bütün alanlarda kalkınmasında, mesleğin gelişmesinde, üyelerinin meslek onurları ile hak ve yetkilerinin korunmasında gerekli gördüğü tüm girişim ve etkinliklerde bulunmak, ülke ve meslek çıkarları ile ilgili işlerde resmi ve diğer kuruluşlarla işbirliği yaparak gerekli yardımlarda ve önerilerde bulunmak…”
Öte yandan Osman Kolay’ın gerek bu savunmasına, gerekse katıldığı bir iftar programında yaptığı konuşmaya eleştiri yönelten üyelerini onur kuruluna sevketmesi ise en hafifinden, AKP’yle aynı zihniyeti yansıttığını gösteriyor.

Mehmet Ali Güller
TMMOB Gemi Mühendisleri Odası
41. Dönem Yönetim Kurulu Üyesi

24 Ağustos 2010 Salı

AKP’NİN PKK’YLA 7 PAZARLIĞI

Daha düne kadar “PKK’yla pazarlık yaptığımızı ispatlayamayan şerefsizdir” diye yeri göğü inleten Başbakan Erdoğan, her şey kabak gibi ortaya çıkınca tevil yoluna gitti ve “hükümet değil gerekirse devlet görüşür” dedi. Ancak altını çizelim ki, devlet değil bizzat hükümet PKK’yla pazarlık yapıyor… Kaldı ki, “hükümet değil devlet görüşür” demenin de gerçekte teknik olarak hükümeti aklamadığı, bir şey değiştirmediği ortada…
AKP - PKK pazarlığın nasıl kotarıldığını yazacağız ama gelin önce ilk olmayan bu pazarlıkları kısa kısa anımsayalım:
1.. Hükümetin akıl hocalarından Cengiz Çandar, AKP’nin “Kandil ve İmralı” ile görüştüğünü söyledi. (Sanem Altan Röportajı, Vatan Gazetesi, 26 Eylül 2009). Zaten Çandar, en başında beri meseleyi “iki Abdullah”ın çözeceğini savunuyordu. (Cengiz Çandar, Çankaya’daki Abdullah-İmralı’daki Abdullah-Kürt sorununda iyi şeyler olacak, Referans Gazetesi, 15 Mart 2009)
2.. Açılım Koordinatörü İçişleri Bakanı Beşir Atalay 20 Ekim 2009 günü yaptığı açıklamada, Öcalan’ın talimatıyla Irak’ın kuzeyinden Türkiye’ye gelen birinci barış grubuyla ilgili olarak, “eve dönüş, demokratik açılım sürecinin bir safhası, planın bir parçası” dedi. Ki Bakan Atalay’ın DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk ile 17 Ekim günü gizlice görüşüp, iki gün sonra Habur’dan geçişi planladıkları basına yansımıştı. (Milliyet Gazetesi, 21 Ekim 2009)
3.. Taraf Gazetesi’nden Yıldıray Oğur, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün hazırladığı bir analize dayanarak, 2006 yılından beri PKK’nın Avrupa sorumlusu Sabri Ok ile görüşüldüğünü açıkladı. Eski Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı Bülent Orakoğlu da “Sabri Ok, Abdullah Öcalan ile telefon görüşmesi yaptı” dedi. Her iki açıklama birleştirilince AKP’nin Sabri Ok’la, Ok’un da Öcalan’la görüştüğü ortaya çıkmış oluyordu. Öcalan boşuna “AKP benim söylediklerimi alıp uyguluyor” dememişti! (ANF, 16 Ekim 2009)
4.. PKK lideri Murat Karayılan, Habertürk’ten Amberin Zaman’a şöyle diyordu: “Geçen yıl Şubat ayında bir hükümet üyesi Öcalan’a gitti ve açılımı konuştu”. (Habertürk, 16 Nisan 2010)
5.. Ve elbette eski MİT Müsteşarı Emre Taner’in gerek Barzani ile gerekse henüz müsteşar yardımcısı iken Öcalan’la hükümet adına yaptığı birkaç müzakereyi unutmamak gerekiyor…
6.. Diğer yandan Hasan Cemal başta olmak üzere PKK’yla röportaj yapan kimi gazetecilerin “yazılmayanları” Cumhurbaşkanı Gül ve hükümet ile paylaşması şeklinde yürütülen pazarlıklar…
Ayrıntılarını daha önce yazdığımız yukarıdaki en temel altı müzakereden sonra referandum nedeniyle ortaya çıkan 7. müzakere ise AKP’yi köşeye sıkıştırdı:
7.. AKP’nin PKK ile son pazarlığı ise referandum nedeniyle yapılan ama hedefleri referandum sonrası sürece ilişkin olan pazarlıktır. Pazarlığın ilk sinyali, PKK’nın 13 Ağustos’ta ansızın ilan ettiği “eylemsizlik” kararıyla ortaya çıktı. Ardından Cumhurbaşkanı Gül’ün, Bakü’ye giderken yaptığı “Terörü bitirmek için devlet her yöntemi dener” açıklaması gerçeği ortaya koyuyordu…
Ve PKK liderli Murat Karayılan’ın “devletle anlaştıklarını” ilan etmesi; ardından BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın “Taleplerimize cevap verilmesi durumunda elbette ki biz yeni anayasayı destekleriz” sözleri ile Demokratik Toplum Kongresi DTK Eşbaşkanı Ahmet Türk’ün “Hükümet ciddi adımlar atar, hamle yaparsa her şey değişebilir” sözleri, durumu gün yüzüne çıkarıyordu… Eşzamanlı olarak Abdullah Öcalan’ın “boykot yerine, seçmeni serbest bırakma” çağrısı pazarlığı iyice netleştiriyordu.
Aslında PKK’nın eylemsizlik kararıyla ilgili Tarım Bakanı Mehdi Eker’in “kan ve gözyaşı dökülmemesi her halükarda olumlu mütalaa edilmesi gereken bir durumdur” şeklindeki ilk yorumu meseleye o cenahtan nasıl bakıldığına işaret ediyordu. Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in “Terör örgütü kimsenin hatırına silah bırakmaz” demesi de akıllara “peki PKK ne karşılığında silah bırakır?” sorusunu getiriyordu…
Tüm bu açıklamalar yapılırken, durumun ters teptiğini gören Başbakan Erdoğan miting meydanlarında görüşmeyi yalanlıyordu, dahası “ispatlayamayan şerefsizdir” diyordu…
Ancak Başbakan’ın danışmanı Doç. Dr. Yalçın Akdoğan’ın “pazarlık yok, diyalog var” demesi Erdoğan’ı istemeden de olsa köşeye sıkıştırdı ve Başbakan tevil yoluna gidip “hükümet değil, devlet görüşür” dedi.
Peki pazarlığın boyutu sadece referanduma “evet” demek karşılığında gündeme gelen BDP’nin “Öcalan muhatap alınsın, operasyonlar durdurulsun, seçim barajı düşürülsün, KCK tutukluları serbest bırakılsın” şeklindeki dört şartıyla mı sınırlı?
Yoksa, aslında referandumda “evet” çıktıktan sonra yolu açılacak “demokratik özerklik” ve “federasyon anayasası” pazarlığı mı yapılıyor?
Pazarlığın ayrıntılarını da bir sonraki yazımızda ortaya koyacağız…

