29 Eylül 2010 Çarşamba

İLERİ DEMOKRASİNİN İLK KURBANI HANEFİ AVCI OLDU

Bahçeli’nin bir telefon üzerine çadırdan çıkıp, erken seçim tarihini ilan ettiği 7 Temmuz 2002 gününden, 3 Kasım 2002 seçim gününe kadar Erdoğan’ın ne kadar değiştiğini yazıp çizdiniz: Yasaklı Erdoğan’ın partisi seçimi kazandı!
AKP hükümeti kurdu, “Erdoğan ne kadar da değişmiş” demeyi sürdürdünüz: Baykal destek verdi, Siirt seçimleri yenilemesi derken, Erdoğan 2003’te önce milletvekili, ardından da Başbakan oldu!
2005’ten itibaren yavaş yavaş uyanır gibi oldunuz. Zaten Erdoğan’ın da artık övgülerinize ihtiyacı kalmamıştı. Çıkıp, “ben asla değişmedim” diyordu. Çünkü Erdoğan, artık devlete yerleşmişti!
2005-2007, halkın Erdoğan’ın uygulamalarına tepki dönemiydi. Cumhuriyet mitinglerinde buluşan milyonlar, “Atatürk, Laiklik, Vatan” kavramlarında birleşiyordu. ABD’nin ve Erdoğan’ın yanıtı sert oldu. Ergenekon’un ilk dalgası geldi. Sustunuz!
Sonra 22 Temmuz 2007 seçimi oldu. Sandığı kuran kazanıyordu. Erdoğan balkona çıktı, konuştu… Alkışladınız. “İşte demokrasi” dediniz. “Erdoğan değişti” dediniz. Erdoğan’ı Başbakan yapan Baykal’a kızan Bahçeli, bir omuz vererek Gül’ü Cumhurbaşkanı yaptı! Alkışladınız. “İşte demokrasi” dediniz.
Ergenekon dalgaları peşi sıra geldi. Utananlarınız susmayı sürdürdü. Kurnazlarınız, “hukuka güvenmek lazım” dedi. Yüzsüzleriniz alkışladı, “işte demokrasi”, “darbeden hesap soruluyor” dedi.
2008’den itibaren o susmayı sürdüren utananlarınızın vicdanı ağır bastı, yavaş yavaş ses çıkarmaya başladınız. 2010’a kadar sesiniz yükselmeye, AKP’ye açıktan eleştiriler yazmaya, söylemeye başladınız. Bir zamanlar ittifak içinde olduğunuz “kurnazlar” ve “yüzsüzler” size kızdı. Ama siz vicdanınız adına yapılan yanlışlığa karşı çıkmayı sürdürdünüz, alkışlandınız…
Sonra 2010’da Erdoğan bir sandık daha kurdu. Sandığı kuran nasılsa kazanıyordu… Üstelik sandık kurulurken Erdoğan bağırıp çağırıyordu: “Taraf olmayan bertaraf olur” diyordu, “Hayır diyenlerin darbeci olduğunu” ilan ediyordu. Sandıktan yine Erdoğan çıktı, Erdoğan balkon yerine bir kürsüye çıktı. Daha iki gün önce darbeci dediği vatandaşların da “Türkiye sevdası için hayır” dediğini söyledi ve siz yine eridiniz. Erdoğan, yandan Burhan Kuzu’ya emir verip, yeni Anayasa için çalışmaya başla diyerek gerçek yüzünü sergilese de, siz duymuyordunuz, sağır olmuştunuz. Siz “ileri demokrasi”ye geçtik diyen Erdoğan’ın sadece bazı cümlelerini duyuyordunuz. Vücudunuzun, sadece Erdoğan’ın izin verdiği organları çalışıyordu artık! Elleriniz en başta. Çılgınca alkışladınız, “ileri demokrasi”yi…
İleri demokrasi… İşte yeni bir dönem daha başlamıştı. Elbirliğiyle alkışladığınız, “Erdoğan bu kez kesin değişti” dediğiniz, “ileri demokrasi” dönemi memlekete huzur getirecekti…
16 gün geçti; memlekete ileri demokrasi geldi. Demokrasi gereği ilk Hanefi Avcı tutuklandı!

