30 Nisan 2010 Cuma

Uğur Dündar İsmet Berkan'ı doğruladı!

Usta gazeteci Uğru Dündar, Nedim Şener’in hayatını kaleme aldığı “İşte Hayatım” adlı kitabı nedeniyle tv programlarına konuk oluyor. Bu programlardan sonuncusu SkyTürk’te yayınlanan Enver Aysever’in programıydı.
Programın en ilgi çeken bölümü Dündar’ın Fetullah Gülen ile ilgili söyledikleriydi. “Daha önce Fetullah Gülen’den takdir ve övgü dolu mesajlar, mektuplar aldığını” belirten Dündar sonrasında cemaatin hedefi haline nasıl geldiğini anlattı. Ancak konumuz bu değil…
Dündar Aysever’in bir sorusu üzerine bakın ne diyor: “Biz o el bombaları (Ümraniye bombaları – MAG) ortaya çıktığında büyük bir heyecanla habere sarıldık. Hatta ben hemen arkadaşımızı Beşiktaş adliyesinde göndererek savcı Zekeriya Öz’le görüşmesini istedim. Öz, arkadaşımıza 3-4 ay sonra davanın birçok önemli isim etrafında genişleyeceğini biraz daha beklememiz gerektiğini söyledi. Ancak iddianame bittiğinde gördüm ki benim gibi hayatı boyunca çetelerle, mafyayla, yasadışı oluşumlarla hiçbir ilgisi olmayan hatta onlarla mücadele etmiş birinin çeteler içindeki bazı insanlarla arkadaş gibi gösterilmiş. O noktada bu iddianameye olan inancımı kaybettim”. (Vatan Gazetesi, 30 Nisan 2010)
Yani Özel Savcı Zekeriya Öz, daha bombalar ortaya çıktığında (!) “davanın 3-4 ay sonra birçok önemli isim etrafında genişleyeceğini, biraz daha beklenmesi gerektiğini” söylemiş!
Gelin bu çok önemli ipucunu değerlendirebilmek için Ergenekon soruşturmasının ilk günlerine gidelim…
“Danıştay saldırısından hemen sonra Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’e polis bir şema getirir. Bu şemada, Danıştay saldırganı dâhil bugün tutuklu olarak cezaevinde bulunan bütün Ergenekon şüphelileri yer almaktadır. Sadece onlar mı, daha fazlası da var şemada. Ama ilk ağızda Danıştay saldırısı ile çok sonra İstanbul’da başlayacak olan Ergenekon soruşturması arasında somut bir bağlantı kurulamıyor. Emniyet ilk gün getirip Abdullah Gül’e sunduğu istihbari bağlantıları savcılara sunamıyor, delillendiremiyor”. (İsmet Berkan, Ergenekon’un Yakın Tarihi 5, Radikal, 9 Nisan 2008)
“Bu şema, aynı zamanda Ergenekon’un ‘çete’ tarafını oluşturan, silahlı-külahlı işlere karışanların şemasıydı. Aslında Abdullah Gül çok kararlıydı, ‘Haydi’ dedi, ‘Bana anlattığınızı delillendirip savcıya da anlatın, hepsi yakalansın, yargılansın’. Bu açık talimata rağmen poliste işler umulduğu kadar hızlı gitmedi. Danıştay saldırganının dahi Ergenekon’la ilişkisini kurmayı başaramadı polis ve savcılık”. (İsmet Berkan, Ergenekon bir rövanş mı?, Radikal, 4 Temmuz 2008)
“O dönemde, Murat Yetkin’le birlikte Ankara’da çok önemli bir güvenlik yetkilisiyle sohbet ediyorduk, o yetkili bize ‘Savcı bulunamıyor’ dedi, ‘Elde pek çok şey var ama savcılar soruşturmaktan çekiniyor.’ Nasıl olduysa İstanbul’da Zekeriya Öz isimli bir savcı bulundu”. (İsmet Berkan, Ergenekon bir rövanş mı?, Radikal, 4 Temmuz 2008)
Özetlersek…
“Danıştay Saldırısı oluyor, polis Abdullah Gül’e şu anda tüm tutukluların içinde yer aldığı bir şema getiriyor, polis ilk ağızda Danıştay saldırısı ile sonradan başlayacak olan Ergenekon soruşturması arasında bir bağ kuramıyor, savcılara sunamıyor, delillendiremiyor. Ama Gül kararlı, ‘bir savcı bulun, hepsini anlatın, hepsi yakalansın, yargılansın’ diyor. Bu açık talimat sonunda nasıl olduysa bir savcı, Zekeriya Öz bulunuyor”. (İsmet Berkan)
Sonra tuhaf bir şekilde Ümraniye bombaları bulunuyor!
“Uğur Dündar Savcı Öz’e bir muhabirini gönderiyor. Özel Savcı Öz, ‘davanın 3-4 ay sonra birçok önemli isim etrafında genişleyeceğini biraz daha beklenmesi gerektiğini’ söylüyor. (Uğur Dündar) Şimdi bu bilgilerden sonra kendi kendimize sesli olarak soralım mı?
Ortada bir soruşturma mı var, yoksa tertip mi?

Mehmet Ali Güller
30 Nisan 2010

26 Nisan 2010 Pazartesi

BAŞKANLIK SİSTEMİ İLE FEDERASYONUN İLGİSİ Erdoğan'ın hayali mi, ABD görevi mi?