Mehmet Ali Güller
24 Ağustos 2010

22 Ağustos 2010 Pazar

REFERANDUM DEĞİL, KONFEDERASYON PAZARLIĞI YAPILIYOR

AKP ile PKK arasında ortaya çıkan referandum pazarlığı, salt anayasa değişikliğine “evet” demeyi kapsamıyor. Pazarlığın esasını, “federasyon Anayasası” oluşturuyor. Ama bu alt pazarlığın üstünde, ABD ile Türkiye arasında, Irak’ın kuzeyi merkezli “konfederasyon” pazarlığı yapılıyor.
Öcalan’ın PKK ve BDP’ye “demokratik özerkliğe ibadet eder gibi sarılın” (Öcalan demokratik özerkliğin esaslarını açıkladı, ANF, 20 Ağustos 2010) mesajı da, işte bu üst pazarlıkta rol alma hedefine yöneliktir.
Bu pazarlıkları açacağız. Ama gelin bu analiz için gerekli olan soruları yöneltelim önce:
1.. Adalet Bakanı Sadullah Ergin, daha iki ay önce hükümet “PKK’nın arkasında İsrail var” derken, ne oldu da İsrail’i akladı ve PKK’yı iki Avrupa ülkesinin yönlendirdiğini açıkladı?
2.. Güneydoğu’da temaslar yapan Alman heyetinin “PKK diyaloga dahil edilmeli” çağrısı ne anlama geliyor?
3.. ABD Irak’tan gerçekten çekiliyor mu? ABD’nin Irak’la işi bitti mi?
4.. Hanefi Avcı neden cemaati hedef alan bir çıkış yaptı? Deniz Baykal, kaset olayında neden cemaati aklamış ve sadece hükümeti suçlamıştı?
5..Sahte darbe belgesinin aradan bunca zaman geçtikten sonra, “AKP’den Edelman’a, oradan John Kunstadter ve Faruk Demir yolunu izleyerek TSK’ya gittiği” bilgisi neden piyasaya sürüldü?
6.. Washington’un, Ankara’ya gönderilecek bir büyükelçi üzerinde bile uzlaşılamaması ve bazı kalemlerin, ABD’nin AKP’ye mesafe koyduğu şeklindeki yorumları ne anlama geliyor?
Analizimize yön verecek bu temel soruların ardından yanıtlara geçelim:
AKP-PKK PAZARLIĞI
AKP ve PKK-BDP, aynı projenin alt bileşenleri olmaları nedeniyle, nesnel olarak aynı cephede yer almaktadırlar. Karşıt durumlar oluştuğunda da pazarlıklarla her iki kuvvet yeniden aynı cepheye sürülmektedirler. Bu pazarlıklardan en önemlileri şunlardı:
--- Hükümetin akıl hocalarından Cengiz Çandar, AKP’nin “Kandil ve İmralı” ile görüştüğünü söyledi. (Sanem Altan Röportajı, Vatan Gazetesi, 26 Eylül 2009). Zaten Çandar, en başında beri meseleyi “iki Abdullah”ın çözeceğini savunuyordu. (Cengiz Çandar, Çankaya’daki Abdullah-İmralı’daki Abdullah-Kürt sorununda iyi şeyler olacak, Referans Gazetesi, 15 Mart 2009)
--- Açılım Koordinatörü İçişleri Bakanı Beşir Atalay 20 Ekim 2009 günü yaptığı açıklamada, Öcalan’ın talimatıyla Irak’ın kuzeyinden Türkiye’ye gelen birinci barış grubuyla ilgili olarak, “eve dönüş, demokratik açılım sürecinin bir safhası, planın bir parçası” dedi. Ki Bakan Atalay’ın DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk ile 17 Ekim günü gizlice görüşüp, iki gün sonra Habur’dan geçişi planladıkları basına yansımıştı. (Milliyet Gazetesi, 21 Ekim 2009)
--- Taraf Gazetesi’nden Yıldıray Oğur, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün hazırladığı bir analize dayanarak, 2006 yılından beri PKK’nın Avrupa sorumlusu Sabri Ok ile görüşüldüğünü açıkladı. Eski Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı Bülent Orakoğlu da “Sabri Ok, Abdullah Öcalan ile telefon görüşmesi yaptı” dedi. Her iki açıklama birleştirilince AKP’nin Sabri Ok’la, Ok’un da Öcalan’la görüştüğü ortaya çıkmış oluyordu. Öcalan boşuna “AKP benim söylediklerimi alıp uyguluyor” dememişti! (ANF, 16 Ekim 2009)
--- PKK lideri Murat Karayılan, Habertürk’ten Amberin Zaman’a şöyle diyordu: “Geçen yıl Şubat ayında bir hükümet üyesi Öcalan’a gitti ve açılımı konuştu”. (Habertürk, 16 Nisan 2010)
--- Ve elbette eski MİT Müsteşarı Emre Taner’in gerek Barzani ile gerekse henüz müsteşar yardımcısı iken Öcalan’la hükümet adına yaptığı müzakereleri unutmamak gerekir.
--- Son olarak da kamuoyuna referandum pazarlığı diye yansıyan ama gerçekte “federasyon anayasası” pazarlığı olan anlaşma ortaya çıktı. Karayılan, “devletle anlaştıklarını” söyledi. PKK’nın aldığı eylemsizlik kararının kısa ve öz hikâyesini şöyle açıkladı Karayılan: “Artık açıklanmasında bir sakınca görmediğimiz diğer önemli bir gelişme de devletin, önderliğimizle geliştirdiği diyalog temelinde ateşkes talebinde bulunmasıdır. Aslında önderliğimiz aradan çekilmişti ancak, talep üzerine yeniden devreye girerek, çağrıları ve devletten doğru gelen istemi de dikkate alarak, bir kez daha barışa şans tanınması için hareketimize bir mesaj gönderdi”. (ANF, 17 Ağustos 2010)
Ki Zaten Cumhurbaşkanı Gül, “terörü bitirmek için devlet her yöntemi dener” diyerek zaten pazarlık yapıldığını itiraf etmişti. Bakü uçağında konuşan Gül “her yöntem denince, bu hem silahlı mücadeledir hem de siyasi, diplomatik, metodlar bunun içerisindedir. Devlet teröristle masaya oturmaza, pazarlık yapmaz ama yapılacak her iş için gerekli organları, kurumları vardır. Devlet organları ne yapacaklarını bilir” dedi. (Fehmi Koru, Cumhurbaşkanı ile Bakü yolunda, Yeni Şafak, 17 Ağustos 2010)
PKK’nın eylemsizlik kararı ve bu kararın ardındaki pazarlıkla ilgili olarak taraflar şunları söyledi:
BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, “taleplerimize cevap verilmesi durumunda elbette ki biz yeni anayasayı destekleriz. Böyle bir durumda AKP ile ortak çalışma çağrımızı yeniliyoruz” dedi. (Radikal Gazetesi, 18 Ağustos 2010)
Demokratik Toplum Kongresi DTK Eşbaşkanı Ahmet Türk de, “hükümet ciddi adımlar atar, hamle yaparsa her şey değişebilir” dedi. (Vatan Gazetesi, 21 Ağustos 2010)
AKP’li Tarım Bakanı Mehdi Eker, “kan ve gözyaşı dökülmemesi her halükarda olumlu mütalaa edilmesi gereken bir durumdur” dedi. (Vatan Gazetesi, 17 Ağustos 2010)
En ilginç açıklama ise Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’ten geldi: “Terör örgütü kimsenin hatırına silah bırakmaz”. (CNNTurk, 20 Ağustos 2010). Çiçek’in açıklaması akıllara “peki PKK ne karşılığında silah bırakır?” sorusunu getirdi.
Aydınlık Dergisi o soruya şu yanıtı veriyor: “AKP evet oyları karşılığında Apo’yla gizli af anlaşması yaptı”. (Aydınlık Dergisi, Sayı 1201, 22 Ağustos 2010)
BDP açıkça miting meydanlarından “evet” oyu karşılığında dört talep sunuyor AKP’ye: “Öcalan muhatap alınsın, operasyonlar durdurulsun, seçim barajı düşürülsün, KCK tutukluları serbest bırakılsın”. Başbakan Erdoğan’ın 3 Eylül’de Diyarbakır Mitinginde söyleyecekleri durumu netleştirecek.
Öte yandan Yalçın Doğan, pazarlık tarihlerini de tespit etti. Doğan’a göre “28 Temmuz – 11 Ağustos” tarihleri arasındaki görüşmelerin altı çizilmeli. (Yalçın Doğan, Tarih düşelim: Apo ile masaya oturuldu, Hürriyet Gazetesi, 21 Ağustos 2010).
‘YENİ ANAYASA ÖZERK KÜRDİSTAN’
Ancak meselenin sadece referandumdan “evet” çıkartılması olmadığı, esas olarak “evet” çıktıktan sonraki sürece ilişkin pazarlık yapıldığı ortada. Öncelikle, pazarlığın ilk unsuru Öcalan’ın 15 Ağustos’ta ilan edeceği “demokratik özerklik”ti. AKP özerklik ilanının referandum öncesi getireceği kaybı göz önünde bulundurarak, bu konuyu pazarlığın ilk unsuru olarak ele aldı ve Öcalan’a 15 Ağustos açıklamasını erteletti.
Ancak Ruşen Çakır “bu ateşkesin arkası gelebilir” (Vatan Gazetesi, 17 Ağustos 2010) ve Fikret Bila, “referandumdan sonra gündem özerklik” (Milliyet, 21 Ağustos 2010) diyerek aslında BDP Genel Başkan Yardımcısı Gülten Kışanak’ın birkaç gün sonra “yeni anayasa özerk Kürdistan” diye formüle edeceği esasa ışık yakıyorlardı… Kışanak, “Bizim rengimiz belli; sarı, kırmızı, yeşildir. Taraflarımızı en güçlü şekilde örgütleyeceğiz. Onlar bu renkleri kabul edecek ve onlar bizim yazdığımız yeni anayasayla Kürt halkına özgürlük ve demokratik özerk Kürdistan gelecek” dedi. (Milliyet Gazetesi, 22 Ağustos 2010)
Özetlersek, AKP ile PKK-BDP arasında yürütülen pazarlığın merkezinde “demokratik özerkliğin” yani “federasyonun anayasasının” pazarlığı yapılıyor. Apo’ya af, KCK’lı tutukluların serbest bırakılması, operasyonların durdurulması, seçim barajının düşürülmesi gibi talepler ise pazarlığın ikinci halkasını oluşturuyor.
ÖZERKLİK-FEDERASYON-KONFEDERASYON
Gelin şimdi de federasyon ile konfederasyon pazarlıkları arasındaki bağa ışık tutan gelişmeleri mercek altına alalım:
15 Ağustos Pazar günü, yani Öcalan’ın “demokratik özerlik” ilan edeceği ancak AKP’nin pazarlıkla bu ilanı ertelettiği tarih... Adalet Bakanı Sadullah Ergin, İstanbul’da gazeteciler İsmail Küçükkaya, Eyüp Can, Mehmet Tezkan ve Ahmet Hakan’a iftar verir. Ergin diğer gazetecilerden bir saat önce gelen Akşam Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İsmail Küçükkaya’ya hem zamanlaması hem de içeriği ilginç olan bir açıklama yapar. Adalet Bakanı, devletin ulaştığı son raporlar ve analizlere göre bir sonuca varmış: PKK’nın arkasında İsrail değil, iki Avrupa ülkesi varmış! (İsmail Küçükkaya, Adalet Bakanı’ndan çarpıcı PKK analizi: hepsi figüran, beyin Avrupa’da, Akşam Gazetesi, 17 Ağustos 2010)
AKP İSRAİL’İ NEDEN AKLADI?
Çok değil daha iki ay önce hükümet açıkça İskenderun’daki PKK saldırısıyla ilgili olarak İsrail’i suçluyordu… Birden bire ne değişmişti?
İnceleyelim…
18 Ağustos günü Almanya’dan bir heyet doğrudan Diyarbakır’a geçti. Heyet, Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, İHD ve BDP üyeleri, baro ve STK’larla görüştü. Heyet Almanya’ya döndükten sonra da, “PKK diyaloga dâhil edilmeli” açıklaması yaptı. (ANF, 22 Ağustos 2010)
Acaba Adalet Bakanı, 3 gün öncesinden geleceği belli olan bu heyeti fırsat bilerek mi yapmıştı İsrail’i aklama ve Avrupa’yı suçlama açıklamasını? Çünkü bugüne kadar Ankara’ya uğramadan Diyarbakır’a giden Almanya ve Avrupa heyetlerinin sayısı belli bile değildi! Bunca heyete sessiz sedasız yol veren hükümet için şimdi ne değişmişti? Birden bire nereden çıkmıştı İsrail’i aklamak? Üstelik kamuoyu biliyordu ki, İsrail demek, ABD demekti!
Acaba Almanya merkezli AB, ABD’nin hem havuç hem de sopa olarak kullandığı PKK üzerinde etkinlik artırmaya mı çalışıyordu? ABD PKK liderlerinden Murat Karayılan, Ali Rıza Altun ve Zübeyir Aydar’ı uyuşturucu kaçakçısı ilan ederken, AB tutuklu bulunan PKK liderlerinden Nizamettin Toğuç’u neden serbest bırakıyordu? Mesaj neydi ve kimeydi? Her şeyden önemlisi AB’nin bu mesajların altını dolduracak kuvveti var mıydı?
HEDEF TÜRKİYE’YE ‘KÜRDİSTAN’A EVET’ DEDİRTMEK
ABD ile AB arasındaki bu çelişmeyi şimdilik bir yana bırakıyoruz ve kuzey Irak konusundaki en temel saptamanın altını çiziyoruz:
ABD, 1992’den bu yana parlamentosunu kurduğu, hükümetini oluşturduğu, başkentini ilan ettiği, merkez bankasını inşa ettiği, parasını bastığı, gümrüğünü ördüğü, en önemlisi ordusunu kurduğu Kukla Devleti’ni hâlâ neden ilan edemiyor? Çünkü Türkiye henüz bu plana razı olmadı! Plana direnen kuvvetler zayıflatıldı, yıpratıldı, içeri atıldı ama hâlâ teslim alınamadı!
Şimdi bu saptamaya bir ara verelim ve ABD’nin Irak’tan muharip asker çekmesinin ne anlama geldiği üzerinde duralım:
ABD’nin son muharip askerini de Irak’tan çekmesi, Obama iktidara geldiğinde estirilen rüzgâr benzeri bir etki yaptı herkeste… Ki Obama’nın kendisi gibi bu çekilme de revize BOP’un bir parçası… Peki gerçekte olan biten neydi?
YENİ ŞAFAK OPERASYONU BAŞLIYOR
Öncelikle altını çizmemiz gereken olgu şu ki, geri çekilme takvimiyle ilgili anlaşmayı Obama değil, aslında Bush hükümeti imzalamıştı! İkincisi çekilen muharip askerler orta ve güney Irak’tan çekildi. Ve yerlerini bundan sonra alacak olan Blackwater tipi “özel ordu”larla kontratlar, hızlı biçimde imzalanıyor. Ne de olsa Irak petrollerinin yaklaşık yüzde 75’i 35 yıllığına çoğu ABD’li olan batı şirketlerine devredildi. ABD her halükarda bu kontratların güvenliğini korumak isteyecektir. ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü P. J. Crowley’nin, “Irak’ta savaşı bitiriyoruz, ama Irak’la işimizi bitirmiyoruz” demesi tam da bu anlama gelmiyor mu?
ABD’nin Irak komutanı General Odierno’nun, geri çekilme takvimi ile ilgili söylediği “en son kuzey Irak’tan çekiliriz” açıklaması asker çekme meselesinin esasıdır. Aslında ABD Irak’tan çekilmiyor, kuzey Irak’a yoğunlaşıyor. El Halic Gazetesine yansıdığı kadarıyla 2020 yılına kadar 94 üs’te 6 tugay ABD askeri bulundurulması konusunda, zaten bir mutabakat oluşturulmuş! Ki şu anda 56 bin ABD askeri hâlâ Irak’ta bulunuyor!
Savaşın bitmediği ABD’nin süreç isimlendirilmesinden de anlaşılıyor. ABD Irak’a savaş açtığında buna “Özgürlük Operasyonu” demişti. ABD, 1 Eylül 2010’dan sonraki sürece ise “Yeni Şafak Operasyonu” ismi vermiş. Demek ki, ABD açısından biten bir şey yok, hatta başlayan yeni bir süreç var!
İşte o süreç Irak’ın kuzeyi merkezli yeni bölge düzeni sürecidir. “Acelemiz var” diyerek hızla “Kürt Açılımı” başlatan Tayyip-Gül ikilisinin acelesi de bu takvim nedeniyleydi…
ABD KONFEDERASYONU İÇİN KÜRT AÇILIMI
Şimdi yeniden az önce yaptığımız saptamaya dönelim. ABD’nin her şeye rağmen Kürdistan’ı ilan edemediğini; çünkü Türkiye’nin plana henüz razı edilemediğini; direnen kuvvetlerin zayıflatıldığını, yıpratıldığını, içeri atıldığını ama hâlâ teslim alınamadığını belirtmiştik.
İşte 12 Eylül referandumu, aslında Türkiye’nin teslim alınması öncesinin son vuruşu olacak. Ve bölgede üç gelişme birbirine paralel olarak ilerleyecek.
Birincisi ABD, Irak’ın kuzeyini Erbil başkentli olarak Kürdistan diye ilan edecek.
İkincisi, Türkiye’nin güneydoğusu özerk ilan edilecek; dolayısıyla üniter Türkiye yerine federatif Türkiye kurulacak.
Üçüncüsü, Büyük Ortadoğu Projesi’nin bir alt düzeni olarak geçen aylarda ilan edilen ve adına Ortadoğu Birliği denilen “Türkiye, Suriye, Lübnan ve Ürdün” arasındaki ticari birlik, İstanbul başkentli siyasi birliğe dönüştürülecek.
Ve son olarak bu üç yapı birleştirilip İstanbul ve Diyarbakır merkezli bir konfederasyona dönüştürülecek!
İşte ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi budur! Başbakan Erdoğan’ın tam 6.5 yıl önce “ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi içinde Diyarbakır’ı bir merkez yapacağız” dediği görev işte budur. (Kanal D, Teke Tek, 16 Şubat 2004)
HANEFİ AVCI NEDEN CEMAATE SAVAŞ AÇTI?
Peki 28 Şubat sürecinde TSK karşıtı bir profil sergileyen, cemaatin yayın organlarının gözdesi olan, hatta gizli bilgileri deşifre ettiği için hapis bile yatan, ama AKP iktidar olduğunda Erdoğan tarafından çok önemli bir görev olan Organize Suçlar Dairesi’nin başına getirilen Hanefi Avcı ne oldu da cemaate savaş açtı?! Ya da tersinden şunu soralım. Baykal kaset skandalıyla birlikte tasfiye edilirken, neden cemaati akladı da sadece hükümete yüklendi?
Yanıtı aynı kapıya çıkacak olan iki soru daha soralım:
Ergenekon konusunda her şey yolunda giderken(!) “sahte darbe belgesinin AKP’den Edelman’a, oradan John Kunstadter ve Faruk Demir yolunu izleyerek TSK’ya gittiği” bilgisi neden ansızın piyasaya sürüldü? Daha doğrusu, tertibin sahibi, tertibin uygulayıcını neden tehdit etti? ABD, AKP’ye neden sopa gösterdi?
Washington, Ankara’ya gönderilecek bir büyükelçi üzerinde neden bir türlü uzlaşamıyor? ABD ile Türkiye arasındaki gidişatın kaderini bir büyükelçi tek başına belirleyebilir mi? John ya da Paul, çok şey fark eder mi? Ya da daha dün Washington’un saptadığı “5.5 yıllık Bush iktidarından ziyade 1.5 yıllık Obama iktidarı AKP’den daha iyi faydalandı” tespitine rağmen, neden birden bazı özel kalemler ABD’nin AKP’ye mesafe koyduğu mealinde yazılar yazmaya başladı?
Tüm bunlar, acaba, AKP’yi TSK’ya karşı daha iyi savaşması için motivasyon anlamı mı taşıyor? Engelleri yıkma konusundaki kararlılığını pekiştirmek için AKP’ye sopa mı gösteriliyor? AKP, kendisi dışındaki iktidar odaklarını, “konfederasyon” planına razı etmesi için kamçılanıyor mu?
DEVLETİN KONFEDERASYONA DİRENCİ KIRILDI MI?
Gelişmeler devleti oluşturan kurumlar ve o kurumlara yön veren kuvvet odakları arasındaki mücadele açısından yorumlanabilir mi?
Hanefi Avcı’nın çıkışı, işte bu savaşın bir parçası olarak, Ergenekon tertibinin nedenleri ile sonuçları arasındaki sürecin bir uzlaşması olarak mı okunmalı?
Daha net sorarsak, AKP yıllardır “Türkiye himayesinde Kürdistan Planı”na direnen Türk devletini ikna mı etti, teslim mi aldı? Türkiye, “Erbil başkentli Kürdistan”a ve “Diyarbakır merkezli demokratik özerkliğe” evet mi diyor?
Taraflar uzlaştı mı?
İşte 12 Eylül referandumu aslında bu sorulara “kuvvet boyutunda” yanıt verecek!