Mehmet Ali Güller
29 Eylül 2010

25 Eylül 2010 Cumartesi

KILIÇDAROĞLU TAYYİP ERDOĞAN'IN KULVARINDA

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Tayyip Erdoğan’ın mevzilendiği siyasal-ideolojik zemine konuşlanmayı hedefleyen açıklamalarını sürdürüyor.
12 Eylül halkoylamasının hemen ardında AB’ye çıkartma yapan Kılıçdaroğlu, Erdoğan’la yarışı, Erdoğan’ın kulvarında yapmayı kabul etmiş görünüyor!
Gürsel Tekin ile başlayan “Çarşaf Açılımı”, halkoylaması mitinglerinde “türbanı biz çözeriz” iddiasına dönüşmüş, “cemaatlere saygılıyım” teslimiyetiyle devam etmiş ve “Laiklik tehlikededir diyemem” ile de zirve yapmıştı.
KILIÇDAROĞLU, AKP ÖNÜNDEKİ CHP ENGELİNİ KALDIRIYOR
Kılıçdaroğlu’nun son bombası ise AKP’yi çok rahatlattı. CHP Genel Başkanı, AKP’ye “Genel seçimi beklemeden, Anayasa’yı hemen değiştirme” teklifi yaptı.
Kılıçdaroğlu, Hürriyet Gazetesi’nden Fatih Çekirge’ye şunları söyledi: “Biz Türkiye’de demokrasinin önünü açan bir partiyiz, yani AKP bir şeyler yapacak CHP de buna karşı çıkacak, böyle bir şey yok artık. CHP Türkiye’nin ve demokrasinin önünü kapatmaz tam tersine önünü açar, yardımcı olur, yol gösterir. Biz yeni anayasa için seçimi beklemeden çalışmaya hazırız”. (Hürriyet Gazetesi, 25 Eylül 2010)
AKP’nin önceki değişiklik paketini “demokratik” olmayan yöntemlerle yürüttüğünü, adeta sayısal çoğunluğu üzerinden siyasi partilere ve topluma dayattığını unutan Kılıçdaroğlu, “yeni anayasa” çalışmasında CHP’ye de yer verileceğini düşünüyor olmalı..! Oysa AKP “federatif anayasa” konusunda zaten BDP ile uzlaştı; Erdoğan ve kurmayları, CHP engelinin de kalkmasıyla, derin bir nefes aldı.
KILIÇDAROĞLU, CHP’NİN OLUMLU MİRASINI REDDEDİYOR
Kılıçdaroğlu’nun muhalefet yapmayı Erdoğan’ın istediği kulvarda yapma hamlesi, aynı zamanda Baykal dönemi CHP’nin ağır bir eleştirisine de dönüşüyor.
AKP’nin “Kürt Açılımı”na engel olmakla suçladığı CHP’nin yerini, Kılıçdaroğlu ile “genel af” diyen CHP aldı.
AKP’nin “Türban”ın önünde engel gördüğü CHP’nin yerini, Kılıçdaroğlu ile “türbanı biz çözeriz” iddiasındaki yeni CHP aldı.
AKP’nin dincileşmenin önünde engel gördüğü CHP’nin yerini, Kılıçdaroğlu ile “cemaatlere saygılı, laikliğin tehlikede olmadığını” düşünen, yeni bir CHP aldı.
AKP’nin “yaptığımız her kanunu Anayasa Mahkemesi’ne götürüyorlar, demokrasinin önünde engeller” diye suçladığı CHP’nin yerini, Kılıçdaroğlu ile “AKP bir şeyler yapacak CHP de buna karşı çıkacak, böyle bir şey yok artık. CHP Türkiye’nin ve demokrasinin önünü kapatmaz tam tersine önünü açar, yardımcı olur, yol gösterir” diyen yeni CHP aldı.
CHP’NİN SORUNU DEVRİMCİLİKTEN VAZGEÇMESİ
Baykal’ın CHP’si seçim yasaklısı Erdoğan’ı Başbakan yapmıştı, Kılıçdaroğlu’nun CHP’si de Erdoğan’ı Başkan yapacak!
Sorun isimlerde değil aslında, sorun CHP’nin Atatürk devrimciliğini terk etmiş olmasında!
61 Anayasası’ndan Atatürk’ün “Altı Ok”u çıkarılıp, yerine emperyalizmin sol kolu işlevini gören Batı Avrupa Sosyal Demokrasisi’nin “sosyal devlet” ilkesi konulduğundan beri, CHP adım adım devrimcilik mevzilerinden çıkıp, rakip mevzilere yerleşiyor!
Haliyle, rakibin mevzisinde hem rakibe benziyor, hem de aslında rakibin sahtesi olduğu için, rakibe sürekli yeniliyor!