Başbakan Erdoğan’ın, 23 Nisan’da koltuğuna oturttuğu genç Başbakan’a, “Yetki artık senin. İster asarsın, ister kesersin. Her şey sende” demesi, geçen hafta gündeme getirdiği “Başkanlık sistemi” ile birleşince “sivil darbe”, “diktatörlük” tartışmalarını alevlendirdi. Başbakanın kendisini Ergenekon soruşturmasının savcısı ilan etmesiyle başlayan sivil darbe ve diktatörlük tartışması böylece yeni bir boyut kazanmış oldu.
Örneğin “bunun basit bir dil sürçmesi olmadığını, bilinçaltının istemsiz dışavurumu olduğunu” belirten Hürriyet Gazetesi’nden Mehmet Y. Yılmaz, Başbakan’ın bir tek hayali olduğunu savunuyor: “’Tek yetkili’ olarak istediği her şeyi yapmak, kimseye hesap vermemek!”. (Mehmet Y. Yılmaz, Hürriyet Gazetesi, 26 Nisan 2010).
Erdoğan’ın tek adam-diktatör olmak istediğine dikkat çekenler sadece AKP karşıtları değil! Erdoğan’ın önerdiği sistemin diktatörlük getireceğini söyleyen AKP’ye müttefik isimler de var: Örneğin AKP’nin Anayasa taslağını hazırlayan hukukçu Prof. Dr. Ergun Özbudun da Erdoğan’ı uyarıyor ve Başkanlık siteminin Türkiye için sakıncalı olduğunu savunuyor. Özbudun, “başkanlık sisteminin hep darbeleri davet ettiğine” dikkat çekiyor. (Vatan Gazetesi, 26 Nisan 2010)
Erdoğan diktatör mü olmak istiyor?
Peki Erdoğan “başkanlık sistemini” tek adam-diktatör olmak için mi önerdi? Ya da soruyu şöyle soralım: Erdoğan “başkanlık sistemini” önerirken, aklının bir tarafından da, bu yolla “tek adam olma hayalini” gerçekleştirebileceğini mi geçirdi?
Olabilir, üstelik kuvvetle muhtemeldir; Başbakan aklından “tek adam olma hayalini” geçirmiştir.
Ancak…
Politik gelişmeleri hele de bölgesel boyut kazanacak politik gelişmeleri ve dahası uluslararası ilişkileri niyetler değil, kuvvet belirler!
Başbakan niyetlerine değil, kendisini iktidara taşıyan kuvvetin gündemine uyuyor. Tabi bu arada kendi kişisel niyeti ile o kuvvetin gündemi arasında bir çakışma durumu söz konusu olursa, Erdoğan hamlesi için daha aktif hareket ediyor kuşkusuz…
Açalım:
Başkanlık sistemi ve ‘meselenin pişmesi isteniyor’
Ama önce “Başbakan, başkanlık sistemini kendisi için istiyor” şeklinde özetlenecek görüşlerin yanlış olduğunu görmek için 5 yıl geriye gidelim ve Başbakan’ın bir diğer müttefikinin, Nazlı Ilıcak’ın yazdıklarına göz atalım: “daha etkili olmak için Başkanlık sistemini talep etmek bugünün gerçekleriyle bağdaşmıyor. Çünkü, parlamenter sistemin hükümetleri ve başbakanı, Başkanlık sisteminin Başkanı ve hükümetinden daha etkili ve güçlü. Zira, Parlamenter sistemde, bir parti, Meclis çoğunluğuna sahipse, Parlamento, hükümetin emri altında çalışıyor”.
Bu somut gerçeği dile getiren Ilıcak, “Başkanlık sistemi 2005’te gelmez” başlığını taşıyan bu makalesinin sonunda ağzındaki baklayı çıkarıyor: “belki o tarihe kadar, meselenin pişmesi isteniyor”. (Nazlı Ilıcak, DB Tercüman, 4.1.2005)
Dikkat ederseniz “pişmesi gerekiyor” demiyor sayın Ilıcak, “pişmesi isteniyor” diyor. Kim istiyor?
‘Türkiye ileride eyalet sistemine geçebilir’
Bu sorunun yanıtı için de 20 yıl geriye gidip, en çok “başkan olmak isteyen” ismi, Özal’ı anımsayalım mı? Erdoğan’ın selefi saydığı, siyasi mirasını üstlendiği Özal, sizce aslında “Kürt açılımını” ilk başlatan kişi değil midir? Ya Özal’ın Kürt sorunu açısından “federasyonu tartışmalıyız” demesi ne anlama gelmektedir?
Gelin o zaman bu kez Özal’dan 15 yıl ileriye gidelim ve ABD’nin çıkarları doğrultusunda Özal’a Türkiye’yi yönetme zemini hazırlayan Kenan Evren’in sözlerine kulak verelim: “Türkiye ileride eyalet sistemine geçebilir” (Sabah, 28 Şubat 2007)
Bulmacanın parçaları yerine oturuyor mu?
En yüksek otorite kim?
23 Nisan’ı, yani Milli Egemenlik bayramını “egemenliğin milletten alınıp başkana verilmesi” tartışmaları arasında geçirdik. “Halkın kendinden daha yüksek otorite tanımaması” anlamına gelen demokrasi kavramının içi boşaltıldı; “milli irade” adı altında “tek adamlığa” soyunuldu…
Ancak tüm bu gelişmeleri, ne yazık ki, “Erdoğan Başkan olmak istiyor” ya da “Erdoğan’ın hayali tek adam olmak” değerlendirmeleriyle açıklayamayız. Bu değerlendirmeler gerçeğin sadece bir bölümünü oluşturuyor. Gerçeğin bütününde, Erdoğan’ın ya da başka birinin tek adam olmasından daha büyük bir tehlike var!
Anayasa – Başkan – Federasyon
BOP Eşbaşkanlığı üzerinden uygulanan “Kürt Açılımı”nın ABD açısından başarılı olup olmayacağı şu üçünün gerçekleşmesine bağlıdır: Birincisi anayasal değişiklik, ikincisi başkanlık sistemi, üçüncüsü de bu sistemin uygulanabileceği bir federasyon!
Tek gerçek budur.
“Başkan” olmak isteyen Özal’ın, “Anayasa’yı bir kez delmekle bir şey olmaz” demesi ve “Kürt açılımı” yapıp “federasyon”u tartışmaya açmak istemesi ile Erdoğan’ın “Başkanlık sistemini” önermesi, “Anayasa’yı değiştirme”ye çalışması ve “Kürt açılımı” yapması arasında doğrudan bir ilgi vardır.
O ilgi ABD görevinden kaynaklanmaktadır.
Erdoğan, kendisinin de söylediği gibi BOP eşbaşkanıdır ve bu proje kapsamında Diyarbakır’ı bir merkez yapmaya çalışmaktadır! (Teke Tek, Kanal D, 15 Şubat 2004)
Kaldı ki Erdoğan, Türkiye’yi bu duruma göre biçimlendirmektedir. Örneğin bir ay sonra MİT müsteşarı yapılmak üzere MİT müsteşar yardımcılığına getirilen Hakan Fidan… Dr. Fidan MİT’e, CIA ve FBI modeli öneriyor. (Akşam, 22 Nisan 2010)
Nedir FBI? Federal Soruşturma Bürosu… Adı üstünde, federal, yani federal bir ülkede uygulanabilecek bir yapı!
‘Irak’ın kuzeyinin bölgesel entegrasyonu’
Lafı uzatmaya, örnekleri çoğaltmaya gerek yok. ABD’nin önüne koyduğu en önemli görev ne İran’dır, ne de Afganistan. Washington’un uzun yıllardır önünde duran temel görevi Irak’ın kuzeyinde “kukla devlet” kurmaktı. Irak’ı işgal etmesinden Ergenekon tertibine kadar pek çok gelişme bu hedefin gerçekleşebilmesi içindi. ABD bu konuda büyük yol aldı. Washington’un önünde şimdi bu yapıyı önce Türkiye ile birleştirmek (federasyon) sonra da “büyük kukla devlet” olarak yeniden ayırmak gibi bir görev var.
“Irak’ın kuzeyinin bölgesel entegrasyonu” dedikleri işte budur.