Mehmet Ali Güller
22 Ağustos 2010

17 Ağustos 2010 Salı

BAŞBAKAN CENGİZ ÇANDAR'I TAM 32 KEZ YALANLADI

Pentagon’a ilk giren Cengiz Çandar, yazısına şöyle başlamış: “Tayyip Erdoğan’ın Kemal Kılıçdaroğlu’nun açtığı foseptik çukurunda vuruşmayı niçin kabul ettiğini bir türlü anlayamıyorum”. (Referans Gazetesi, 17 Ağustos 2010)

Kral’ın adamının foseptik esintili yazısı Kılıçdaroğlu’na saldırılarla sürüyor; aklınca Erdoğan’ı savunacak. Miting konuşmalarında Erdoğan’ın BOP Eşbaşkanlığı’na gönderme yapan Kılıçdaroğlu’nı “zırvalamakla” suçluyor Çandar ve şu yalana sarılıyor:

“ ‘BOP nedir?’ diye sorsanız, Kılıçdaroğlu’nun doğru cevap verebileceğini hiç sanmam. Tayyip Erdoğan, BOP’un eşbaşkanı filan değildir. BOP diye bir örgüt, bir mekanizma yok ki, başkanı ya da eş başkanı olsun. Tayyip Erdoğan, Türkiye adına, İspanya Başbakanı Zapatero ile birlikte bir BM projesi olan ‘Medeniyetler İttifakı’nın eşbaşkanıdır, bunun ise BOP’la hiçbir ilişkisi yoktur”.

Çandar’ın avukatlığa soyunması ve misyonundan büyük yalanlar söylemesi, Referandum’da çıkacak “hayır” korkusundan… Biliyorlar ki, CHP ya da diğer partiler, yüzde 84’ü ABD karşıtı olan bir Türkiye’de, Erdoğan’ı BOP Eşbaşkanlığı üzerinden kolayca mağlup ederler. Onun için “villaydı, kömürdü, yemek kitabıydı” gibi tartışmalar üzerinden karşılıklı referandum söylevlerinde bulunulmasını gönülden tercih ediyorlar…

Gelin bugün, Çandar’ın misyonundan büyük yalanını, bizzat savunmanlığını yaptığı Erdoğan’ın ağzından, tarih tarih yalanlayalım.
İşte Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığı koltuğunda oturarak, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ne eşbaşkanlık yapan Erdoğan’ın kendi ağzından tam 32 yerde itirafı:

1. KANAL D / TEKE TEK (16 Şubat 2004)
“Şu anda Amerika’nın da ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ var ya ‘Genişletilmiş Ortadoğu’, yani bu proje içerisinde Diyarbakır bir merkez olabilir. Bunu başarmamız lazım”.

2. ÇIRAĞAN SARAYI / ABD – TESEV ALMAN MARSHALL FONU TOPLANTISI (25 Haziran 2004)
“Üstlendiğimiz misyon gereği Ortadoğu ve Avrasya ülkelerine yöneleceği... Eşbaşkanıı olduğumuz genişletilmiş Ortadoğu Projesi için...”

3. YENİ ŞAFAK / İSTANBUL NATO ZİRVESİ ÖNCESİ (25 Haziran 2004)
“Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinin buraya katılması... Eşbaşkanlar olarak Türkiye, İtalya, Yemen üzerimize düşen görevleri yerine getirmeye çalışacağız”.

4. İRAN / BASINA (28 Temmuz 2004)
“Demokratik ortak olarak Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi içinde, bu projenin eşbaşkanları arasındayım”.

5. DAVOS / KLAUS SCHWAB’LA SÖYLEİŞİ (28 Ocak 2005)
“Türkiye işlevini Büyük Ortadoğu Projesi içinde, bu bölgede etkin bir şekilde yerine getirecektir. Her görüşmede, attığımız her adımda bunun uygulamasını yapıyoruz”.

6. ZAMAN / ABD YOLCULUĞUNDA RÖPORTAJ (7 Haziran 2005)
“Biliyorsunuz GOP, bir alt biriminin Eşbaşkanlığını üstlendiğimiz bu proje. Olay sadece Ortadoğu’yu kapsamıyor… Bu konuda yapacağımız çalışmalara komşu ülkelerden başladık. Suriye, Lübnan, Fas, Tunus gibi ülkelere geziler düzenliyoruz. Yakında Cezayir’e gideceğiz,
Ürdün’e gideceğiz”.

7. ABD / WILLARD OTEL, BASIN TOPLANTISI (8 Haziran 2005)
“’Sea Island’ sürecinde Türkiye, İtalya ve Yemen Geniş Büyük Ortadoğu Projesi’nde bir görev üstlendik ve Eşbaşkanlık bu üç ülkeye verildi”.

8. ABD / AMERİKAN DIŞ POLİTİKA DERNEİĞİ (FPA) TOPLANTISI (10 Haziran 2005)
“Biz Türkiye olarak, bildiğiniz gibi, Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika İnisiyatifi çalışmalarında rol aldık. Eşbaşkan olarak bu süreci işletmeye devam ediyoruz”.

9. ESENBOĞA HAVALİMANI / ABD DÖNÜŞÜ (12 Haziran 2005)
“Biz Büyük Ortadoğu Projesi’ne bu seyahatte başlamadık. Biliyorsunuz adı değişti, Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika İnisiyatifi olarak belirlendi. Bunun içerisinde Türkiye, İtalya ve Yemen, Eşbaşkan olarak çalışmaya başladık”.

10. ESENBOİA HAVALİMANI / LÜBNAN’A HAREKETİNDEN ÖNCE (15 Haziran 2005)
“Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika İnisiyatifi çerçevesi içerisinde Türkiye Eşbaşkanlık olarak paylaştığı bir görevi yürütüecek”.

11. ABD / DÜNYA İİ KONSEYİ (WORLD AFFAIRS COUNCIL) TOPLANTISI (7 Temmuz 2005)
“Türkiye’nin ABD’yle yapabileceği çok şey var. Türkiye’nin Sea Island Süreci’nde, Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika İnisiyatifi’nde eşbaşkan olarak yer almış olması bundan kaynaklanmaktadır”.

12. ABD / DIŞ İLİİKİLER KONSEYİ (CFR) TOPLANTISI (13 Eylül 2005)
“Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Girişimi içinde önemli bir rol oynuyoruz. Amerika’nın Ortadoğu’da oynayacağı önemli bir rol var. Onun bir parçasıyız ve şu anda onun dâhilinde çalışıyoruz”.

13. ANKARA / AKP MYK TOPLANTISINDAN SONRA BASINA (16 Kasım 2005)
“Dışişleri Bakanı Gül, Bahreyn’de ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice ile Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi ile ilgili görüşecek. Söz konusu projede Eşbaşkanlık görevi yapıyoruz ve yapmaya devam edeceğiz”.

14. DENİZLİ POLİSEVİ / İŞİADAMLARIYLA TOPLANTI (19 Kasım 2005)
“Eğer bugün Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi’nde Türkiye Eşbaşkan olarak görev yapıyorsa… Şu anda bu görevi yapmaya çalışıyoruz”.

15. TBMM / AKP GRUBU (29 Kasım 2005)
“…Onun için biz şu anda Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi içerisinde eşbaşkanlık görevini üstlenmişiz”.

16. ATV / SİYASET MEYDANI (28 Aralık 2005)
“Biliyorsunuz, Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi içinde eşbaşkanız, bunun gereği olarak da inisiyatif alma gayreti içindeyiz”.

17. TBMM / AKP GRUBU (21 Şubat 2006)
“…Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika İnisiyatifi’ndeki rolümüz, eşbaşkanlık görevimiz bize özellikle Ortadoğu’da önemli görevler yüklemektedir. Bugüne kadar başlattığımız bütün dış politika hamleleri, bu parametre üzerine kurulmuştur. Az önce birkaçını hatırlattığım bu girişimler, aynı dış politikanın, aynı vizyonun tutarlı ve tamamlayıcı parçalarıdır”.

18. İSTANBUL ÜSKÜDAR / AKP İLÇE KONGRESİ (26 Şubat 2006)
“Biz Ortadoğu’da GODKA denilen Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi’nin içinde eşbaşkanız. Biz orada görev ifa ediyoruz. Böyle bir görev Türkiye’ye seçilerek verilmiştir”.

19. İSTANBUL TUZLA / AKP İLÇE KONGRESİ (4 Mart 2006)
“Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanlarından biriyiz”.

20. İSTANBUL BAYRAMPAŞA / AKP İLÇE KONGRESİ (4 Mart 2006)
“BOP’un eşbaşkanlarından biriyiz. Bu görevi yapıyoruz”.

21. SAİT HALİM PAŞA YALISI / UBS BANK’IN YEMEĞİ (28 Nisan 2006)
“Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi’ne bunda dolayı girdik”.

22. AVUSTURYA (11 Mayıs 2006)
“Büyük Ortadoğu Projesi’nde, Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’ne niye katıldınız, niye bunların içinde yer aldınız diye eleştiriler geliyor. Biz de ‘olacağız’ diyoruz”.

23. ZAMAN / G-8 ZİRVESİ’NE GİDERKEN RÖPORTAJ (13 Mayıs 2006)
“Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi Eşbaşkanı olarak Türkiye büyük görev düşüyor”.

24. YENİ ŞAFAK / G-8 ZİRVESİ’NE GİDERKEN RÖPORTAJ (13 Mayıs 2006)
“Bölgemizdeki gelişmeler karşısında Türkiye olarak üzerimize büyük görev düşüyor. Bunun için de ABD’ye bir ziyaret planlıyorum... Türkiye, Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi eşbaşkanı olduğu için bunu ABD’yle konuşmamız gerekiyor”.

25. ESENBOİA HAVALİMANI / MISIR’A GİDERKEN (20 Mayıs 2006)
“Ziyaretim sırasında Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi çerçevesinde yapmayı planladıklarımızı da anlatma fırsatını bulacağız”.

26. TBMM / AKP GRUBU (30 Mayıs 2006)
“Türkiye, Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi içerisinde ortak üyeliğe kabul edilmişti. Bizler bunun için burada bir ortak üyeliği ve ardından da Eşbaşkanlık görevini İtalya ve Yemen ile birlikte kabul ettik”.

27. ARTVİN (15 Temmuz 2006)
“Biz Türkiye olarak GOKAP içerisinde yer aldıysak, bunun için bizlere davet yapıldı, bunlar olacak diye biz eşbaşkanı olarak kabul ettik”.