Mehmet Ali Güller
25 Eylül 2010

23 Eylül 2010 Perşembe

KILIÇDAROĞLU TAYYİPLEŞMEYE DEVAM EDİYOR

“Kılıçdaroğlu Tayyipleşiyor” başlıklı yazımıza, bazı CHP’li dostlarımızdan tepki geldi. Tepkilerin ortak noktası, “Erdoğan’a alternatif olarak beliren Kılıçdaroğlu’na saldırmak siyasi bir yanlıştır” şeklinde…
CHP’li dostlarımıza söylediğimizi sizlerle de paylaşalım:
Birincisi; Kılıçdaroğlu’na saldırmadık, demokratik hakkımızı kullanarak, eleştirdik. İkincisi; Kılıçdaroğlu’nu eleştirmek demek, köprüleri atmak demek değildir. Kılıçdaroğlu’nun politikalarını doğu bulursak över, yanlış bulursak yereriz.
KILIÇDAROĞLU: LAİKLİK TEHLİKEDEDİR DİYEMEM
Ama gelin görün ki, Kılıçdaroğlu, AB çıkartması boyunca övgüyü değil, yergiyi hak eden “açılımlara” imza attı! Kılıçdaroğlu Almanya durağının son gününde de laiklik açılımı yaptı!
Kılıçdaroğlu Almanya’da, bir gazetecinin sorduğu “laikliğin tehdit altında olduğunu düşünüyor musunuz?” sorusuna şu yanıtı verdi:
“Hayır, bugün için Türkiye’de laiklik tehlikededir diyemem, böyle bir tehlike görmüyoruz”. (İsmail Küçükkaya, Laiklik tehlikededir diyemem, Akşam Gazetesi, 22 Eylül 2010).
Kaldı ki, bir gün önce, “cemaatlere saygılıyım, yeter ki siyasallaşmasınlar” diyen Kılıçdaroğlu, elbette laikliğin tehlikede olmadığını düşünecektir! (İsmail Küçükkaya, Kılıçdaroğlu’ndan cemat açılımı, Akşam Gazetesi, 21 Eylül 2010)
Ayrıca Kılıçdaroğlu’nun bu açıklamasını, halkoylaması mitinglerinde yaptığı “Türbanı biz çözeriz” sözleriyle birleştirerek okumamız gerekiyor.
RECEP BEY’İN LAİKLİK AÇIKLAMALARI
Gelin “Kılıçdaroğlu Tayyipleşiyor” iddiamızın “Recep bey” köşesindeki olgularını anımsayalım önce. Yer yetmezliği nedeniyle sadece bir bölümünü anımsatıyoruz:
“Elhamdülillah şeriatçıyız”. (Milliyet, 21 Kasım 1994)
“Yılbaşına karşıyım”. (Sabah, 19 Aralık 1994)
“İçki yasaklansın”. (Hürriyet, 1 Mayıs 1996)
“Bütün okullar İmam Hatip yapılacak”. (Cumhuriyet, 17 Eylül 1994)
“Sadece imamlar resmi nikâh kıysın”. (Milliyet, 9 Mayıs 1995)
“Ben Millet Meclisi’nin de dua ile açılmasından yanayım”. (Milliyet, 8 Ocak 1996)
“Ben İstanbul’un imamıyım”. (Hürriyet, 8 Ocak 1995)
“Cumhurbaşkanı’nın imam hatipli olacağı günler yakındır”. (5 Şubat 1996)
“Bir tutturmuşlar laiklik elden gidiyor diye, millet isterse tabii ki gidecek be” diyen Erdoğan daha sonra bu vurgusunun kaynağını da ifade ediyordu: “Ben Müslüman’ım diyenin aynı zamanda laikim demesi mümkün değil”.
CHP’li dostlarımızdan “ama bunlar Erdoğan’ın ‘değiştim’ dediği dönemden önceki sözleri” yanıtı gelir diye, sonraki dönemden de birkaç “inci” anımsatalım istedik.
Erdoğan AİHM’in türban kararına da şöyle tepki gösteriyordu: “Sana mı kaldı türban konusunda karar vermek, bu ulemanın işidir. Ulema ne diyorsa o olur”.