Mehmet Ali Güller
26 Nisan 2010

21 Nisan 2010 Çarşamba

‘KOMŞULARLA SIFIR SORUN’DA SIFIR BAŞARI

70 yılda adım adım tasfiye edilen Atatürk’ün “bölge merkezli dış politikası”nın yerini artık tamamen “bölgede ABD arabulucusu” olma görevi aldı. BOP Eşbaşkanlığı katından ve Ahmet Davutoğlu üzerinden uygulanan bu dış politika “komşularla sıfır sorun” diye tanımlandı.
Peki gelinen süreçte ne gibi somut sonuçlar alındı? Bakalım:
1.. İran AKP arabuluculuğunu bir kez daha reddetti.
ABD’deki Nükleer Güvenlik Zirvesi’nden döner dönmez Tahran’a koşan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, İranlı mevkidaşına “uranyum takasında aracı olmaya hazırız” dedi. Ancak İran Dışişleri Bakanı Manuçehr Mutteki, Davutoğlu’nun çok istediği olumlu yanıtı yine vermedi. Yine diyoruz çünkü Davutoğlu son 6 ayda bu role birkaç kez soyundu ve hepsinde de reddedildi!
Üstelik İran Dışişleri Bakanlığı sözcüsü, -Ankara’yı da üzmemek için- Mutteki-Davutoğlu ortak basın toplantısının ardından bir de kibar mazeret sundu! Sözcü, uranyum takasının yalnızca İran toprakları üzerinde yapılabileceğini belirtti!
2.. İsrail-Suriye arabuluculuğu raftan kalktı
Yeni bölgesel çıkarları gereği İsrail’e kısmi tutum takınan Washington’un tavrı, AKP’nin de benzer tavır almasına neden oldu. Ancak AKP’nin perde önü ve perde arkası politikalarındaki makasın gittikçe açılması Tel Aviv’i kamuoyu karşısında zor durumda bıraktı. İsrail Hükümeti, Davutoğlu’nun çok arzuladığı “İsrail-Suriye arabulucusu olma” talebini raftan kaldırdı.
3.. Sırbistan-Bosna Hersek arabuluculuğu
Dışişleri Bakanı Davutoğlu 18 Mart 2010 günü Bulgaristan’a giderken uçakta gazetecilere şunları söylüyor: “Ben altı ay içinde 11 kez Sırp Mevkidaşımla bir araya geldim. Bizim sayemizde Sırbistan ile Bosna Hersek arasında yakınlaşma oldu. Bosna Hersek Sırbistan’a büyükelçi atadı. Bir gece yarısı Bosna Hersek Cumhurbaşkanı ile havaalanında iki saat konuşup Sırplarla sorununu çözdük. Şimdi de sırada Srebrenica katliamı için Sırpların özür dilemesi var. İşte biz bunları, binyıldır çatışma yaşadığımız Sırplarla konuşuyorsak, niye Ermenilerle de konuşmayalım. Sırplarla ve Boşnaklarla üçlü olarak altı aydır görüşüyoruz. Niye bunu Ermeni ve Azerilerle de yapmayalım”. (Hürriyet, 19 Mart 2010)
Davutoğlu, iki ülke arasındaki sorunların, havaalanlarında ayaküstü yapılan iki saatlik görüşmelerle sonuçlandığını sanacak kadar saf olamayacağına göre ortada başka niyetler vardır. Neyse… Biz niyetleri bırakalım ve somut olgulara bakalım.
Davutoğlu’nun “Bosna’yla arasını yaptım” dediği Sırbistan’da, hem de bu açıklamasında sadece 9 gün sonra ne tartışılmaya başladı dersiniz? Yanıtı Davutoğlu’nu en çok öven gazetelerden birinin başlığıyla verelim: “Bir ülke daha Ermeni tasarısını tartışıyor” (Bugün, 27 Mart 2010).
Kendi yorumumuza ihtiyaç bırakmayan Bugün’ün haberiyle devam edelim: “SRS Partisi milletvekilleri tarafından Sırbistan parlamentosuna verilmek üzere hazırlanan kanun tasarısı, 1915 olaylarının resmen ‘soykırım’ olarak tanınmasını öngörüyor. Oysa daha geçtiğimiz hafta Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Türkiye ile Sırbistan arasında son dönemde yaşanan yakınlaşma ve Ankara’nın Sırbistan-Bosna arasında başarıyla gerçekleştirdiği arabulucuk görevini örnek göstererek, Türk-Ermeni ilişkilerine gönderme yapmıştı”. (Bugün, 27 Mart 2010)
4.. Irak’la sıfır sorun yerine Irak’tan üç sorun dönemi
Ankara’nın mevcut “Irak’ın toprak bütünlüğünü ve siyasi birliğini” savunma politikası, AKP eliyle önce ortadan kaldırıldı, ardından da ABD’nin dayattığı “3 parçalı Irak” savunulur hale geldi. Cumhurbaşkanı Gül Irak’ın kuzeyini “Kürdistan” diye adlandırdı; Başbakan Erdoğan Gül’ün “Kürdistan” diye adlandırdığı coğrafyanın başkenti Erbil’e “başkonsolosluk” açacağını ilan etti; Dışişleri Bakanı Davutoğlu o başkentte mevkidaşı ile resmi görüşme yaptı!
Sonuç olarak Ankara’nın elinde artık “Irak’la sıfır sorun” yerine, “Irak’tan üç sorun” var!
5.. ‘Komşularla sıfır sorun Kıbrıs’ta yara aldı’
Yukarıdaki başlık Financial Times’a ait! Gazete özetle Derviş Eroğlu’nun Cumhurbaşkanlığı seçilmesini Talat’a destek veren AKP’nin başarısızlığı olarak yorumluyor. Dahası, Eroğlu’nun “federasyona karşı ve iki devletli çözüm” politikasının, müzakerelerde çok ciddi sıkıntı yaratacağını belirtiyor.
Hürriyet’den Sedat Ergin’in saptaması daha çarpıcı. “KKTC’deki seçimlerin mağlubu kim? Talat mı? AKP mi?” diye soran Ergin, 21 Nisan 2010 tarihli makalesinde somut yanıtı veriyor: “KKTC’deki seçimin asıl mağlubu AB ve ABD’dir”.
6.. Ermenistan’la açılım başarısızlığı
Financial Times’a göre, “AKP’nin ‘komşularla sıfır sorun’ politikası ve bölgesel çatışmalarda arabuluculuk yapma arzusu, Kıbrıs dışında, en yakınındaki Ermenistan’la yaşanan sorunların aşılamaması nedeniyle de yara alıyor”
AKP’nin Obama’nın talebi doğrultusunda uyguladığı son “Ermenistan Açılımı” da fiyaskoyla sonuçlandı. İmzalanan protokollerin yürürlülük durumu AKP’nin elinde pimi çekilmiş bir bomba gibi kaldı. Dahası, “Ermenistan’la sıfır sorun”a soyunan AKP, kardeş Azerbaycan’ı da küstürdü! Böylece, Türkiye kuzeydoğusunda sıfır sorun yerine, 2 sorun oluşturdu!
Sonuç
AKP’nin BOP Eşbaşkanlığı doğrultusunda uyguladığı bu politikalar, komşularla sıfır sorun yerine komşularla düşmanlığı arttırıyor. AKP, bu politikaları her şeye rağmen sürdürebilmenin de 3 şeye bağlı olduğunu düşünüyor. ABD’nin kesintisiz desteği altında olmak şartıyla birincisi anayasal değişiklik, ikincisi başkanlık sistemi, üçüncüsü de bu sistemin uygulanabileceği bir federasyon!