28. CNN / LARRY KING SHOW (27 Temmuz 2006)
“Daha önce Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Girişimi içerisinde zaten yer almıştık. Burada Eşbaşkanlık görevi üstlenmiştik”.

29. CNN TÜRK / “EDİTÖR” PROGRAMI (6 Kasım 2006)
“BOP içerisinde davet edilen ülkeler kimlerdir? Türkiye var, Yemen vardı, üç tane eşbaşkan var”.

30. BEYRUT DÖNÜŞÜ (4 Ocak 2007)
“Biz Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi’ni bun için kabul ettik… Türkiye, İtalya ve Yemen’le Eşbaşkanlık görevi üstlendik”.

31. ALMAN “SÜDDEUTSCHE ZEITUNG” GAZETESİ / MAKALESİ (7 Şubat 2008)
“Bu sebeple Türkiye, G-8 ülkelerinin de desteklediği Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi içinde inisiyatif almaktadır”.

32. TBMM GRUP TOPLANTISI (13 Ocak 2009)
“Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanıdır, bu görevinden vazgeçsin diyorlar. Bunu anlatmak istiyorum. Büyük Ortadoğu Projesi’nin amaçları bellidir”.

Mehmet Ali Güller
17 Ağustos 2010

16 Ağustos 2010 Pazartesi

‘BOY DEĞİL SOY’ DEMEK, LİBERAL FAŞİZMİN DANİSKASIDIR!

Başbakan Erdoğan referandum için dolaştığı miting alanlarında, Türkiye’nin kalan kırmızıçizgilerini de birer birer ortadan kaldırıyor. Erdoğan gerek iç, gerek dış politikaya dair söyledikleriyle, hem Cumhuriyet’le hesaplaşıyor, hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin “devlet” politikalarını ayaklar altına alıyor…
İnceleyelim:
‘CHP, VERGİ VERMEDİ DİYE DERSİMİ BOMBALADI’
Erdoğan, Sakarya mitinginde aynen şunları söyledi: “Vergi vermediler diye Dersim’in köylerini kim bombaladı? Zamanının, o zaman ki Cumhurbaşkanı’nın emriyle… Kimdi? İsmet İnönü, CHP’nin başındaydı. Yani CHP bombaladı”. (aa.com.tr, 14 Ağustos 2010)
Başbakanın üç cümleye sığdırdığı beş yanlışın neresini düzeltmek lazım?
Birincisi, o dönemde Başbakan kimdi? Erdoğan Başbakan’ın ismini neden dile getirmiyor? Çünkü dönemin başbakanı, Erdoğan’ın “devamıyız” dediği Demokrat Parti’nin liderlerinden Celal Bayar’dır! Erdoğan, Bayar’ın Şark Raporu’na göz atmalı! Devlet arşivlerinde bulamıyorsa, Kaynak Yayınları’nın kitaplaştırdığı bu Şark Raporu’nu incelemeli!
Daha önemlisi, o tarihte Atatürk hâlâ yaşıyor mu? Evet yaşıyor, Üstelik Cumhurbaşkanı! Aslında ismini henüz söylemeye cesaret edemediklerinden, Cumhurbaşkanı İnönü diyorlar. Yoksa hedeflerinde aslında Atatürk var!
Peki devletin Dersim harekâtı, Erdoğan’ın basitleştirerek söylediği “halk vergi ödemedi” gibi bir gerekçeyle mi oldu? (Asıl konumuz olmadığından, Dersim isyanın bastırılması için düzenlenen harekâtın içerdiği yanlış yöntemi bir yana bırakıyoruz.)
Başbakanlık koltuğunda oturan Erdoğan, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin bu harekâttaki gerekçesini bilmez mi? Elbette bilir ama eşbaşkanlık görevi gereği başka türlü bakar olaylara!
Erdoğan’ın tarih bilgisi yetmese bile, devlet katında etrafında olanlar bilir ki, Dersim olayı sadece Erdoğan’ın üzerinde tepindiği bu olayla sınırlı değildir. Erdoğan’ın her fırsatta Türkiye Cumhuriyeti uygulamalarına karşıt örnek olarak gösterdiği Osmanlı devletinin son elli yılında kaç Dersim olayı yaşandı: 1847, 1877-78, 1885, 1892, 1893-1895, 1907, 1911, 1916!
SURİYE’DEN APO’YU ÇIKARTAN TÜRKİYE’YE SUÇLAMA
Erdoğan, MÜSİAD’ın Gaziantep’te düzenlediği iftar yemeğinde ise bir dış politika hatasına (!) imza attı. Türkiye’nin daha önce Suriye ile savaşın eşiğine geldiğini söyleyen Erdoğan, “Ne gerek vardı. Bakın şimdi gidiyoruz, geliyoruz. Kim kazanıyor? Benim Gaziantepli tüccarım, sanayicim. Biz bu tuzakları bozuyoruz, tezgâhları bozuyoruz”. (zaman.com.tr, 15 Ağustos 2010)
Yazık! Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın sözleri bunlar! Üstelik “tuzak, tezgâh” dediği olaylar sıcak ve taze, belleklerde… Savaşın eşiğine gelmek konusunda üstü kapalı Türkiye’yi suçlayan Erdoğan, Abdullah Öcalan’ı Suriye’den çıkartmak için güç gösteren Cumhuriyet kararlılığıyla hesaplaşıyor aslında…
BOY DEĞİL, SOY ÖNEMLİ
Erdoğan Gaziantep’te muhalefete şöyle yükleniyor: “Onlar anayasa değişikliğinden hiç bahsetmiyorlar, tutturmuşlar ‘Başbakanın boyu ne kadar?’ Yahu bu sorulur mu Başbakana? Ama çok merak ettin, söyleyeyim; 1,85. Tepe tepe kullan. Peki benim boyuma yetişemezsen halin ne olacak? Ben buradan muhaliflere sesleniyorum; önemli olan boy değil, önemli olan soy, soy!” (iha.com.tr, 15 Ağustos 2010)
“Boyum 1.85. Tepe tepe kullan” sözündeki amiyaneliği bir yana bırakarak “Başbakanın boyu ne kadar, yahu bu sorulur mu Başbakana?” diyen Erdoğan’a, bu boy tartışmasını yardımcısı Arınç’ın başlattığını anımsatalım öncelikle.
Ama işin en vahim kısmı, Erdoğan’ın, Kılıçdaroğlu’nun etnik kökeni dolayısıyla yaptığı “soy” vurgusudur! 8 yıldır, “Türk yok, Türkiyeli var” diyen Başbakan’ın gerçek yüzü ortaya çıkmıştır, maskesi düşmüştür! Başbakan’ın “Kürt Açılımı”nın Kürtlerimizle bir ilgisinin olmadığı, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin gereği olduğu, bir kez daha ortaya çıkmıştır!
Bakalım, Başbakanın liberal şakşakçıları, Erdoğan’ın bu faşizan sözlerine karşı bir şeyler söyleyebilecek mi?
Bakalım Erdoğan’ı “İnönü’yü bıyıkları üzerinden Hitler’e benzettiğinde” alkışlayan liberal aydınlar, Başbakan’a kafatası ölçmesi için pergel-cetvel önerecekler mi?
İşte liberal-faşizm budur!
Liberalizm gibi özgürlükçü bir ideolojiyle, faşizm bir araya nasıl gelir diye dudak bükenler bakalım şimdi ne diyecek?!
Ki o zaman da belirttiğimiz gibi, liberalizm bireye değil, sermayeye özgürlüktür! Ve sermayeye özgürlük olan yerde, halka baskı, yani faşizm vardır!

Mehmet Ali Güller
16 Ağustos 2010

13 Ağustos 2010 Cuma

ABD’DEKİ RICCIARDONE KAVGASININ PERDE ARKASI

ABD içindeki bölünme (Bakınız: http://maliguller.blogspot.com/2010/08/obama-dugune-neden-davet-edilmedi.html) Ankara’ya büyükelçi atanmasına da yansıdı.
Foreign Policy dergisine konuşan Cumhuriyetçi Senatör Sam Brownback’in sözcüsü, geçen ay Senato Dış İlişkiler Komitesi’nde Ankara’ya Büyükelçi olarak atanmasına olumlu karar verilen Francis Ricciardone’nin atamasının durdurulduğunu belirtti. (http://thecable.foreignpolicy.com/posts/2010/08/12/republicans_reject_obama_s_turkey_envoy) Foreign Policy’e göre, sadece Senatör Brownback değil Cumhuriyetçilerin tamamı Riciardone’ye karşı. Dergiye konuşan bir Cumhuriyetçi Parti danışmanı şöyle söylüyor: “Böyle bir zamanda böyle hassas bir pozisyon için Ricciardone yanlış isim. Obama yönetiminin bunu görüp atamayı teyit etmemesini ve daha iyi birilerini aday göstermesini umuyoruz”.
Dergi, teknik olarak Obama’nın, Kongre’nin tatile girdiği dönemde Ricciardone’yi atayabileceğini ve Senato’daki teyit oylamasını baypas edebileceğini belirtiyor. Ancak bu durum hem daha büyük bir krize neden olacak, hem de Ricciardone sadece Ocak ayına kadar kısa süreliğine görev yapabilmiş olacak.
Dergi ayrıca ABD’nin, Türkiye’ye yaklaşımını yeniden değerlendirme çalışmaları yaptığına dikkat çekti.
ABD DIŞİŞLERİ’NDE GİZEMLİ TÜRKİYE TOPLANTISI
Öte yandan Foreign Policy’nin dikkat çektiği bu çalışmalarla ilgili çok önemli bir toplantı gerçekleşti ABD Dışişleri Bakanlığı’nda…
Hillary Clinton’ın başkanlık ettiği toplantıya, ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Jack Lew, bakanlığın siyaset planlama direktörü Anne-Marie Slaughter, Avrupa ve Avrsya işlerinden sorumlu müsteşar yardımcısı Philip Gordon ile diğer yetkililer katıldı. (gazetevatan.com, 13 Ağustos 2010)
Bakanlık Sözcüsü Mark Toner, günlük basın brifinginde, ABD’nin dış politikası açısından büyük önem taşıyan belirli konularda bakanlık içinde her zaman toplantılar yapıldığını, Türkiye hakkındaki toplantının da bunlardan biri olduğunu söyledi.
Toplantının bakanlığın siyaset planlama dairesi tarafından gündeme konulduğunu belirten bir yetkili ise “Toplantının nihai amacı, ‘Doğru yönde mi ilerliyoruz? Ele alabileceğimiz başka alanlar var mı?’ gibi soruların değerlendirilmesi. Bunlar, ‘neredeyiz, nereye gitmeye ihtiyacımız var?’ sorularının analizinin yapılmasına çalışılan, politikamızın ne olduğuna bakılan olumlu toplantılar” diye konuştu. Aynı yetkili, “toplantı, bir tür politika değişikliğinin işareti mi” sorusuna ise “hayır” yanıtı verdi! (gazetevatan.com, 13 Ağustos 2010)
CEZALANDIRICILARLA ÖDÜL TAKTİKÇİLERİNİN MÜCADELESİ
Peki, ABD Yönetimi’nin Türkiye konusunda özel toplantılar yaptığı böylesi bir dönemde, Ricciardone üzerinden nasıl bir saflaşma yaşanıyor?
Bu soruya yanıtın ip uçlarını, Ricciardone’nin atamasıyla ilgili geçen ay Senato Dış İlişkiler Komitesi’nde yapılan oylama sırasında yine Foreign Policy Dergisi’nde çıkan ilginç bir yorumda bulabiliriz.
Dergi, o zaman da var olan Ricciardone tartışmasının, Türkiye’yle ilişkilerin, bu hassas dönemde nasıl sürdürülmesi gerektiği tartışmasından kaynaklandığını belirtmişti. Foreign Policy’e göre Ankara’yı “cezalandırmak” isteyenler için Ricciardone yanlış, “ödül taktiğini” kullanmak isteyenler için doğru seçimdi!
ABD’NİN MISIR YENİLGİSİNİN SORUMLUSU RICCIARDONE Mİ?
Cumhuriyetçilerin Francis Ricciardone’ye ilişkin itirazlarının temelini Kahire Büyükelçiliği görevi (2005-2008) sırasında yaşananlar oluşturuyor. Büyük Ortadoğu Projesi BOP çerçevesinde “Arap Baharı” olarak tanımlanan dönemde, Mısır dahil pek çok ülkede rejim değişikliği yaşanacağı beklentisi oluşmuştu. Hatta dönemin Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Kahire Amerikan Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’ten reform yapmasını istemişti!
Ancak ABD’nin tüm bu uğraşları, birkaç ay sonra Mısır seçimlerinde yaşanan yolsuzluklar nedeniyle boşa çıktı. BOP çerçevesindeki bu ağır yenilgi dolayısıyla kabak Kahire Büyükelçisi Ricciardone’ye patladı. Dönemin Ulusal Güvenlik Konseyi üst düzey danışmanı Eliot Abrams, “Büyükelçi’den Mısır’daki çabalarımız konusunda heves ya da enerji göremedik” şikâyetinde bulundu!
BOP BAŞARISIZLIĞI ABD’Yİ BÖLÜYOR
Sonuç olarak ilerleyemeyen Büyük Ortadoğu Projesi BOP, ABD içinde gittikçe daha keskin saflaşmalara neden oluyor.
Bu saflaşmalar belli başlı olarak son dönemde, Obama’nın Clinton’un kızının düğününe davet edilmemesi, Afganistan Komutanının görevden alınması, 92 bin belgenin internete sızması, Washington Post’ta “ABD istihbaratı kontrolden çıktı” anafikirli yazı dizisi yayımlanması, Mali Piyasalarla ilgili yasa tartışması, Sağlık Reformu paketi kavgası, Beyaz Saray istifaları olarak kamuoyuna yansıdı…
Saflaşma daha da derinleşecek…

Mehmet Ali Güller
13 Ağustos 2010

12 Ağustos 2010 Perşembe

BAŞBAKAN ASLINDA NE KADAR YASAL?