Erdoğan, Danıştay’ın türban kararına da şu tepkiyi gösteriyordu: “Efendi sen kim oluyorsun, buna mecelle (şeriat hukuku) karar verir”.
Ve “türban, velev ki siyasal sembol olsun…” şeklindeki meydan okuması…
Yeri gelmişken belirtelim. Doğru, Erdoğan 2002 seçimlerinden sonra “değiştim” demişti; hatta “ben gelişerek değiştim” demiş ve liberallerin gönlünde taht kurmuştu. Ama sonra, yani başbakanlığının dördüncü yılında da “ben hiçbir zaman değişmedim. İslami fikirler değişmez” demişti!
Daha geçenlerde Amerikan Wall Street Journal’a röportaj veren Başbakan Erdoğan, “Bir insanın hem Müslüman hem laik olamayacağı düşüncesinde bir değişiklik olmadığını” ilan ediyordu!
SOSYAL DEMOKRATLARIN ATATÜRK’E LAİKLİK TANIMI KAZIĞI
Şimdi “Kılıçdaroğlu Tayyipleşiyor” saptamamıza kızan CHP’li dostlara soruyoruz. Yukarıda sadece bir bölümünü anımsattığımız sözlerin sahibinin iktidar olduğu bir ülkede, sizce de “Laikliğin tehlikede olmadığını” iddia etmek gerçekçi midir?
Dediğimiz gibi, biz olgularla ilgileniriz!
Ve CHP Genel Başkanlığı koltuğunda oturan bir isimden, o koltuğun ilk sahibi olan Mustafa Kemal’in “laiklik” anlayışını sürdürmesini isteriz. Kılıçdaroğlu, eğer 1950’den beri tahrif edilen ve “laiklik, din ile devlet işlerinin ayrılmasıdır” diyerek özünden koparılan “sosyal demokrat laikliği” savunacak olursa, zaten varacağı yer diğerlerinden farklı olmayacaktır.
Sosyal demokratların sağcılarla en büyük uzlaşması ve Atatürk’e attığı en önemli kazık, “laiklik” tanımında yapılan bu tahrifattır!
Atatürk’ün kendi el yazısıyla “medeni bilgiler” kitabına düştüğü notta belirttiği laiklik “din ile dünya işlerinin” birbirinden ayrılması iken, devrimciliği bırakıp sosyal demokratlığa geçen CHP’de bu tanım, tıpkı DP ve AP’de olduğu gibi “din ile devlet işlerinin ayrılması” haline dönüştürülmüştü!
DÜNYA İŞLERİ BAŞKA, DEVLET İŞLERİ BAŞKA
İmam Hatiplerin açılması, Atatürk’ün yıktığı ortaçağ kurumları olan “cemaatlere” özgürlük tanınması, şeyhlik, müritlik gibi Cumhuriyet yurttaşlığıyla bağdaşmayan ortaçağ ilişkilerine, oy uğruna yeniden dönüş yolu açılması, işte bu tahrif edilen Laiklik anlayışı nedeniyledir.
Dini, dünya işleri yerine, devlet işlerinden ayırdınız mı, geriye “gardırop Atatürkçülüğü” yapan zevatın “batıcı” çizgisi kalır!
Dini, dünya işleri yerine, devlet işlerinden ayırdınız mı, laiklik bir tek Çankaya Köşkü ile Genelkurmay Başkanlığındaki resepsiyonlarda uygulanan, salt bir “türban karşıtlığına” dönüşür! Cemaatler, şeyhler, tekkeler, dergâhlar ve her türden ortaçağ kurumu ve ilişkileri “dünya işleri” içinde yerini alır ve durumunu sağlamlaştırır. Bir de bakarsınız ki, bu ilişkiler toplum içinde öyle başat hale gelmiş ki, cumhuriyet yurttaşlığı ilişkisine yer kalmamış!