Mehmet Ali Güller
21 Nisan 2010

20 Nisan 2010 Salı

AKP-ÖCALAN MÜZAKERESİ

Amberin Zaman’ın Habertürk Gazetesi için Murat Karayılan’la yaptığı söyleşi büyük yankı uyandırdı. Karayılan’ın “Geçen yıl Şubat ayında bir hükümet üyesi Öcalan’a gitti ve açılımı konuştu” sözleri TBMM’de soru önergesi de oldu. CHP Zonguldak Milletvekili Ali İhsan Köktürk’ün Başbakan Erdoğan’dan yanıtını istediği soru çok net: “Öcalan’la görüşen bakan kim?”
AKP ile Abdullah Öcalan’ın müzakere etmesinde aslında şaşıracak bir şey yok. “Kürt Açılımı” ABD kaynaklı olduğuna göre, Washington’un AKP ile Öcalan’ı müzakereye oturtması meselenin doğal sonucu zaten… Ki bu müzakere salt “geçen yıl Şubat ayı” ile de sınırlı değil!
AKP’nin Apo’yla ilk pazarlık itirafı
Hükümetin AKP ile ilk pazarlık itirafı, “birinci barış grubunun” Türkiye’ye girişi sırasında olmuştu. Anımsayalım:
15 Ekim 2009 tarihli ANF haberine göre, “Öcalan ‘demokratik açılım’ sürecinin tıkandığını görmüş ve tıkanıklığın, ‘barış grubu’nun Türkiye’ye gönderilmesiyle aşılacağını” savunmuştu! 19 Ekim günü Öcalan’ın çağırdığı iki grup Silopi’den Türkiye’ye giriş yapmıştı ve törenlerle karşılanmıştı. Pazarlıklarla kurulan Habur çadır mahkemelerinde tiyatro oynanmıştı.
Dahası Başbakan Erdoğan görüntüleri “umut verici bulduğunu” açıklamıştı. Ertesi gün, yani 20 Ekim 2009 tarihinde kamuoyunu bilgilendiren Açılım Koordinatörü Beşir Atalay, “eve dönüşün, demokratik açılım sürecinin bir safhası, planın bir parçası” olduğunu açıklamıştı! Yani “Sadece Öcalan çağırdı diye geldiği sanılan birinci barış grubu”nun gelişi aynı zamanda “hükümetin açılım sürecinin de bir safhası, planının bir parçasıymış!”
Yeri gelmişken Açılım Koordinatörü ve İçişleri Bakanı Beşir Atalay ile DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk’ün de 17 Ekim günü gizlice görüştüğünün ve 19 Ekim’de yapılacak girişleri organize ettiklerinin daha sonra basına yansıdığını da anımsatalım. (Milliyet, 21.10.2009)
Çandar: Meseleyi iki Abdullah Çözer
Öte yandan hükümetin akıl hocalarından Cengiz Çandar, Beşir Atalay’ın bu itirafından bir ay önce AKP’nin “Kandil ve İmralı’yla görüştüğünü” zaten pervasızca ilan etmişti. (Sanem Altan Röportajı, Vatan, 26 Eylül 2009) Zaten Çandar, meseleyi en başından itibaren “iki Abdullah’ın çözeceğini savunuyordu. (Cengiz Çandar, ‘Çankaya’daki Abdullah-İmralı’daki Abdullah-Kürt sorununda iyi şeyler olacak’ başlıklı makale, Referans Gazetesi, 15 Mart 2009)
İktidar Sabri Ok ile Sabri Ok da Apo ile görüştü
Keza Taraf Gazetesi’nden Yıldıray Oğur da, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün hazırladığı bir analize dayanarak, 2006 yılından beri PKK’nın Avrupa sorumlusu Sabri Ok ile görüşüldüğünü açıklamıştı. Bir de Emniyet İstihbarat Dairesi Eski Başkanı Bülent Orakoğlu’nun açıkladığı “Sabri Ok, Abdullah Öcalan ile telefon görüşmesi yaptı” bilgisini eklersek ortaya en somutundan pazarlık görüntüsü çıkıyor. Yani hükümet adına birileri Sabri Ok ile Sabri Ok da Abdullah Öcalan’la görüşmüştü!
Avukatları aracılığıyla gündem belirleyen! Abdullah Öcalan’ın Gül ve Erdoğan’a “korkmayın” çağrısı yapmasının ya da “AKP benim söylediklerimi alıp uyguluyor” demesinin anlamı belki de bu üçlü trafikte gizli! (ANF, 19 Haziran 2009 ve ANF, 16 Ekim 2009)
CHP’nin sorusuna yanıtı belki de Cumhurbaşkanı Gül vermelidir. Çünkü “Kürt Açılımı”nın başlangıcı sayılan Gül’ün “2009’da çok güzel şeyler olacak” sözleri, tarihi olarak, AKP’li bir bakanın Öcalan’la görüştüğü iddia edilen 2009 Şubat’ının hemen sonrasına denk geliyor!
MİT Müsteşarı Taner’in Kürt Açılımı’ndaki Rolü
Yeri gelmişken ve “Kürt Açılımı” adına yapılan görüşmeleri anımsarken, görev süresi bir kez daha dolan ve artık yerine Hakan Fidan’ın atandığı MİT Müsteşarı Emre Taner’in hükümet adına yürüttüğü temasları da anımsayalım. Bu temasların yoğunluğu ve tarihsel sırası, Taner’in görev süresinin AKP tarafından tam dört kez neden uzatıldığını da açıklayacaktır.
Şenkal Atasagun’un emekliye ayrılmasının ardından 15 Haziran 2005 tarihinde MİT Müsteşarlığı görevine getirilen Emre Taner, 8 Ağustos 2005 tarihinde Bakanlar Kurulu’na 5 saat verdiği Kürt Meselesi Brifingi ile ABD planının ve 2009’daki önemli gelişmelerin sinyalini vermişti. Taner bu brifingin ardından, 20 Ekim 2005 tarihinde Irak’ın kuzeyinde Barzani ile görüştü. Ki Diyarbakır doğumlu olan ve yıllarca Diyarbakır ile çevresinde görev yapan Taner, Barzani ailesine uzak değildi. Bu görüşmeden tam 30 yıl öncesinden beri Barzani ailesiyle tanışık olan Emre Taner’in ayrıca yakın çevresine, “ben Kürt meselesini Musa Anter’den öğrendim” dediği de kamuoyuna yansımıştı.
Barzani’den Taner’e: “Türkiye, K. Irak’taki oluşumu tanımalı”
Taner’in Barzani ile bu görüşmesiyle ilgili yalanlanmayan önemli iddialar gündeme gelmişti. Barzani’nin Taner üzerinden Türkiye’den talepleri şunlardı: “Türkiye, Kuzey Irak’taki oluşumu tanımalı; Kuzey Irak ve Türkiye’deki Kürtlere çifte vatandaşlık vermeli; ekonomik ilişkileri geliştirmeli, kurulacak askeri okullarda Türk uzmanlar görev yapmalı…”
İddialara göre MİT Müsteşarı Emre Taner, hiçbir talebe hayır demedi. Taner, talepler karşılığında PKK’ya karşı birlikte mücadele önerdi.
Bu görüşmeden kısa bir süre sonra ABD’ye giden Barzani, Washington tarafından “Başkan” sıfatıyla karşılandı!
Taner: “Türkiye artık savunma pozisyonuyla yetinemez”
Öte yandan Abdullah Gül’ün “güzel şeyler olacak” açıklamasını, Kuzey Irak’la İmralı arasında mekik dokuyan Emre Taner’in raporunu okuduktan sonra yaptığı da kamuoyuna yansıdı. Ayrıca, MGK’nin açılıma destek verdiği toplantıda da Emre Taner oldukça geniş bir sunum yaptı. Bu arada Taner henüz müsteşar yardımcısıyken de İmralı’da Öcalan ile yaptığı görüşmeyle gündeme gelmişti. Avukatları Öcalan’ın bu görüşmeyle ilgili şöyle söylediğini basına açıklamıştı: “Taner’i tanımıyordum. Çok olgun biriydi, şaşırdım. ‘Biz bu sorunu KDP, YNK ve Amerika ile değil, sizinle çözelim’ dedi”.
Öyle ki Taner, bu yeni dönemi, MİT’in 80. kuruluş yıldönümü nedeniyle yaptığı açıklamada “Türkiye artık savunma pozisyonuyla yetinemez” sözleriyle açıklıyordu!
Başbakan Erdoğan: ‘Açılımı kararlılıkla sürdürüyoruz’
ABD’nin “Kürt Açılımı” gereği yapılan görüşmeler, pazarlıklar tarih önünde mutlaka bir gün tüm detaylarıyla ortaya çıkacaktır nasılsa… Biz açılımın son durumuna bir bakalım:
Başbakan Erdoğan “Kürt Açılımı” buluşmalarının sonuncusunu edebiyatçılarla (!) yaptı. O görüşmelerden öğreniyoruz ki “geri adım” ve “rehavet” gibi değerlendirmelere Başbakan Erdoğan net yanıt vermiş: “Asla. Demokratik açılımda ne bir rehavet söz konusu, ne de geri adım. Çalışmalarımızı kararlılıkla sürdürüyoruz”. (Mehmet Metiner, Star Gazetesi, 19 Nisan 2010)
Kararlılıkla çalışan Başbakan, yeni aşamayı da edebiyatçılarla paylaşmış: Açılımın önünde bariyer olan hukukun değiştirilmesi!
3 aşamalı ABD-Gül Planı yürürlükte
Ne demiştik yaklaşık bir yıl önce:
“Obama’nın ziyareti sırasında, ‘3 aşamalı bir plan’ anlaşması yapıldı:
1.. Aşama: ‘Kürt sorununun çözümü konusunda şuana kadar yapılanlar Anayasa’ya konulacak, kültürel alanda henüz yapılamayanlar yapılacak ve ‘vatandaşlık’ tanımı konusunda gerekli değişiklikler yapılacak’.
2.. Aşama: ‘Türkiye, Kürdistan Bölgesi hükümetini tanıyacak’.
3.. Aşama: ‘PKK’nin dağlardan inmesi, etkili ve kabul edilir bir af ile silahların atılması sağlanacak’. (Mehmet Ali Güller, 3 Aşamalı ABD-Gül Planı, Teori Dergisi, Temmuz 2009)
Aşamalar sıra sıra uygulandı, uygulanıyor. Konuyla ilgili eski yazılarımız Odatv arşivlerinden bulunup, anımsanabilir.
Aşamaların en kötüsünün, yaratılmak istenilen Türk-Kürt boğazlaşması olacağına dikkat çekerek bitirelim: “Yumruklar” işte bu aşamanın ilk hamleleri…

Mehmet Ali Güller
20 Nisan 2010

16 Nisan 2010 Cuma

Ahmet Türk'ü kim yumrukladı?

Ahmet Türk’e yapılan çirkin saldırı günlerdir gazetelerin ilk sayfalarında, yazarların köşelerinde, televizyonların tartışma programlarında… Bu yoğunluk, saldırının çirkin bir saldırı olmasının ötesinde anlamlar yüklüyor Samsun’daki yaşananlara…
Gelin öncelikle bu saldırının neleri unutturduğunu, kimlerin işine yaradığını ve ne anlama geldiğini somut olaylarla alt alta sıralayalım:
1.. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’a Van’da yapılan organize saldırı unutuldu! Ki o saldırıda AKP’lilerin bulunduğu fotoğraflarla saptanmıştı! Baykal’ı her zamanki gibi “iftira atmakla” suçlayan Erdoğan, fotoğraflar karşısında çaresiz kalmış ve Van AKP İl Başkanlığı’na, “olaylarda yer alan CHP’li görüntüsü” bulunması görevi vermişti!
2.. Muş’taki bir olayı, Samsun’a taşıyan hükümet, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir bölümünde “iktidar” olamadığını “itiraf” etmiştir. Hukukun evrensel simgesi olan Tanrıça Themis’in bir elinde terazi ama diğer elinde de kılıç olduğu unutulmamalıdır. Çünkü kılıç varsa terazi vardır; kuvvet varsa adalet sağlanır; devlet varsa hukuk uygulanır!
3.. Ahmet Türk’e yapılan çirkin saldırı karşısında Samsun Emniyeti’ne yapılan operasyonu alkışlayanların, Ankara’da eğitim sistemini protesto eden gençlere saldıran polislere benzer tepkiyi göstermemesi, objektiflik ölçütünün “aydın katında” da ortadan kalktığını göstermektedir. Keza hakkını arayan Tekel İşçilerine biber gazı sıkan da aynı polisti!
4.. BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın, “Samsun’da delikanlı varsa Hakkari’de, Diyarbakır’da daha iyisi var” mealinde açıklamalar yaparak Samsun’daki saldırıya tepki göstermesi, sağduyulu kesimlerde bile “Saldırının sonuçları, BDP’nin dört gözle beklediği atmosfermiş meğer” yorumlarına yol açtı.
4.. Aslında Ahmet Türk’e yapılan alçakça saldırı, AKP’nin ABD eliyle başlattığı “Kürt Açılımı”nın doğal sonucudur. Açalım:
“Kürt Açılımı” ile birlikte öncelikle kavramlar üzerinden zihinler bölündü. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesini özetleyen, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” anlayışının yerine, bizzat hükümet koltuklarından Türklük, Kürtlük, Lazlık, Çerkezlik pompalandı. Siyasal bir kavram olan Türk, öncelikle ırki bir kavram gibi topluma sunuldu. Ve “madem Türk ırksal isim, o zaman diğer ırkların da isimleri Anayasal güvenceye sokulsun” anlayışı topluma nüfuz edilmeye gayret edildi.
Zihinsel bölünmenin ardından semboller üzerinden toplum bölünmeye başlandı. Bir yandan bayraklara sarılmış asker tabutları, diğer yandan otobüs üzerinden şehir turu attırılan teröristler… Hükümet bir yandan, kendilerine yönelik tepki oluyor diye vatandaşın şehit cenazelerine katılmasını engelliyor fakat diğer yandan da, teröristlerin karşılanma görüntülerini “umut verici” buluyordu…
Ardından haritalarda bölünmeler başlandı… Hükümet, ülkeye çizdiği bir sınır üzerinden politika yapar oldu ve Ana Muhalefeti, ülkenin bu sınırından öteye gidememekle vurmaya çalıştı! Yargıya yönelik saldırılara “TSE (Tunceli-Sivas-Erzincan) hattı”, Ahmet Türk’e yönelik yumruklu saldırıya “Samsun-Trabzon” hattı damga vurdu!
Zihin, sembol, harita… Sırada en tehlikelisi olan “sokak” var!
Şimdi gelin, başlıktaki soruyu bir daha soralım:
Ahmet Türk’ü aslında kim yumrukladı?