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan RTE ticari markası için Türkiye Patent Enstitüsü’ne başvurduktan sonra, YAŞ’la ilgili ‘fetva’ verdi: “Biz TSK’yı teamüllerle yönetemeyiz. TSK’nın kanunu vardır ve YAŞ bir istişari kurumdur”.
Yasalara bu vurguyu yapan Başbakan Erdoğan aynı konuşmasında, hem de birkaç dakika sonra, şöyle diyor: “Şimdi ben YARSAV üyesi olan yargı mensuplarına nasıl güveneceğim, nasıl güvenebilirim? Çünkü açık, net, kalkıp da iktidarı eleştiriyorsa…” (gazetevatan.com, 12 Ağustos 2010)
Daha önce turban konusunu “ulemaya sorun” diyerek yasaya güvenini (!) ortaya koyan Erdoğan, “özel ordu”yu gündeme getirdiğinde de “özel birlikler, bölgeye şehit olacağını bilerek gidecek” diyerek ulema içinde “paralı asker şehit olur mu?” tartışmasına neden olmuştu.
Aynı Erdoğan ve partisi, -üstelik valilikleri seferber ederek- yazın bu sıcağında Anayasa’yı değiştirebilmek için millete kömür dağıtıyor.
Yetmiyor, bu kez sahne alan Erdoğan’ın belediye başkanı, kıydığı nikâhı bile Anayasa’yı değiştirmeye alet edip, “evlenmeyi kabul ediyor musun” sorusuna “evet” diyen gelinin yanıtını, 12 Eylül’de çıkacak sonuca vesile yapıyor!
Yetmiyor, Oruç Baba Türbesi’nde bir grup AKP’li, “Evet” yazılı tişört ve şapkalarla propaganda yapıyor.
Başbakan ve adamları, dini siyasete alet etmeyi sürdüredursun… Diyanet İşleri Başkanlığı ise 81 il müftülüğü, eğitim merkezi müdürlükleri, din hizmetleri müşavirlik ve ataşeliklerine bir genelge gönderiyor. Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu, genelgede, referandum boyunca vaazlarda hiçbir şekilde siyaset yapılmamasını, iç ve dış politika konularına girilmemesini, ima yoluyla da olsa herhangi bir siyasi parti, kişi ve zümrenin lehine ve aleyhine olabilecek konuşmalardan, yanlış anlama ve yorumlara sebep olacak davranışlardan sakınılmasını istiyor. (Hurriyet.com.tr, 12 Ağustos 2010)
İşte gelinen nokta: Memleketin dini kurumu, memleketi, din bezirgânlarına karşı savunmaya çalışıyor…
ERDOĞAN’IN KOLTUK DEĞNEKLERİ
Gelin başa dönelim ve Erdoğan’ın yasaları aşmasında ona koltuk değneği olanları anımsayalım…
3 Kasım 2002 seçimlerinde, siyasi yasaklı olmasına rağmen, seçim pusulasında Erdoğan’ın isminin yer almasına, seçimle ilgili hangi kurum göz yumdu?
Siyasi yasağı nedeniyle seçime bile giremeyecek Erdoğan’ı, seçimlerden sonra, sanki başbakan olmuş gibi kabul eden Cumhurbaşkanı kimdi? Ya Erdoğan’la, sanki başbakanmış protokolünde görüşen Genelkurmay Başkanı kimdi?
Seçimlerden üç ay sonra, AB komiseri Verheugen’in isteğiyle, yasayı delip, Siirt seçimleri üzerinden Erdoğan’a başbakanlık yolu açan, ana muhalefet partisi genel başkanı kimdi?
AKP’ye hem laiklik karşıtı odak olduğu hükmünü veren ama hem de “seni kapatmıyorum, memleketi yönetmeyi devam et” diyen yüce mahkeme hangisiydi?
ABD Dışişleri Bakanı Powell’la “2 sayfalık 9 maddelik” gizli bir anlaşma yaptığını itiraf eden Abdullah Gül’e hesap sormayan, -üstelik devletlerarası anlaşmaların gerçek sahibi olan- Meclis hangisi peki?
“İlk kez bir Müslüman, Cumhurbaşkanı olacak” nidalarıyla Çankaya’ya hazırlanan Abdullah Gül’e, cumhurbaşkanlığı yolunu hangi parti açtı?
Ya Erdoğan’la, devlet yönetme ciddiyetini bir kenara bırakarak, yaptığı baş başa görüşmeyi kayıt altına aldırmayarak, mezara götürmeyi planlayan Genelkurmay Başkanı kim?
Ya “Hukuka saygılıyız” diye diye teğmenden generale, her rütbede Silivri’ye esir veren hangi kurum?
Silivri demişken, Silivri’deki tek devlet lisesini, iki saate “İmam Hatip Lisesi yaptım gitti” diyen yetkiliye kim ya da kimler sessiz kaldı?
Eğitim yuvalarının kızlar ve erkekler şeklinde ikiye ayrılmasına destek veren “milli” Eğitim Bakanı karşısında hangi Cumhuriyet koruyucuları sessiz kaldı acaba?
Ya bu noktanın başlangıcı sayılan, Konya’da, kadınların ve erkeklerin ayrı ayrı belediye otobüsüne binmesine hangi Cumhuriyet Savcıları sessiz kaldı?
ABD PROJESİ EŞBAŞKANI MI, TC BAŞBAKANI MI?
Soru çok…
Gelin son bir soruyla bitirelim bu yazıyı.
Tam 34 kez, başka bir ülkenin, ABD’nin, Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanı olduğunu söyleyen Recep Tayyip Erdoğan’ın, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığı koltuğunda oturmasına sessiz kalanlar kimler peki?
Ve sizce, Başbakan aslında ne kadar yasal?
Milletçe bu hatayı ya “12 Eylül’de 12 Eylül’e HAYIR” diyerek düzelteceğiz, ya da cumhuriyetimizin ölümünü sessizce izlemeyi sürdüreceğiz…
Çünkü referandum bir “Cumhuriyet” yoklamasıdır!

Mehmet Ali Güller
12 Ağustos 2010

9 Ağustos 2010 Pazartesi

DAVUTOĞLU KONFEDERASYONUN HARİTASINI ÇİZDİ

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, TÜSİAD’nın Görüş isimli dergisinin son sayısına (Ağustos 2010 – Sayı 63) konuştu. İstanbul Kültür Üniversitesi’nden Mensur Akgün’ün sorularını yanıtlayan Bakan Davutoğlu, röportajda, geçen günlerde Barzani’ye yolladığı başsağlığı mesajında dile getirdiği “Kürdistan” ifadesini somutlandırmış ve çizdiği haritayla bu ifadeyi ete kemiğe büründürmüş.
Mensur Akgün’ün “dış politikada öngördüklerinizin gerçekleşmesi için Kürt sorununun çözümü gerekli değil mi?” şeklindeki sorusuna Bakan Davutoğlu şu net yanıtı veriyor: “Evet, içeride sükûnetin olması, Türkiye’nin kendi iç meselelerini demokratik yöntemlerle çözüme kavuşturması dış politikamıza büyük bir manevra alanı sağlar. Onun için hükümetimiz demokratik atılım projesini başlattı. Dedik ki Kürt kardeşlerimizin sorunları da diğer gayri Müslüm vatandaşlarımızın sorunları da bir çözüm ve diyalog süreci içine girsin”.
Ardından Mensur Akgün’ün şu sorusu geliyor: “Kuzey Irak da bu sürecin bir parçası. Bu bölgeyle ilişkilerde de açılım gerçekleşti. Ama çok fazla eleştirildiniz. Kuzey Irak Kürtleri ile Türkiye’nin ilişkilerinin gelişmesinin normal ve şart olduğunu Türkiye’ye nasıl anlatmak gerekir?”
KÜRT COĞRAFYASININ SINIRLARI KALKMALI
“Bunu anlatmaya ihtiyaç yok” diyen Bakan Davutoğlu şöyle devam ediyor: “Haritaya bakmak lazım… Kuzey Irak’taki ekonomiye bakmak lazım… Kuzey Irak’taki insan dokusuna bakmak lazım.. Haritaya baktığımızda Kürt coğrafyasının dağlar üzerinde doğal olmayan bir şekilde ayrıldığını görüyorsunuz. İki taraf arasında kültürel özellikler açısından bir fark yok. Sınırı biz çizmedik, ama ekonomik, kültürel ve siyasi ilişkilerin gelişmesi ile tıpkı Avrupa’daki gibi bu doğal olmayan sınırların aşılmasını, bir arada yaşanmasını sağlayabiliriz”.
Kürdistan’ın açıkça doğal olmayan bir sınırla bölündüğünü söyleyen Davutoğlu devam ediyor: “Bizim için Irak’taki Kürt, Türkmen ve Arap kardeşlerimiz Türkiye’deki insan dokusunun doğal uzantısıdır. Dolayısıyla onlarla entegre olmamız lazım”.
DAVUTOĞLU ENTEGRASYONU DAHA 2001’DE SAVUNUYORDU
Elbette Davutoğlu’nun bu fikirleri yeni değil. Davutoğlu sadece bu fikirleri gün geçtikçe ete kemiğe büründürüyor. Seçilmeden Dışişlerine atanan Davutoğlu, Kuzey Irak’ın Türkiye’ye bağlanması şeklindeki ABD planını zaten savunuyordu. Kendi kitabının 2001 tarihli ilk baskısından anımsayalım:
“Geçiş bölgesi açısından bu derece önemli bir konuma sahip olan bu coğrafyanın bir iç jeopolitik bütünlük oluşturamamasının en önemli sebebi doğrudan bir deniz bağlantısının olmayışıdır. Bu da bu coğrafyanın deniz bağlantısı olan bir bölge ülkesi ile bütünleşmesini kaçınılmaz kılmaktadır.” (Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, Küre Yayınları,2001, Sayfa 438)
“Bugün parçalanmış görünen ve bu parçalanmışlık içinde bölge üzerinde hesap kuran büyük güçlerce istismara açık bir yumuşak karın oluşturan ‘Kürt jeopolitiği’ uzun dönemde aidiyet hissini en yoğun bir şekilde yaşadığı bölgesel bir güç ile bütünleşme süreci içine görecektir. Uzun dönemde meselenin odak noktası bölge halkının aidiyet hissini pekiştiren bir kader birliği meşruiyeti ile çözümlenecektir” (Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, Küre Yayınları,2001, Sayfa 448-449)
“BOP Eşbaşkanlığı” görevi üzerinden yürütülen Açılım’ın gerçek hedefini bu satırlarla somut olarak ortaya koyan Davutoğlu, bakalım nereye kadar ileri gidecek?