Ve bu ortaçağ kurumlarının ve onların koalisyonuyla iktidar olanın, masum görünen her talebi, Cumhuriyeti içten içe bitirir!
Nasıl mı?
HÜKÜMETTEN CEMAATE, CEMAATTEN SOKAĞA
Geçenlerde bir grup değişik cemaatlere mensup olan “işçi”lerle, ekonomik durum üzerine bir sohbet yaptım. İşçilerden biri şöyle dedi: “Aslında işsizlik diye bir sorun yok. Kadınlar çalışıyor diye erkekler iş bulamıyor. Kadınları işten çıkarıp, erkekleri işe alınca sorun çözülür”.
Hükümetten cemaat yönetimine, oradan da müride uzanan sürecin sonucu bu! “Her kadın üç çocuk doğursun” diyen, “ben kadın ve erkeğin eşit olduğuna inanmıyorum” diyen birinin iktidar olduğu bir ülkede, siz kalkıp da işsizliği, kadınları sosyal yaşamdan çekerek çözmeye programlanmış bir ülkede, “laikliğin tehlikede olmadığını” iddia edebilir misiniz?
Laikliği, dünya işlerinden değil de devlet işlerinden ayrı tutarsanız sadece, dersiniz elbette! Çünkü kadının sosyal yaşamdaki yeri, devletin değil dünya işlerinin içindedir!
CHP Genel Başkanlığı, bırakın Anadolu’yu, İstanbul’daki işyerlerinde, iş saatlerinin aşamalı olarak namaz saatlerine göre programlandığını bilmiyor mu örneğin? Kuşkusuz biliyor, ama nasılsa, iş saatleri konusu, devlet işi değil dünya işi içinde yer alıyor!
İşte Kılıçdaroğlu, bu tahrif edilmiş laiklik anlayışına uygun olarak konuşuyor: “Cemaatlere saygılıyım, yeter ki siyasallaşmasınlar”. Yani demeye getiriyor ki Kılıçdaroğlu, “cemaatler dünya işleri içinde olsun ama siyasallaşmayıp, devlet işlerine karışmasınlar”.
Nakşibendî tarikatı müridi Turgut Özal, cemaatlerin siyasallaşmayan modeli midir? İskenderpaşa Dergâhı’nın müridi Recep Tayyip Erdoğan, cemaatlerin siyasallaşmayan modeli midir?
Siyasallaşmayan cemaat olabilir mi? Kılıçdaroğlu, İslam tarihini hiç mi bilmez! Erdoğan’ın “Türban, velev ki siyasal simge olsun…” şeklindeki meydan okumasından da mı hiçbir şey anlamaz?!
Anlar elbette anlar da, devrimci CHP yerine sosyal demokrat CHP’nin içine düştüğü tutumdan kendini kurtaramaz. Sonunun hüsran olduğunu bile bile, 60 yıldır uygulanan yönteme sarılır:
DP-AP imam hatip açarak oy mu kazanıyor, biz daha çok açalım; AP kuran kursu açarak oy mu kazanıyor, biz daha çok açalım; AKP çarşafı ön plana çıkararak oy mu kazanıyor, biz de çarşaf açılımı yapalım; AKP türbanı kaşıyarak oy mu topluyor, biz de türbanı savunalım; AKP cemaatlerden kuvvet mi topluyor; biz de cemaatlere saygılı olalım; AKP Fethullah Gülen’le işbirliği mi yapıyor; biz de Fethullah Gülen’e saygı duyalım…
Bu durumda, Kılıçdaroğlu, Tayyipleşmiyor da ne yapıyor?