Mehmet Ali Güller
16 Nisan 2010

14 Nisan 2010 Çarşamba

ABD Nükleer Zirve'den 'İran'a yaptırım' uzlaşısı çıkaramadı

ABD Başkanı Obama, 47 ülke liderinin katıldığı Washington’daki Nükleer Güvenlik Zirvesi’nden istediği sonucu alamadı.
2010’u gayrı resmi olarak “nükleer politik yıl” ilan eden Washington, 12-13 Nisan’da ev sahipliği yaptığı zirveden hemen önce 6 Nisan’da yayımladığı “Nükleer Duruş Değerlendirmesi” adını taşıyan bir raporla nükleer stratejisini yenilemişti. Yine ABD 8 Nisan günü de Rusya ile “Nükleer Silahların Azaltılması Antlaşması”nı imzalamıştı.
Washington Nükleer Zirvesi Çalışma Planı
Washington’daki Güvenlik Zirvesi’nin ana konusu İran’dı. Obama’nın hedefi ise Çin’in desteğini almaktı. Hatta Obama zirveden birkaç gün önce yaptığı açıklamada oldukça umutlu olduğunu, zirvenin ortak bildirisinde gelecek 4 yıl içindeki hedef ve uygulamaların açıkça ifade edileceğini duyurmuştu! Ancak Obama ne zirveden ne de Çin Cumhurbaşkanı Başkanı Hu Jintao ile yaptığı ikili görüşmeden istediği sonucu alamadı!
Bu durum zirve bitiminde yayımlanan “Washington Nükleer Zirvesi Çalışma Planı” başlıklı ortak bildiriye de yansıdı. Bildiride, “dünya ülkelerinin ortak sorumluluk taşıması, etkin uluslararası işbirliğini geliştirmesi ve güçlü güvenlik önlemleri almasıyla” nükleer terörizm tehdidinin azalacağı belirtildi! Genel geçer ifadelerin yer aldığı bildiride ayrıca nükleer güvenliği korunması için yüksek seviyede zenginleştirilmiş uranyum ve plütonyum stokları için 4 yıl içinde sıkı koruma önlemleri alınması istendi!
Hu’dan Obama’ya şart gibi 5 öneri
ABD Başkanı Obama, Çin Cumhurbaşkanı Hu Jintao ile yaptığı ikili görüşmeden de eli boş ayrıldı. Hu Obama’ya Çin-ABD ilişkilerinin daha da geliştirilebilmesi için şart gibi 5 öneri yaptı: Birincisi, ikili ilişkileri doğru yönde kararlılıkla geliştirmede ısrar etmek ve ilişkileri somut adımlarla istikrarlı bir şekilde korumak. İkincisi, birbirlerinin temel çıkarlarına ve hassasiyetlerine saygı göstermek. Bu kapsamda Çin, ABD’nin sözünü tutarak Tayvan ve Tibet sorunlarına titizlikle yaklaşmasını istedi. Üçüncüsü, çeşitli düzeylerdeki temasları korumak. Dördüncüsü, yapıcı işbirliğinin derinleştirilmesi. Beşincisi de, önemli uluslararası ve bölgesel sıcak sorunlar hakkındaki temas ve koordinasyonu güçlendirmek.
Obama’dan “Tek Çin” sözü
Obama da, ikili görüşmede, ülkesinin “Tek Çin” politikasını devamlı izleyeceğini, Çin’in egemenliği ile toprak bütünlüğü ve temel çıkarlarına saygı göstererek, hassas konulara titizlikle yaklaşacağını söyledi.
Çin’den ABD ve İran’a “diyalog ve müzakere” önerisi
Obama karşılık olarak Hu’dan, İran konusunda Çin’le işbirliğini güçlendirmeyi istediklerini belirtti. Çin Cumhurbaşkanı Hu Jintao ise, Pekin’in tarafların diplomatik çabaları sürdürerek, İran nükleer sorununun etkili çözümünü “diyalog ve müzakere” yoluyla aramalarını beklediğini vurguladı.
Rusya: İran’a yaptırım uzlaşısı yok
Rusya Devlet Başkanı Medvedev ise Zirveye katılmak üzere Moskova’dan hareketi sırasında yaptığı açıklamayla ABD ve İsrail’i uyardı. Medvedev, İsrail’in İran’a herhangi bir saldırısının nükleer savaşı tetikleyeceğini ve tam bir küresel felaket olacağını söyledi.
ABD’nin İran’a “yaptırım” talebine de değinen Medvedev, “yaptırımlar ülkeyi felç etmemeli. Bir kez daha tekrarlıyorum, yaptırımlar akıllı olmalı. Aksi durumda sıfır sonuç alma riski var” dedi. Medvedev’in, Çin’in özellikle enerji alanındaki yaptırımlara karşı olacağı şeklindeki soruya yanıtı da ilginç oldu. Rusya lideri, başka ülkelerin de bu konuda uzlaşı sağlayamayacağına dikkat çekti!
Rus Genelkurmay Başkanı’ndan ABD’ye uyarı
Washington’daki zirve sırasında Moskova’da basın toplantısı düzenleyen Rusya Genelkurmay Başkanı General Nikolay Makarov da, ABD’nin İran’a karşı nükleer tehdidinin, mantık dışı olduğunu belirtti. “Kimsenin böyle bir girişimde bulunmaya hakkı yok” diyen General Makarov, bu tehdidin gerçekleşmesinin çok zayıf bir ihtimal olduğunu savundu. General Makarov, dünya toplumlarından İran’ın görüşlerine dikkat etmelerini isterken, İran’dan da Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı UAEA ile işbirliğine devam etmesini istedi.
Obama İsrail’i açığa düşürmek zorunda kaldı
Öte yandan ABD Başkanı Obama’nın, Zirve sonrası düzenlediği basın toplantısında İsrail’i, “Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması”nı imzalamaya çağırması oldukça önemliydi! İsrail bugüne kadar resmi olarak nükleer silah bulundurduğunu açıklamıyor ve NPT’yi imzalamıyordu. Obama’nın daha önce “Ortadoğu’da nükleer silah sahibi olduğunu açıklayan ilk ülke olmayacağız” diyen İsrail’i açık pozisyona düşürmek zorunda kalması, Çin ve Rusya’nın İran politikalarının sonucu olarak değerlendirilmeli.
FT: Beyaz Saray ve ABD Kongresi karşı karşıya
Diğer yandan İngiliz Financial Times gazetesi, İran’a yaptırımlar konusunun Beyaz Saray ile ABD Kongresi arasında anlaşmazlığa neden olduğunu yazdı. Gazeteye göre Kongre üyeleri, Obama’nın İran’a yaptırımlar konusundaki tasarının hafifletilmesi girişimlerine sert bir şekilde karşı çıkıyorlar! Kongre üyelerinin önümüzdeki günlerde yasa tasarısına son şeklini vereceğini hatırlatan Financial Times’a göre Obama yönetimi “tasarının Dünya Ticaret Örgütü kurallarına ters düştüğünü ve Obama’nın BM içinde yaptırımlara destek koalisyonu kurma çabalarına zarar vereceğini” söyledi.
Fransa: Nükleer Silahlardan vazgeçmeyiz!
Washington’daki zirve sırasında CBS televizyonuna açıklamalar yapan Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy ise ülkesinin “güvenliğinin garantisi olan” nükleer silahlardan vazgeçmeyeceğini açıkladı. Sarkozy, “bu silahtan ancak, dünyanın istikrarlı ve güvenli olduğuna emin olduğum ölçüde bir gün vazgeçebilirim” dedi.
Nükleerden vazgeçmek istemeyen Sarkozy’nin “İran’a yaptırıma hemen başlanmalı” şeklindeki çağrısı ise Rusya Devlet Başkanı Medvedev’le tartışmasına neden oldu. İki liderin “İran kapışması” Zirve’de tansiyonu yükseltti.
Türkiye’nin arabuluculuk talebi
Başbakan Erdoğan’ın Washignton’da CNN’ye verdiği demeci haber yapan Anadolu Ajansı’na göre ise Başbakan Erdoğan, ABD Başkanı Barack Obama’nın “İran’a yeni sıkı yaptırımlar getirilmesi gayretini” desteklemeyi reddetti. Erdoğan, Türkiye’nin “İran’ın nükleer heveslerinden kaynaklanan diplomatik çıkmazda” arabuluculuk yapmaya istekli olduğunu kaydetti.