Mehmet Ali Güller
9 Ağustos 2010

6 Ağustos 2010 Cuma

AKP’YE DOST DARBELER HANGİLERİ

Hükümet geniş kesimlerin de desteğini alabilmek için referandum stratejisini 12 Eylül askeri darbesiyle hesaplaşmak üzerine kurdu. Başbakan Erdoğan, referandumdan evet çıkması halinde 12 Eylül’ün rövanşının alınacağını ve Türkiye’nin daha demokrat bir ülke olacağını iddia ediyor meydanlarda…
Dahası, referandumda evet diyecekler “demokrat”, hayır diyecekler “darbeci” diye açık açık yaftalanıyor…
Peki gerçek ne? AKP, 12 Eylül’le gerçekten hesaplaşıyor mu?
AKP: REFERANDUM 28 MAYIS ve 28 ŞUBAT’A YANITDIR
Sözü önce AKP’nin Adalet Bakanı’na bırakalım. Yüksek Askeri Şura boyunca Başbakan’la en çok görüşen isim olan Adalet Bakanı Sadullah Ergin, Gazeteci Ömer Şahin’in hazırlayıp sunduğu Kanal A’daki Görüş Farkı programında konuştu. Aynen şöyle diyor Bakan Ergin:
“Türkiye bir yolculuğa çıktı. Evrensel demokrasi adına ileri adımlar atılıyor. Bu ülkede darbe anlayışıyla yolumuza devam edemeyiz. Anayasa değişikliği darbe ve müdahalelere karşı ilkesel duruşu ifade ediyor. Bunun içinde 27 Mayıs var, milletin sevdiği insanlara karşı yapılan zulme çıkış var, 28 Şubat’a, 27 Nisan’a karşı çıkış var. Demokrasinin taçlandırılması bu mücadelenin kazanılmasına bağlı”. (zaman.com.tr.com, 5 Ağustos 2010)
Adalet Bakanlığı koltuğuna oturabilmiş bir ismin, darbe diyince aklına 27 Mayıs, 28 Şubat ve 27 Nisan gelmesi ilginç değil mi? Bakan Ergin, 12 Mart ve 12 Eylül’ü neden zikretmiyor? Unutmuş olabilir mi? Elbette hayır!
AKP’YE DOST VE DÜŞMAN MÜDAHALELER
Adalet Bakanı Sadullah Ergin turnusol kağıdı gibi ayırmış, dahası sınıflamış müdahaleleri aslında, dost ve düşman müdahaleler diye…
Düşman müdahaleler: 27 Mayıs, 28 Şubat ve 28 Nisan.
Dost müdahaleler: 12 Mart ve 12 Eylül.
Bakan Sadullah Ergin’in saptaması ve sınıflandırması kesinlikle doğrudur! Amerikancı 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri AKP’ye dosttur; dahası AKP’yi yaratmıştır! BOP Eşbaşkanlığı koltuğunda oturup da 12 Eylül’e düşman olmak zaten mümkün değildir.
REFERANDUM’UN GERÇEK ANLAMI
Bakın hükümetin akıl hocalarında Cengiz Çandar ne kadar açık ifade ediyor referandumun aslında ne olduğunu. Çandar “Hükümete sesleniyorum: Bakın! Mahkemece yakalanması istenen o 102 kişiyi hemen toplayıp, içeri atmazsanız… Türkiye’nin ceza evlerinde ne kadar tutuklusu varsa, hepsini serbest bırakmalısınız. Ona göre!” diye seslenen Taraf gazetesi yazarı Namık Çınar’a gönderme yapmış yazısında ve devam ediyor:
“Hükümetin gücü olsa, bu öfkeli haykırışın gazete sayfalarına yansımasından önce gereğini yapabilirdi. Muhatap, eski-yeni Silahlı Kuvvetler personeli olunca, öyle bir gücü olmadığı besbelli. Böyle bir kilitlenme durumunu gidermek, ülkenin ‘hukuk dışı’ bir yönetim yapısına kaymasını önleyebilmek ve rejimin üzerine yığılan ‘sıkışıklık’ı aşabilmek için en ve şu sıra itibariyle en meşru araç, halka başvurmak. 12 Eylül’deki referandum bu demek. 12 Eylül referandumunun önemi, 12 Eylül 1980 ile hesaplaşmaktan ziyade, ondan daha da önemlisi Türkiye’nin önünü ‘hukuk yolu’ ile açabilmekten kaynaklanıyor”. (Cengiz Çandar, Radikal, 3 Ağustos 2010)
Kilit cümle: “Hükümetin gücü olsa…”
Başbakan’ın durup durup 30 yıl sonra idam edilenlere Meclis çatısı altında ağlaması, tıpkı “12 Eylül’le hesaplaşıyoruz” yalanı gibi çaresizliğin ifadesidir.
Niyet ortadadır. Gizli bir ajanda yoktur.
Ordu’yu tek başına tasfiye edemeyen AKP, 12 Eylül’de halkı bu operasyona ortak etmek istemektedir. Referandum budur!

Mehmet Ali Güller
6 Ağustos 2010

5 Ağustos 2010 Perşembe

ASKERİN ABD SİLAHI ALMASINA DEĞİL KENDİ SİLAHINI YAPMASINA KARŞILAR

Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’un “Türk Ordusu’na asimetrik psikolojik savaş uygulanıyor” demesinin üzerinden uzun zaman geçti. O gün asimetrik psikolojik savaşın kaynağını “medya” olarak telaffuz eden Org. Başbuğ, başında bulunduğu ordunun “topyekûn saldırı” altında olduğunu sanırım Yüksek Askeri Şura’da görmüştür…
Darbeydi, çeteydi, demokrasiydi, sivil otoriteydi, oydu, buydu… Hepsi hikaye!
Türk Ordusu, 15 yıl önce yörüngesinden çıktığını tespit eden ABD’nin topyekun saldırısı altındadır!
Bakın batının fonladığı sivil toplum kuruluşlarından TESEV’in “Türkiye’de askeri-iktisadi yapı” isimli raporunda Türk Ordusu bu kez hangi yönüyle hedef alınıyor:
TESEV’İN ASKERİ SANAYİ DÜŞMANLIĞI
İsmet Akça tarafında hazırlanan raporda Türk Ordusu’nun, birincisi OYAK, ikincisi askeri harcamalar, üçüncüsü de “Türkiye’de hızla geliştirilen ve sanayinin militarizasyonuna yol açan” askeri sanayi nedeniyle belirleyici olduğu; bu sacayağı nedeniyle siyasetten ekonomiye, kültürden ideolojiye kadar tüm alanlarda mutlak hâkimiyet kurduğu iddia ediliyor. Dolayısıyla TSK’nın etkisinin kılmasının bu sacayağına vurulacak darbeden geçtiği tespit ediliyor!
Asker düşmanlığının vardığı noktaya bakınız!
Türk Ordusu’nun dışarıya para vermemek, silah envanterini ABD’ye tam bağımlı kılmamak için 15 yıl önce başlattığı reform bile bunların hedefinde!
“Türkiye’de hızla geliştirilen ve sanayinin militarizasyonuna yol açan askeri sanayi” diye suçladıkları nedir?
MİLGEM’dir yani Milli Gemi Projesi’dir; MİLTANK’tır yani Milli Tank Projesi’dir; MKE’dir yani milli tüfek ve tabancadır; ASELSAN’dır yani milli yazılımlı telsizdir, emniyetli telefondur, sahra telefonudur, kamu güvenliği haberleşme sistemleridir, komuta kontrol sistemleridir, radar sistemleridir…
İşte buna düşmandırlar.
Milli olan ne varsa ona düşmandırlar. Ordusu’nun ABD’den silah almasından rahatsız değildirler ama Ordusu’nun kendi silahını üretmek için yaptığı atılıma bile düşmandırlar!
Çünkü aslında… TSK’nın ABD silahı almasına değil ama kendi silahını yapmasına karşıdırlar; tıpkı TSK’nın Amerikancı 12 Eylül darbesine karşı olmadıkları gibi…
ÖNCE KAFA ÇUVALDAN ÇIKACAK
Türk Ordusu Genelkurmay Başkanı’ndan, erine kadar topyekûn saldırı altındadır!
Başına çuval geçirilen, dağdaki komutanı darbecilikten tutuklanan, mevzideki komutanı için yakalama kararı çıkartılan, terörist karşısında eli tetikte olan subayı ifadeye çağrılan… Ama ille de başına çuval geçirilen!
Ordusuna sahip çıkacak milletin ilk görevi o çuvalı çıkarmaktır. Çünkü kafa o çuvalda olduğu sürece ne tehdidin kaynağı ne de tehdidin araçları doğru saptanıyor…

Mehmet Ali Güller
5 Ağustos 2010

3 Ağustos 2010 Salı

ÖZERKLİĞİN MİMARI BDP DEĞİL AKP

Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’in “Belediye binamızın önünde ay yıldızlı Türk bayrağımızla, sarı-kırmızı-yeşil bayrağımız dalgalansa ne olur?” sorusuna hükümet adına Cemil Çiçek yanıt verdi: “Organları yer değiştiren bir adam yerli yersiz konuştu”.
Çiçek’in ağzı yerine başka bir tarafından konuştuğunu iddia ettiği Osman Baydemir aslında neresinden konuştu?
BAYDEMİR HAKLI!
Gelin önce Baydemir’in tam olarak ne söylediğine önce göz atalım: “Demokratik Türkiye bütün etnik kimliklerin, emekçilerin, inançların hiçbir tanesinin kendisini dışarıda görmediği, baskılanmadığı, kendini özgürce ifade ettiği ve aynı zamanda gelir dağılımında da adaletin sağlandığı demokratik müreffeh bir Türkiye yaratma projesidir. Peki demokratik müreffeh bir Türkiye nasıl olacak? Özerk Doğu Karadeniz olacak. Özerk Orta Karadeniz olacak, aynı zamanda Özerk Kürdistan olacak. Biri çıkıp sen yanlış anlamışsın diyebilir ama ben böyle anladım. Ben böyle yorumluyorum. Demokratik özerklik projesinde TBMM var, olmaya da kesinlikle devam edecek. Asla buna itiraz yok. TBMM devam edecek. İstiklal Marşı Türkiye’de okunmaya devam edecek. Buna hiçbir itiraz yok. Türk bayrağı Türkiye’de dalgalanmaya devam edecek, buna da hiçbir itirazımız yok. Ama bununla birlikte her bölgede, bölgesel parlamento olacak. Bu bölgesel parlamentolardan bir tanesi de Kürdistan Bölgesel Parlamentosu olacak. Bu bölgesel parlamentolardan bir tanesi de Kürdistan Bölgesel Parlamentosu olacak. Türk bayrağının yanında, Türkiye bayrağının yanında benim dedelerimin, hepinizin dedelerinin de katkısı ile ödemiş olduğu bedelle elde edilen ve şu an asılan bayrağın yanında elbette ki Kürt halkının da yerel renkleri, bayrağı da gökyüzünde olacaktır. Belediye binamızın önünde ay yıldızlı Türk bayrağımızla, sarı kırmızı yeşil bayrağımız dalgalansa ne olur?” (Milliyet, 2 Ağustos 2010)
“Biri çıkıp sen yanlış anlamışsın diyebilir ama ben böyle anladım. Ben böyle yorumluyorum” diyen Baydemir haklı!
AKP’nin, daha doğrusu ABD’nin “Kürt Açılımı” işte tam da buydu ve Osman Baydemir bunu doğru anlamış!
EYALET YASASINI AKP ÇIKARDI
Cemil Çiçek’in edebi(!) serzenişi boşuna…
Neden mi?
Açıklayalım:
15 Temmuz 2004 tarihinde TBMM’den geçen Kamu Yönetimi Temel Kanunu neydi? Merkezi otoriteyi yani Ankara’yı zayıflatan, yerel yönetimleri güçlendiren bu yasayı hangi hükümet çıkardı?
25 Ocak 2006 tarihinde TBMM’den çıkan Kalkınma Ajansları Yasası neydi? Türkiye’yi etnik ve ekonomik temelde 12 eyalete bölen bu yasası hangi hükümet çıkardı?
AKP’nin Osman Baydemir’e kızmaya hakkı var mı? Baydemir’in örneklediği özerk bölgelerin yasal dayanağını AKP yaratmadı mı?
Osman Baydemir daha önce de “bölgemizin su ve enerji kaynaklarını bize bırakın” demişti. Neye dayanarak istemişti bunu? AKP’nin 4 Haziran 2003 günü TBMM’den geçirdiği BM İkiz Sözleşmeleri’ne dayanarak. “Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi” ile “Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi” isimli bu ikiz sözleşmelerin, etnik ve ekonomik parçalamanın yasal zeminini oluşturacağını bilmiyor muydu AKP?
Bal gibi biliyordu!
Ki o yüzden hükümetin başı Recep Tayyip Erdoğan şöyle diyordu: “Şu anda ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi var ya, Genişletilmiş Ortadoğu, yani bu proje içerisinde Diyarbakır bir merkez, olabilir. Bunu başarmamız lazım”. (Teke Tek, Kanal D, 16 Şubat 2004)
CIA’DAN KÜRTLERE: MERKEZDEN ÖZERKLİK İSTEYİN
CIA için hazırlanmış ve 24 Eylül 1992 yılında yayımlanmış Kürt Raporu’nda bakın ne deniyor: “Türkiye, Irak ve İran’daki Kürtlerin, merkezi hükümetlerinden daha çok özerklik ve siyasi tanınma istemeyi sürdürmelerini bekliyoruz. (…) Her üç durumda da ulusal davaları çerçevesinde hareket edeceklerdir. Zamanla ortak çıkarları ve birbirlerine bağımlılıkları arttıkça birbirleriyle işbirliğine gitmeleri de daha önem kazanabilir”. (Yılmaz Polat, CIA Pençesinde Açılım, Ulus Dağı Yayınları, 2. Basım, 2010, sayfa 78,79)
Başka söze gerek var mı?
Bırakın organı, yer değiştirmesini…
“Üç Maymun”u oynamaktan vazgeçin önce!

Mehmet Ali Güller
3 Ağustos 2010

1 Ağustos 2010 Pazar

OBAMA DÜĞÜNE NEDEN DAVET EDİLMEDİ

Eski ABD Başkanı Bill Clinton’la Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un tek kızı Chelsea Clinton, New York’ta gerçekleşen özel bir düğünle (5 milyon dolarlık) bankacı nişanlısı Marc Mezvinski’yle dünya evine girdi. (Hürriyet, 1 Ağustos 2010). Metodist gelinle Yahudi damadın düğününe hahamla metodist papazın katıldığına dikkat çeken Hürriyet, haberine “Düğünde papaz da vardı haham da” başlığını seçmiş.
Papaz ve hahamın da olduğu düğünde ABD Devlet Başkanı Barrack Obama yoktu. Chlesea, Obama’nın Dışişleri Bakanı’nın kızı olduğuna göre, ABD Devlet Başkanı eğer savaşta değilse, mutlaka bu düğünde olmalıydı. Ama Obama düğüne katılmadı, çünkü davet edilmemişti!
Üstelik Obama, düğünden üç gün önce, katıldığı bir tv programında düğüne “henüz” davet edilmediğini de açıklamıştı. “Düğüne davet edilmedim. Sanırım Hillary ve Bill davet konusunu tamamen Chelsea ve müstakbel eşine bırakmak istiyor” diyen Obama, “bir düğünde iki başkan istenmez” diyerek espri yaptı. (Hürriyet, 29 Temmuz 2010)
Peki Obama neden bu düğüne katılmadı? Daha doğrusu Obama neden bu düğüne davet edilmedi?
ABD diplomasisinde bir tokalaşma görüntüsünün bile ne anlamlara geldiğini bilenler, Obama’nın düğüne davet edilmemesinin arkasındaki gerçeği, yani yönetim içindeki bölünme gerçeğini de bilirler.
ABD yönetiminde bölünme olduğunu, elbette sadece Obama’nın düğüne davet edilmemesinden dolayı söylemiyoruz. 92 bin Afganistan Savaşı belgesinin WikiLeaks’e sızması, Washington Post’ta çıkan “ABD istihbaratı kontrolden çıktı” anafikirli yaz dizisi, Mali Piyasalardaki düzenlemeyle ilgili çıkan yasanın tartışmaları, Sağlık Reformu paketindeki saflaşma, Arizona Eyaleti’nin çıkardığı Göçmen Yasası, Beyaz Saray’daki şimdilik durdurulan istifalar… Hatta İsrail’in Mavi Marmara’ya saldırısına ve Türkiye’nin imza attığı Tahran Anlaşması’na yönetim içindeki yaklaşım farklılıkları bile ciddi bölünme olgularıdır.
Tek tek bu olguları işleyeceğiz ama gelin önce Obama yönetiminin nasıl kotarıldığını anımsayalım.
ABD YÖNETİMİ BİR KOLASİYONDUR
Obama ve Hillary Clinton’un Demokrat Parti seçimlerinde neredeyse yarışın sonuna kadar başa baş yarıştığını anımsıyorsunuzdur. İşte o büyük yarış, temsil ettikleri sermaye kesimlerinin uzlaşısıyla sonuçlandı ve yarışı Obama ve Clinton “birlikte” kazandı! Biri Başkan adayı, diğeri de Dışişleri Bakanı adayı olacaktı! Böylece bir koalisyon kurulmuş oldu.
Aslında ABD 2008 Başkanlık seçimleri tamamlandığında ve Obama Yönetimi şekillendiğinde görüldü ki, yönetim beşli bileşenden oluşan iki grup halindeydi. Açalım:
ABD YÖNETİMİNDE BEŞ BİLEŞEN
Birinci Bileşen: Barrack Obama. Demokrat Parti’nin “Çevre” temsilcisi. İttifakçı, çok taraflı BOP’tan yana.
İkinci Bileşen: Hillary Clinton. Bush’tan önceki Başkan Bill Clinton’un karısı. Demokrat Parti’nin “Merkez” temsilcisi. Bush döneminde Senato’da olan Hillary Clinton, NeoCon’ların politikalarına destek vermişti! Koalisyon’da aynı zamanda New York ağırlıklı Yahudi sermayesini temsil ediyor.
Üçüncü Bileşen: Joe Biden. Irak merkezli BOP’çu. Irak’ı Şii, Sünni ve Kürtler arasında üçe bölen planın sahibi.
Dördüncü Bileşen: Robert Gates. Bush’un son bir yılında, ABD Yönetimine, BOP revizyonu için monte edildi. Bu nedenle Obama Yönetimi’nde de bu görevini sürdürdü. Afganistan merkezli BOP savunucusu. Irak’tan çekilmeyi savunuyor. İran’la müzakerelerden yana.
Beşinci Bileşen: James Jones. Koalisyonda Ulusal Güvenlik Konseyi’nin başı olarak yer aldı. Eski NATO komutanı. Demokratlar iktidarda ama o bir Cumhuriyetçi olarak koalisyona girdi. Obama’nın kazandığı seçimlerde Cumhuriyetçi Parti adayı John McCain’i açıkça desteklemişti!
İşte böylesi beş bileşenden ama iki gruptan oluşan ABD Yönetimi, durum kötüye gittikçe daha fazla saflaşıyor. Gruplar arasındaki çelişme, ABD batağa saplandıkça daha fazla derinleşiyor.
Gelin şimdi bu saflaşmalara yol açan olguları tek tek inceleyelim:
92 BİN ABD SAVAŞ BELGESİ SIZDI
ABD’nin Afganistan Savaşı’yla ilgili tam 92 bin belgesi internet portalı WikiLeaks’e sızdırıldı. Bunun internetle sınırlı kalmaması için belgeler aynı zamanda WikiLeaks üzerinden ABD’nin New York Times, İngiltere’nin Guardian ve Almanya’nın Der Spiegel isimli dünya çapındaki yayın organlarına da servis edildi.
Belgelerin ortaya çıkması Obama Yönetimi’nde şok etkisi yarattı. WikiLeaks sitesinin Genel Yayın Yönetmeni Julian Assange, “belgelerin sadece Afganistan savaşıyla ilgili değil, tüm modern savaşlarla ilgili algılamayı değiştireceğini” savunuyor. (haber50.com, 28 Temmuz 2010)
Belgelerin sızdırılmasının ABD savaş planlarına büyük darbe vurduğu herkesin ortak kanısı. Örneğin Jimmy Carter döneminde Ulusal Güvenlik Danışmanı olan Zbigniew Brzezinski, Vietnam yalanlarıyla ilgili gizli belgelerin ABD’de Vietnam Savaşı ile ilgili havayı değiştirdiğine dikkat çekiyor; aynısının şimdi Afganistan için yaşanabileceği yorumunda bulunuyor. Brzezinski, “Obama ekibi, savaş stratejisi üzerindeki kontrolü yitirebilir” diyor. (haber50.com, 28 Temmuz 2010)
Öte yandan WikiLeaks’in elinde henüz yayımlanmamış ABD Dışişleri Bakanlığı kriptoları olduğu da ortaya çıktı. Sitenin Genel Yayın Yönetmeni Julian Assange sızan belgelerin içinde çıkan 1.4 GB büyüklüğündeki şifreli bir dosyanın da, kendisine bir şey olması halinde açıklanacağını söyledi. Assange, dosyanın şifresini belirli kişilere göndermiş. (Hürriyet, 1 Ağustos 2010)
ABD’de yaygın kanaat sızdırılan belgelerin ABD Ordusu’nun rahatsızlığının bir ifadesi olduğu şeklinde!
Peki ABD Ordusu neden rahatsız?
ABD SUBAYLARI RAHATSIZ
Anımsayacağınız gibi ABD’nin Afganistan’daki Komutanı General McChrystal, “Bu savaşı kazanacağımıza askerlerimi inandıramıyorum” demiş ve Obama Yönetimi’nin Afganistan stratejisini eleştirmişti. Washington çareyi, cephedeki komutanı görevden alıp, yerine Irak komutanı General Petreaus’u atamakta aramıştı.
Afganistan Stratejisi yalnız ABD subaylarını değil müttefikleri İngiltere ve Fransa askerlerini de rahatsız ediyordu. İngiltere Gemelkurmay Başkanı General David Richards, “çıkış stratejisinin bir parçası olarak Taliban ile bir an önce müzakerelere başlanması” talebinde bulunuyordu. (Milliyet, 1 Temmuz 2010.
Fransız General Vincent Desportes ise daha keskin ifadeler kullanıyordu. ABD Doktrininin işlemediğini, bu stratejinin gözden geçirilmesi gerektiğini savunan General Desportes, “30 bin ek asker” önerisine de tepki gösteriyordu: “Herkes bunun sıfır ya da 100 binden fazla olması gerektiğini biliyordu. Yarım Savaş yapılmaz!”. (Milliyet, 2 Temmuz 2010)
ABD İSTİHBARATI KONTROLDEN ÇIKTI
Sızan 92 bin belgeden bir hafta önce Washington Post ilginç bir yazı dizisi yayımlamıştı. ABD istihbarat örgütlerini inceleyen gazete, “aşırı büyüyen istihbarat servislerinin kontrolden çıktığını” belirtiyordu. (Washington Post, 19 Temmuz 2010)
Washington Post’a göre terörle mücadele ve istihbarat alanında görevli 1271 devlet kurumu ve 2 bine yakın özel şirket, neredeyse aynı işi yapıyor. Gazete, bu kurumların ne kadar parayı boşa harcadığının da bilinmediğini savunuyor.
Amerikan Ulusal İstihbarat Dairesi’nin başkanlığını vekaleten yürüten David Gompert ise Washington Post’un araştırmasının gerçekleri tam yansıtmadığını savunuyor ve her gün çok sayıda saldırının engellendiğini, bu alanda başarılar kazanıldığını belirtiyordu. (VOAnews.com, 20 Temmuz 2010)
Savunma Bakanı Robert Gates de, “istihbarat kurumlarının gereğinden fazla büyüdüğünü” reddediyor ancak bu kurumları bir arada tutmanın zor olduğuna işaret ediyordu. (VOAnews.com, 20 Temmuz 2010)
CIA – CHENEY SAVAŞI
İstihbarat örgütleri demişken, ABD sermaye kesimleri arasındaki çelişmeleri yansıtması bakımından mevcut CIA Başkanı ile eski ABD Başkan Yardımcısı arasındaki söz düellosunu da anımsatalım.
Önce Bush Dönemi ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney konuştu. Cheney çok sert ifadeler kullandığı konuşmasında yeni ABD yönetimini ülkeyi zayıflatmakla suçladı. Cheney, Obama’nın politikalarıyla ilgili olarak “Amerikan halkını hedef alacak yeni bir saldırı riskini artıracak tercihlerde bulunuyor” dedi. (Zaman, 16 Haziran 2010)
Cheney’e yanıt ise CIA Başkanı Leon Panetta’dan geldi. Panetta, Cheney için, “Haklı olduğunu kanıtlamak için neredeyse ülkesine yeniden saldırılmasını istiyor” diyerek 11 Eylül’e gönderme yapıyordu! Cheney’nin tehlikeli bir siyaset yürüttüğünü belirten CIA Başkanı, Chaney’in ulusal güvenlik konusunda “sudan bile kan kokusu aldığını” söylüyordu. (New Yorker, 22 Haziran 2010)
Panetta’nın bu çıkışından önce dikkat çeken bir gelişme daha yaşanmıştı. CIA’ya yakınlığı ile tanınan gazeteci Wayne Madsen, 2005 yılında bombalı bir saldırı sonucu ölen Lübnan Başbakanı Refik Hariri’yi, Cheney’nin emrindeki bir suikast timinin öldürdüğünü belirtiyordu! (Zaman, 16 Haziran 2010)
MALİ SERBESTLİĞE FREN
ABD’de sermaye kesimleri arasındaki saflaşmayı en çok kızıştıran gelişme ise Mali Piyasaların Düzenlenmesi ile ilgili yasaydı.
Hazırlıkları bir yıl süren “finans sektörüne sıkı denetim getiren” tasarı, 16 Temmuz 2010’da Kongre’den geçti. Yeni düzenlemenin felsefesi şöyle özetleniyor: “Madem, ‘batmasına izin verilmeyecek kadar büyük olmak’ kurtarma gerekçesi olabiliyor ve bunun maliyeti topluma yıkılıyor, o zaman ‘var olmasına izin verilmeyecek kadar büyük’ kavramı da uygulanmalı! (Hasan Ersel, Referans, 1 Şubat 2010)
Obama, tasarının Kongre’de onaylanmasından sonra yaptığı konuşmada, “Bundan sonra her Amerikalı, kendisi için yararlı finans kararları alabilmek için gerekli net bilgiye ulaşabilecek. Bu reform, tarihte tüketiciyi finansal anlamda en iyi koruyan düzenleme olacak. Bu reform sayesinde Amerikan halkı Wall Street’in hatalarının faturasını ödemek zorunda kalmayacak” dedi. (Milliyet, 17 Temmuz 2010). Mali kesimler ise bu düzenlemeyle artık Avrupalı ve diğer büyük ülke bankaları karşısında dezavantajlı duruma düştüklerini belirttiler.