Mehmet Ali Güller
14 Nisan 2010

4 Nisan 2010 Pazar

ABD-ÇİN 1. TİCARET SAVAŞI

ABD ile Çin arasında yaşanan 1. Ticaret Savaşı, Washington ve Pekin’in karşılıklı hamleleriyle zirveye ulaştı. Batı basını, Çin Dışişleri Bakanlığı’nın, Devlet Başkanı Hu Jintao’nun 12-13 Nisan’da Washington’da düzenlenecek nükleer güvenlik zirvesine katılacağını açıklamasını, tansiyonun düşmesi hatta buzların erimeye başlaması olarak değerlendiriyor. Ancak Washington ile Pekin arasındaki mücadelede zaman zaman tansiyon düşse bile siyasi ve ekonomik nedenlerden ötürü asla buzların erimeyeceği görülüyor.
ABD Çin’e silah çekti
Washington’un, Pekin’in bir parçası olarak kabul ettiği Tayvan’a Ocak ayında 6.4 milyar dolarlık silah satma kararı alması ABD-Çin 1. Ticaret Savaşı’nın kritik bir dönümü oldu. ABD Başkanı Obama’nın, Tibet ayrılıkçılığının lideri olan Dalay Lama ile görüşmesi ise ikinci kritik dönüm noktasını oluşturdu. 2009 yılı boyunca 1. Ticaret Savaşı’nda Pekin’e mevzi kaptıran Washington’un yanıtı gerek Tayvan gerekse Tibet üzerinden ayrılıkçılığa verdiği açık destekti. Daha net ifade etmek gerekirse, ABD açıkça Çin’e silah çekti!
Aslında ABD’nin 1. Ticaret Savaşı sürecinde ilk silah göstermesi, 5 Temmuz olayları olarak adlandırılan Sincian’daki kalkışmaydı. 5 Temmuz 2009’daki bu kalkışma, tıpkı daha önceki provalarında olduğu gibi Pekin yönetimi tarafından etkisizleştirilmişti.
Çin aynı kararlılıkla, ABD’nin Tayvan ve Tibet üzerinden silah göstermesine de pabuç bırakmayacağını ilan etti.
Çin Başbakanı Wen Jiabao, 22 Mart 2010’da Çin Kalkınma Forumu’nda “Ticaret ve para birimi savaşları zorlukları aşmamızı sağlamayacak, aksine işbirliğini geciktirecek” diyerek açıkça ABD’nin silah göstermesine meydan okudu!
Üstelik, ABD Deniz Kuvvetleri 27 Mart 2010’da yaptığı açıklamada, “Çin’in Tayvan yakınına uzun menzilli füze yerleştirdiğinden” şikayet ediyordu! Çin silaha karşı silah da demiş oldu!
Ticaret Savaşı’nda neler yaşandı
Çin, küresel ekonomik krizle birlikte çok sıkı bir “yeni korumacılık” anlayışı içine girdi. Çin Devleti çıkardığı ve de uyguladığı sert yasalarla, ülkesini yabancı şirketlere karşı korudu, daha açık ifade etmek gerekirse Çin Devleti yabancı şirketleri kontrol altına aldı!
Çin bu kontrol işini, “yerli inovasyon”, “patent kanunu”, “standart oluşturma” ve “onay süreci” diye özetleyeceğimiz dört yöntemle sağladı. Açalım:
1.. Yerli İnovasyon
“Yeni fikirlerin ticari bir yarara dönüştürülme süreci” olan inovasyon, Çin devleti tarafından 2009 sonbaharında politik bir hedef olarak belirlendi. Çin “yerli inovasyon” hedefiyle birlikte Çinli şirketlere vergi indirimleri uygulamaya, devlet teşvikleri sunmaya ve kamu ihalelerinde öncelik vermeye başladı. Bölge yönetimleri ve belediyeler, “yerli inovasyon” hedefi gereği, kendilerine bağlı kurumların alabileceği ürünler için listeler oluşturmaya başladılar. Değil yabancı şirket ürünleri, yabancı şirketlerin Çin’de ürettiği ürünler bile bu listelerde yer bulmakta zorlanıyorlar. Örneğin Şanghay’ın yayınladığı 500’lük listede sadece 2 yabancı şirketin ürettiği ürün yer bulabildi! (Businessweek, 28 Mart 2010)
Bu tür liste belirlemenin teknik olarak Dünya Ticaret Örgütü DTÖ kurallarının ihlali anlamı taşımadığının altını çiziyor Businessweek dergisi. Çünkü Çin, kamu tedarik politikalarıyla ilgili bir anlaşma imzalamadı henüz. Pekin’in bu anlaşmayı imzalayacağını söylemesi de yabancı şirketleri rahatlatmıyor çünkü Çin yönetimi, 15 yıllık geçiş dönemini anlaşmanın önkoşulu olarak dayatıyor. Üstelik kamu işletmeleri dışında hastanelerin, okulların da kamu tedarik listesine dahil edilmesi, yabancı şirketlere iyice kapıları kapatmış olacak.
ABD şirketlerinin Çin’in “yerli inovasyon” hedefinden duyduğu rahatsızlığın boyutu o kadar büyük ki, aralarında Microsoft, Boeing, Motorola, Caterpillar gibi en büyük şirketlerin yer aldığı yüzlerce çokuluslu şirket 26 Ocak 2010’da Beyaz Saray’a bir mektup yazdı. “Çin, yerel şirketlerinin ABD şirketleri karşısında güçlenmeleri için geniş kapsamlı politikalar geliştiriyor” saptamasıyla başlayan mektup şu temenni ile bitiyordu: “ABD Yönetimi’nin Çin’in ABD’li şirketler için büyük tehlike oluşturan politikalarına acilen eğilmesini istiyoruz”. (Businessweek, 28 Mart 2010)
2.. Patent Kanunu
ABD’li şirketleri iş yapamaz duruma getiren bir diğer yeni gelişme de Çin’in Ekim 2009’da çıkardığı yeni bir patent kanunu oldu. Yeni kanun, kamu tedarikinden yararlanmak isteyen şirketleri, yurtdışından önce Çin’de patent ya da ticari marka başvurusu yapmaya zorluyor. Pratik olarak bu durum, Çin dışında geliştirilen bir ürünün Çin’de satışını imkânsız kılıyor. Ya da ürünü dışarıda geliştiren yabancı şirketin Çin’de satış yapabilmek için patenti serbest bırakmasını, dolayısıyla da Çin Devleti ile ticari sırlarını paylaşmasını zorunlu kılıyor.
Bir şikâyetin altına üstelik tek başına asla imza atamayacağını söyleyen bir ABD şirketinin yetkilisi, çaresizliklerini şu sözlerle aktarıyor Businessweek Dergisi’ne: “Çinliler kalkan tırnağı koparmak konusunda çok başarılılar”!
3.. Standartlaştırma
ABD’li şirketlerin yakındığı üçüncü gelişme ise Çin’in standartlaştırma yani kural koyma atağı. Businessweek dergisi, Çin’in her yıl cep telefonundan otomotive bütün sektörlerde 10 bini aşkın yeni standart geliştirdiğini belirtiyor. Çin’deki Avrupa Komisyonu delegasyonunun standartlardan sorumlu yetkilisi Klaus Ziegler, “dünyanın geri kalanında bu kadar standart geliştirilmiyor” diye şikâyette bulunuyor. (Businessweek, 28 Mart 2010)
Standartlar, batılı şirketleri öyle zor duruma sokmuş ki, şimdiden pazardan çekilen pek çok şirket olduğu belirtiliyor. Ya çekilmeyenler? Örneğin Alman Continental şirketi yeni çıkan bir standart gereği Çin’de sattığı tüm araba lastiklerini Çinçe yazı karakteriyle damgalamakla meşgul!
4.. Onay Süreci