Obama’nın “komünist”likle suçlanmasına neden olan tasarı kongreden geçti geçmesine ama bu bir yıl içerisinde sermaye kesimleri arasında büyük kavgalara yol açtı.
OBAMA’YA SOROS DESTEĞİ
Obama yola “Bankalarla savaşmam gerekiyorsa, buna hazırım” diyerek çıkmış; Bankalar da Obama’yı 2010 Davos Zirvesi’nde açıkça hedef almıştı. (Financial Times, 27 Ocak 2010)
Bu alanda Obama’ya destek ise ilginç bir isimden, ünlü spekülatör George Soros’dan geliyordu. Soros, planın Wall Street için iyi bir hamle olduğunu ve ABD’deki büyük bankaları yeniden yapılandıracağını belirtiyordu. Soros, “eğer yasa çıkarsa, bu, bildiğimiz anlamdaki Goldman Sachs’ın sonu anlamına gelecek” diyordu. (Financial Times, 27 Ocak 2010)
Sonuç olarak, Reagan ile başlatılan “mali kesimde serbestlik” ilkesi Obama’nın düzenlemesiyle büyük yara alıyordu...
OBAMA SAĞLIK PAKETİNDE BÜYÜK YARA ALDI
Büyük kavgaya yol açan bir diğer gelişme de Sağlık Reformu Paketi’ydi. Bu paket de yine diğer gelişmeler gibi hem Cumhuriyetçilerle Demokratları karşı karşıya getirdi, hem de demokratların liberal kanadıyla, devlet müdahaleciliğini savunan Obamacı kanadı karşı karşıya getirdi.
Clinton’un savunduğu “Ulusal Sağlık Siğortası” ile Obama’nın savunduğu “özel ve devletin birlikte yer aldığı karma plan” büyük gürültü koparmış; en sonunda ikisine de benzemeyen bir uzlaşı paketi ortaya çıkmıştı.
Paket bu haliyle ancak Kongre’den geçebilmiş ancak Obama’yı en önem verdiği seçim vaadini bile yerine getiremez pozisyonuna sokmuş oluyordu.
FEDERAL İLE YEREL YÖNETİM KAVGASI
Arizona Eyalet Kongresi, yasadışı göçmenlerle mücadele için polise olağanüstü yetkiler tanıyan bir yasa çıkardı. Yasa büyük tepki çekti. ABD Başkanı Obama, Eyalet Kongresi’ni “bu tip yasalar Federal Hükümet’in yetkisindedir, haddinizi aşmayın” diye uyarırken, Adalet Bakanı Eric Holder’dan İç Güvenlik Bakanı Napolitano’ya kadar hükümetten sert tepkiler geldi. Öyle ki, ABD halkı Arizona ürünlerini bile protesto etmeye başladı.
Yasa aslında mevcut bir çatışmayı ortaya çıkardığı için büyük gürültü koparmıştı. Meksika sınırındaki Arizona Eyaleti’nin Valisi Brewer, yasanın Washignton’ın çözmeyi reddettiği problemin çözümüne yönelik bir adım olduğunu savunuyordu. New York Belediye Başkanı Michale Blomberg ise yasanın “ulusal intihar” olduğunu belirtiyordu. (Hürriyet, 5 Ocak 2010)
Peki neydi problem? ABD’deki Hispanik varlığıydı!
Öncelikle belirtelim ki, Federal hükümetle yetki çatışmasına giren Arizona eyaletinin en önemli özelliği, Cumhuriyetçilerin başkan adayı John McCain’in seçim bölgesi olması. Sarah Palin de Cumhuriyetçilerin başkan yardımcısı adayıydı.
Cumhuriyetçi Parti’de başkan ve yardımcısı belirlenirken de bir uzlaşıya gidilmişti. Palin, Cumhuriyetçi Parti’nin etkili kanatlarından Çay Partisi’nin sözcüsüydü.
DEVLET MÜDAHALECİLİĞİNE KARŞI ÇAY PARTİSİ
Çay Partisi, adını Amerikan Bağımsızlık Savaşının başlangıcından alıyor. Boston Çay Partisi, 1773 yılında Samuel Adams önderliğinde Boston’daki İngiliz şirketine ait çayları denize dökenlere verilen addır. Amerikan milliyetçiliğinde önemli bir simge olan Çay Partisi aynı zamanda Cumhuriyetçi Parti içinde de bir kanattır.
Obama’nın 1 triyon dolara yakın büyüklükteki kurtarma paketini çıkarmasına tepki olarak hızla büyüyen Çay Partisi, düzenlediği toplantılarda Amerikan ruhunun canlandırılmasını ve kuruluş ilkelerine dönüş gibi temaları işliyor. Hareket güneyde daha çok Evangelist etki ve ırkçı temalara odaklanırken; kuzeyde devlet müdahaleciliğine tepki, federal devlet yerine yerel devletin etkinliğinin artması ve anti-komünistlik üzerine yoğunlaşmaktadır.
İşte Arizo’nın tepkisinin ideolojik kaynağı bu harekette yatmaktadır. Hispaniklerin varlığı Arizona Eyaleti Kongresi tarafından bu yasayla “problem” olarak ilan edilmiştir!
ABD ile Meksika arasında krize neden olan ve Federal Mahkeme tarafından bazı maddeleri iptal edilen Yasa, 29 Temmuz’da yürürlüğe girdi. Ancak Senatör Russel Pearce’ın Federal Mahkeme’nin kararını temyize götürmesi, ABD’de federal yönetim ile yerel yönetim arasındaki kavgasının daha da büyüyeceğine işaret ediyor.
ABD’DE İSRAİL ÇATLAĞI
ABD Yönetimi içindeki ayrılığın bir diğer olgusu da İsrail’e yönelik tutumlardır.
Obama iktidara gelirken “iki devletli çözümü” hedeflediğini ilan etmiş ve bu doğrultuda Filistin ile İsrail Yönetimi arasında dolaylı görüşmeleri başlatacağını vaat etmişti. (Bu plan revize BOP’un gereğidir.)
Ancak mevcut İsrail Yönetimi Obama’nın bu planına direndi. Öyle ki, İsrail, ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın ziyareti sırasında “Doğu Kudüs yeni yerleşim birimi inşaatı” projesini açıklayarak adeta Obama’ya meydan okudu. ABD Yönetimi ise İsrail’e 4 maddelik ültimatom verdi.
ABD’deki en büyük Yahudi Örgütü AIPAC ise Obama’nın İsrail’e tepkisini “ciddi endişe kaynağı” olarak yorumladı.
OBAMA YAHUDİLERİ BÖLDÜ
Yeri gelmişken anımsatalım. AIPAC’a alternatif yeni bir Yahudi lobisi ortaya çıktı: J Street. İsrail’in Washignton Büyükelçisi Michael Oren, “J Street” isimli yeni lobinin açılışına katılmazken, Obama’nın Ulusal Güvenlik Danışmanı James Jones açılışta hazır bulunuyordu. Yeni Lobinin kurucuları arasında dikkat çeken bir isim de vardı: George Soros. Soros’un 2010 Davos’unda Obama’yı hedef alan finans sektörüne karşı onu savunduğunu yukarıda belirtmiştik.
İşte bu yeni lobi, J Street, soruna Obama’nın penceresinden yaklaşan açıklamalar yaparak diğer Yahudi lobilerinin de tepkisini çekiyordu. Adı Saray Yahudileri ve Obama Yahudileri’ne çıkan J Street, Filistin sorununda iki devletli çözüm istiyor, Kudüs’ün paylaşılmasını savunuyor, yeni yerleşimlerin durdurulmasını istiyor, Golan tepelerinin Suriye’ye bırakılmasını ve İsrail’in 1967 sınırlarına geri çekilmesini savunuyor; dahası İran’a yaptırım yerine müzakere istiyordu! (Sait Çakır, Obama Yahudileri nasıl böldü, Odatv.com, 20 Ekim 2009)
MAVİ MARMARA ESRARI
Dönelim Obama’nın “dolaylı görüşmeleri başlatma hedefine…
İşte bu görüşmelerin karara bağlandığı (Netenyahu – Mahmut Abbas Görüşmesi) ve iki hafta içinde yapılacağı duyurulduğu günlerde uluslararası krize yol açan bir gelişme oldu: İsrail, Gazze Konvoyu’na saldırdı ve Mavi Marmara Gemisi’nde 9 kişiyi öldürdü!
ABD Yönetimi içinde Türkiye’ye tepki gösterilmesini isteyenler vardı. Obama ise yaptığı kontrollü açıklamalara bir de Gazze ablukasının kaldırılması çağrısını eklemişti!
Cumhuriyetçilerin başkan yardımcısı adayı ve Çay Partisi Sözcüsü Sarah Palin, “Türkiye’ye tepki göstermeyen” Obama’yı, “İsrail’e ihanetle” suçladı.
Bir anımsatma daha yaparak bu bölümü kapatalım. İsrail’in Mavi Marmara’ya saldırdığı gün, İsrail Başbakanı Netenyahu Kanada’dan Washington’a geçecek ve Netanyahu ile Davutoğlu arasında bir görüşme yapılacaktı!
ASKERLERDEN OBAMA’YA, CARTER ANIMSATMASI
Öte yandan İsrail karşıtı Emekli Askerlerin çıkardığı Veterans Today, Robert Perry imzasıyla Obama’ya bir dost uyarısı yaptı. Eski askerler Obama’ya, CIA ve Likud’un (Başbakan Menachem Begin’in liderliğini yaptığı İsrail Partisi) ABD Başkanı Jimmy Carter’ın ikinci kez seçilmesini engellediğini ve 1980’de Reagon’a seçim kazandırdıklarını anımsattılar. Carter, 1978 yılında Camp David’de İsrail’den işgal ettiği topraklardan çekilmesini istemişti.
ERDOĞAN OBAMA İLE CLİNTON ARASINDA
İsrail konusunda ABD’de çıkan görüş ayrılıkları AKP’ye de yansıdı. Aynı durum İran konusunda da yaşandı.
Obama’nın teşvikiyle ve mektubuyla Tahran Anlaşması’na imza koyan AKP hükümeti, ABD Dışişleri Sözcüsü’nin “anlaşma geçersizdir” açıklamasıyla ortada kalmıştı! Ancak ABD Dışişleri’nin bu tavrı, Erdoğan hükümetinin ortada kalmasından çok, Clinton’un Obama’nın başkanlığını sorgulamasına neden olması bakımından önemliydi.
Benzer durum Ermeni Soykırımı tasarısı görüşmeleri sırasında da olmuştu.
Tasarı henüz ABD Temsilciler Meclisi Dışilişkiler Komitesi’nde iken Beyaz Saray bir açıklama yaptı ve Dışişleri Bakanı Clinton’un Komite Başkanı’yla görüştüğünü ve tasarının reddedilmesini önerdiğini duyurdu!
ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Philip Gordon ise “Tasarı, Temsilciler Meclisi Genel Kurulu’na sunulursa, Obama müdahale etmeyecek” diyordu!
Beyaz Saray Clinton adına, Dışişleri de Obama adına taahhütlerde bulunarak, birbirinin altını oyuyordu!
BEYAZ SARAY İSTİFALARI
Beyaz Saray ile Dışişleri Savaşı sürerken, Beyaz Saray’dan gelen üst üste iki istifa haber şok etkisi yarattı.
İlki Obama’nın Özel Kalem Müdürü Rahm Emanuel’in istifasıydı. Bir Başkan dört yılını tamamlamadan ilk defa Özel Kalem Müdürü’nü kaybedecekti. Konunun önemi nedeniyle, Emanuel’in istifasını geri aldığı duyuruldu! Ancak aslında istifa geri alınmamıştı. Sadece Kasım’da yapılacak Kongre seçimlerine kadar buzdolabına kaldırılmıştı.
Sorun çözüldü derken, bir başka istifa haberini de Washington Post duyurdu. Beyaz Saray Bütçe Müdürü Peter Orszag önümüzdeki iki hafta içinde istifa edecekti! (Washington Post, 12 Temmuz 2010)
Kasımda yapılacak Kongre seçimleri ABD devleti içindeki çatlağı da, ABD yönetimi içindeki ayrılığı da daha çok su yüzüne çıkarıyor. Buna, 18 Mayıs’taki ön seçimlerde, mevcut kongre üyelerinin çoğunun seçimi kaybettiği gerçeği de eklenirse, önümüzdeki günlerde daha çok sızan belgeler ve daha büyük savaşlar yaşanacağını söyleyebiliriz…
SONUÇ
ABD, toplam olarak serbest piyasacılarla, devlet müdahalecileri olarak ikiye bölünmüş durumda. Bu durum ABD’nin iç politikasına da, dış politikasına da önemli bir etki yapıyor. Irak ve Afganistan cephelerinde yenilen, ekonomisini düze çıkaramayan ABD, bu saflaşmaları önümüzdeki dönem daha da keskinleşmiş olarak yaşayacak.

Mehmet Ali Güller
1 Ağustos 2010