Batılı şirketlerin yakındığı dördüncü konu da “onay süreci”. Örneğin bir sigorta şirketi, Çin’de tek seferde yalnızca bir şube açabiliyor artık. Ve onay için en az 18 ay bekliyor! Bu süre, yerel sigorta şirketlerini batılı çokuluslu şirketler karşısında koruyor ve güçlendiriyor.
Çin ASEAN ülkeleri ile serbest ticarete başladı
ABD’yi ve şirketlerini yalnızca yukarıda özetlediğimiz dört yeni durum endişelendirmiyor elbette. Bir diğer endişe kaynağı da Çin’in pasifikteki ekonomi yığınağı!
Çin ile Güney Doğu Asya Ülkeleri Birliği ASEAN ülkeleri arasında serbest ticaret 1 Ocak 2010 itibariyle başladı. Yapılan anlaşmaya göre bu ülkeler arasında ithal edilecek malların yüzde 90’nına ithalat vergisi uygulanmayacak. Böylece ticaretin maliyeti düşecek ve hacmi büyüyecek. 2 milyar insanın yaşadığı ülkelerin bu anlaşması, bölgenin dünyanın en büyük serbest ticaret bölgesi olmasının ötesinde, siyasi anlamlar da taşıyor.
Japonya ABD’den kopup, Çin’e yaklaşıyor
Çin Güney Doğu Asya Ülkeleri Birliği ASEAN ile serbest ticarete başlarken, Doğu Asya ülkesi Japonya ile de hızla yakınlaşıyor. Japonya’nın ekonomik pozisyonu itibariyle ABD’den uzaklaşıp Çin’e yakınlaşması ise ABD-Çin 1. Ticaret Savaşı’nın çok önemli bir mevzisini oluşturuyor.
Bu tarihi gelişmenin sıçrama noktası 30 Ağustos 2009 seçimleriydi. Seçimlerde Japonya’yı 54 yıldır yöneten Liberal Demokratlar ve dolayısıyla ABD destekçiliği yenildi. İktidara Hatoyama liderliğindeki Demokratlar yani Asyacılar geldi. Öyle ki seçimleri kapaktan değerlendiren 5 Eylül 2009 tarihli İngiliz Economist Dergisi, “Japonya’da seçmenler bir partiyi değil, bütün bir sistemi yıktı” yorumunda bulundu!
Yeni yönetimin göreve geldiği daha ilk aylarda ABD’nin Okinawa Adası’ndaki kritik önem taşıyan askeri üssünü kaldırmak istemesi, değişimin ilk sinyaliydi. Aslında Japonya Başbakanı Yukio Hatoyama seçimlerden bir hafta önce New York Times’ta yayımlanan makalesinde işlerin hiç de eskisi gibi olmayacağını zaten ifade ediyordu. Hatoyama ABD kapitalizminin başarısızlığını eleştirdiği makalesinde, ABD’nin tersine çevrilemez bir gerileme içinde olduğunu vurguluyordu. Dikkat çeken bir başka konu da Hatoyama’nın AB’nin ilk dönemlerini model alan yeni bir Doğu Asya topluluğundan bahsedip, Çin’i anıp ABD’yi dışarıda bırakmasıydı! Nitekim sonrasında Japonya Dışişleri Bakanı Katsuya Okada, “yeni bir Asya çağının yaşanacağını” müjdelemişti.
“ABD Çin’i durduramazsa, dünya liderliğini kaybedecek”
ABD Başkanı Obama 2009 Kasım’ında Pekin’i ziyareti sırasında her ne kadar “iki ülkenin hasım olduğu anlayışı kader değildir” dese de, Çin-ABD 1. Ticaret Savaşı, siyasi bir savaş olarak da yorumlanıyor. “ABD ile ilişkilerimizdeki zorlukların sorumluluğu bize ait değil” diyen Çin Dışişleri Bakanı Yang Cieçi ise açıkça düşmanlığın adresini işaret ediyor! (AA 7 Mart 2010)
Kaldı ki ABD’nin tüm resmi ve gayri-resmi düşünce kuruluşları uzun zamandır Çin’e odaklanmış durumda. Hemen her raporun özeti şu şekilde: “ABD, 2025’e kadar Çin’i durduramazsa, dünya liderliğini kaybedecek!”
Şimdi ABD’nin saldırılarına karşı Çin’in ekonomik, siyasi ve askeri alanlardaki yanıtlarına bakalım.
1.. Ekonomi
Yukarıda ayrıntılarını özetlediğimiz dört gelişme, Çin’in ekonomi kalesinin surlarını oluşturuyor. Kalenin girişinde ise Yuan-Dolar paritesi var.
Çin küresel krizle birlikte Yuan’ı Dolar’a sabitleyerek, ABD ekonomisine önemli zararlar verdi. Washington yıl boyunca Pekin’den Yuan’ı serbest bırakmasını istedi. Ancak bu konuda da Washington’un açmazda olduğunu düşünenler var. Örneğin Brookings Enstitüsü’nden Kenneth G. Lieberthal, Yuan’ın serbest bırakılmasının sonuca o kadar da etki etmeyeceğini söylüyor: “Yuan’da yüzde 20 oranında bir değer artışı, Çin’in ihraç ettiği ürünlerde kullandığı petrol ve demir gibi ürünlerde ithalat maliyetini azaltır en fazla. Bu da ABD’ye bağlı ürünlerin nihai maliyetlerinde çok küçük bir artış demektir”.
Çin’in ise henüz netlik kazanmasa da, yeni bir politik hamle olarak Hu Jintao’nun Washington ziyareti öncesinde Yuan’ın Dolar karşısında bir miktar değerlenmesine izin verebileceği konuşuluyor.
Kalenin temelini ise Çin’in üretim esaslı ekonomisi oluşturuyor. Çin küresel krize rağmen 2009’un son çeyreğinde yeniden çift haneli büyümeyi yakaladı ve yıllık büyüme oranını 8.7’ye çıkardı.
2.. Siyaset
Çin bir yandan ABD’yi bazı jeopolitik alanların dışına çıkarmaya çalışıyor bir yandan da ABD’nin boşaltmak zorunda kaldığı bu alanlara yerleşiyor. Pekin yönetiminin son yıllarda Güney Amerika ve Afrika ülkeleri ile imzaladığı anlaşmaların sayısına ve hacmine bakılırsa, alan savunmasının ne anlama geldiği anlaşılacaktır.
Keza Çin, Irak’a yoğunlaşan ABD’nin boşalttığı Ortadoğu alanlarına da konumlanıyor.
Çin-Rusya ilişkileri tarihinin en parlak dönemini yaşıyor. Geçen yıl imzalanan stratejik ortaklık aynı zamanda BM Güvenlik Konseyi üyesi olan iki ülkeyi bir blok şeklinde ABD’nin karşısına dikiyor. Öte yandan 2011’de faaliyete geçecek Çin -Rusya petrol boru hattı, Washington’un Orta Asya politikalarına önemli darbe oluşturuyor.
Çin diğer yandan İran gibi ABD ile doğrudan karşı karşıya geldiği sorunlarda da Washington’a meydan okuyor. Çin’in Tahran politikasının temelini, ABD’yi “oyalayarak bıktırmak” oluşturuyor. Uzun süredir Washington’un İran’a yaptırım politikasının önünde duran Pekin, ABD’yi tam bir sinir harbinin içine çekti. Öyle ki, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Financial Times Gazetesi’ne göre, Çin’e enerji ve ticaret ortağı arıyor! Financial Times, sırf Çin İran’a yaptırımlara evet desin diye ABD’nin Suudi Arabistan’ı Pekin yönetimine sunduğunu da yazdı. (Financial Times, 15 Şubat 2010)
ABD’yi iyice açmazlara sokan ve hatta kendi adına ticari ortak aratır duruma sokan Pekin yönetimi yeni ve ilginç bir hamle yaparak 31 Mart günü BM’nin İran’a yaptırımları içeren taslağını kabul etti. Ancak Çin’in diplomasi ustalığını bilen uluslararası kaynaklar, hamlenin sonrasını okumaya çalışıyorlar.
Reuters’te yayınlanan bir analizde dikkat çeken bir saptama var. Her ne kadar Çin, İran’ı hedef alan taslağı kabul etse de, Pekin yönetiminin müzakereleri uzatıp İran’la kurduğu enerji ilişkilerini ve ekonomik ilişkileri tehdit edebilecek bir kararı engellemek için nüfuzunu kullanacağı belirtiliyor. (Reuters, 1 Nisan 2010)
Kaldı ki Reuters, üzerinde anlaşılan taslağın, yurtdışında daha fazla İran bankası açılmasına kısıtlama getirilmesini teklif etse de, İran’ın petrol ve doğalgaz sanayisine yaptırım uygulamasını öngörmediğine dikkat çekiyor!
Diğer yandan bugüne kadar İran’a yaptırım kararlarının da ciddi bir sonuç vermemesi Pekin açısından önem kazanıyor. Çin, BM Güvenlik Konseyi’nin Temmuz 2006’daki İran’a yaptırım içeren 1696 sayılı kararına da, Aralık 2006’daki İran’ın nükleer ithalatına ve ihracatına yaptırım uygulanmasını dayatan 1737 sayılı kararına da onay vermişti! Hatta Pekin 2007 yılında İran’ın silah ihracatına yasak getiren yaptırımları ve İran’ı uranyum zenginleştirme faaliyetlerini durdurmadığı için eleştiren yaptırımı da desteklemişti.
Ancak bu durum İran’ı hedefinden alıkoymadığı gibi, Pekin-Tahran çok boyutlu ilişkilerinin büyümesine de engel olmadı!
3.. Askeri
Çin’in Rusya ile stratejik ortaklık kurması, geçen yıl tarihte ilk defa Rusya’yla ortak askeri tatbikat yapması, Şanghay İşbirliği Örgütü’nü kurması ve büyütmesi askeri kalesinin surlarını oluşturuyor.
ABD-Çin savaşının çok önemli bir cephesi haline gelen Afganistan’daki kötü gidişat, Washington ve NATO’nun günden güne kaygılanmasına neden oluyor. Ancak burada da Pekin’in politikası ABD’yi tam bir sarmala sokmuş durumda. ABD’nin Afganistan’da başarısı da başarısızlığı da Çin’e yarıyor.
New York Times yazarı Robert D. Kaplan bu gerçeği “Pekin’in Afgan kumarı” başlıklı makalesinde şöyle dile getiriyor: “Bölgeye kan ve para dökenler Amerikalılar ama işin kaymağını Çinliler yiyor. Amerikalılar askeri ve diplomatik çabalarını ülkeden bir an önce çıkmaya odaklandırırken Çinliler burada kalıp çıkar sağlamak istiyor”. ABD’nin El Kaide karşısında kazanacağı bir zaferin Pekin’in çıkarına olacağını belirten Kaplan, ABD ordusunun içinde bulunduğu durumu Roma İmparatorluğu ya da 19. yy İngiltere’sinin durumuyla karşılaştırıyor: “ABD dünyanın uzak bir yerinde intikam almak, isyanları bastırmak ve medeniyeti tesis etmek için uğraşıyor. O esnada diğer büyük güçler de kenarda bekleyip ABD’nin sunduğu kamu yararından bedavaya faydalanmak istiyor” (Robert D. Kaplan, The New York Times, 7 Ekim 2009). Son olarak, unutulmuş bir haber hatırlatalım. ABD’nin 2002 Afganistan müdahalesi haberini veren ajanslar, yanı sıra küçük bir haber daha geçiyorlardı: Üst düzey bir Çin heyeti, Afganistan’daki madenlerle ilgili kapsamlı görüşmeler yapmak için, ABD müdahalesinden hemen önce Kabil’deydiler.
NATO ve Afganistan demişken… Pekin Yönetimi, Moskova’nın NATO politikasını taklit etmeye başladı. Hatırlanacağı gibi Putin, Rusya-NATO Konseyi’ni oluşturarak hem NATO’ya kama gibi girmiş hem de NATO’nun işlevini zayıflatmıştı. Şimdi aynı politikayı Pekin izliyor. Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ma Caoşü, 9 Şubat 2010’da yaptığı açıklamada, son dönemde NATO ile bazı temasları olduğunu hatırlatarak, ittifakla güvenlik, eşitlik ve karşılıklı yarara dayalı yeni güvenlik anlayışı temelinde eşit görüşmelere devam etmek istediklerini söyledi.
NATO’nun son yıllarda dönüşüm sürecine girdiğine ve yeni stratejik anlayışına uyum sağlamaya çalıştığına işaret eden Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ma, “NATO’nun dönüşüm ve düzenlemelerinin bölgenin ve dünyanın barışına ve istikrarına hizmet etmesini umuyoruz” diye konuştu. (AA 9 Şubat 2010)
Sonuç yerine: Obama’ya parmak sallayan Çinli yetkili
Peki Çin’i böylesi atağa iten, ABD’yle açıktan bir ticaret savaşı yapmaya götüren neydi?
Çin 30 yıl boyunca dünyanın atölyesi görevini gördü. Çinli üreticiler bugüne kadar ürettikleri Nike ayakkabının ya da Apple iPhone’un gerçek değerinin çok küçük bir parçasını alabiliyorlardı. Artık Çin tedarik zinciri oluşturmak ve marka şampiyonları yaratmak istiyor. Bilişim sektöründe öne çıkan Lenovo, otomotiv sektöründe öne çıkan Chery gibi örnekleri artırmak ve dünya pazarlarına marka satmak peşindeler.
Son 10 yılda inanılmaz büyüme rakamları yakalayan ve her yıl ihracat şampiyonu olan Çin’in ihracat ve sermaye fazlası, artık kendi yerel devlerini yaratmak isteyen Pekin yönetiminin, batılı şirketlere koşulsuz imkânlar sağlama polıtikasına son verdi. (Fareed Zakaria, Newsweek, 18 Ocak 2010)
Newsweek’e göre, son 30 yıl boyunca sermaye kaynağı, pazar, teknoloji ihracatçısı, hatta siyasi müttefik olarak ABD’ye ihtiyaç duyan Çin’in artık Washington’a ihtiyacı kalmadı! Öyle ki son Kopenhag İklim Zirvesi’nde, Çin Başbakanı Wen Jiabao’nun heyetindeki bir yetkilinin ABD Başkanı Obama’ya bağırarak parmak sallaması siyasi çevrelerce Pekin’in Washington’a meydan okuması olarak yorumlandı.
1 Kasım 2009 tarihli Economist dergisi, ABD-Çin ilişkilerine ayırdığı özel dosyasında şu gerçeğe dikkat çekmişti: “İki ülke arasındaki ilişki yeni bir soğuk savaş yaratıyor”.
Üstelik bu soğuk savaşın şimdiki periyodunda ABD’nin eli kolu bağlı durumda. Los Angeles Times Gazetesi’nden Nina Hachigian “ABD’nin yapacak bir şeyi yok” saptamasında bulunduğu makalesinde çaresizliğin altını çizdi. ABD’nin Çin’i hayırseverlik yapmaya zorlayacak gücü olmadığını ancak oynanacak bazı kartlarının olduğunu belirten Hachigian, “Obama yönetiminin Çin’in tavrını değiştirmek için yapabileceği en etkili şey Pekin’in bahane olarak ortaya sürdüğü engelleri ortadan kaldırmaktır” dedi. (Nina Hachigian, Los Angeler Times, 30 Eylül 2009)
Sonuç olarak ABD’nin tek kutuplu dünyası sadece 20 yıl dayanabildi!
Birinci Ticaret Savaşı’nın Pekin lehine ilerliyor olması ABD’yi diğer alanlarda da bir adım geri atmaya veya daha da saldırganlaşmaya itecek.

Mehmet Ali Güller
4 Nisan 2010