Mehmet Ali Güller
23 Eylül 2010

21 Eylül 2010 Salı

KILIÇDAROĞLU TAYYİPLEŞİYOR

Kurmayları ve danışmanları, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na, “politikada başarının sırrı, Tayyipleşmekten geçer” mi diyorlar acaba?
Nereden mi vardık bu saptamaya? Şuradan:
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, halkoylaması sonrası bildiğiniz gibi AB çıkarması yaptı. Kılıçdaroğlu Berlin temasları sırasında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nı AB’ye şikâyet etti: “Söylediklerimizi dinlemediniz, dikkate almadınız; bundan sonra daha dikkatli dinleyeceğinizi umuyoruz. Bakın Türkiye’de bir başbakan soy sop tartışmasına giriyor, siz tepki vermiyorsunuz”. (Hürriyet Gazetesi, 21 Eylül 2010)
Doğrusu, Başbakan Erdoğan Kılıçdaroğlu’na “boy değil soy önemli” dediğinde ve Kılıçdaroğlu da, “Haider örneğinden hareketle bu konuyu Brüksel’de gündeme getireceğini” söylediğinde, “halkoylaması öncesi politik manevralar” diyip pek önemsememiştik! Ama yanılmışız; biz Erdoğan’ın sözlerini, hemen ertesi günkü yazımızda, “boy değil soy demek, liberal faşizmdir” diye milletimize şikâyet ederken, meğer Kılıçdaroğlu şikâyet adresi olarak Brüksel’i belirliyormuş!
Milletçe bir AKP uygulaması olarak sıkça karşılaştığımız bu dışarıya şikâyet konusunu, Mustafa Kemal Atatürk’ün koltuğunda oturan birine asla yakıştıramadık. Kılıçdaroğlu, yurtdışında muhataplarına askerleri, yargı mensuplarını, dışişleri personelini şikâyet eden Erdoğan’la, kendisini aynı kefeye koydu.
Yani Kılıçdaroğlu, “Recep Efendi” diye diye Tayyipleşti!
MHP DEĞİL ‘GENEL AF’ KAYBETTİRDİ
Aslında çok da şaşırmadık. Çünkü Kılıçdaroğlu’nun bu ilk Tayyipleşmesi değil. Halkoylaması öncesi girmek istemediğimiz için bu konulara, hep üzerinden atladık. Ama artık sırası geldi.
Kılıçdaroğlu, 70 il ve 180 ilçede miting yaparak “çalışkanlık” konusunda büyük bir başarıya imza attı. Peki, halkoylaması sonrası akıllarda bu mitinglere dair neler kaldı? Listeleyeceğiz ama şimdi bazı kurmayları çıkıp, “listede olmayanlar da vardı ama medya vermedi, biz ne yapalım” mazeretine lütfen sığınmasın.
Kılıçdaroğlu’nun akıllarda en çok iz bıraktıran konuları şunlardı: “havuzlu villa” tartışması, “yolsuzluk ve yoksulluk”, “türbanı biz çözeriz” iddiası, “TSK iç hizmet kanununda değişiklik” önerisi, “siperde sen çömeldin, ben çömelmedim” polemiği, Erdoğan “Dersim’i CHP bombaladı” diyerek isim vermeden Atatürk’e saldırdığında “ama ben o zaman daha doğmamıştım” savunması ve ille de “Genel Af” çağrısı…
Sonra 13 Eylül sabahı uyanıp, “biz değil, MHP kaybetti” diyerek topu taca atmalar. Erzurum, Elazığ, Erzincan, Sivas, Yozgat, Çorum, Osmaniye gibi MHP ağırlıklı illerde çıkan “evet” tablosunun müsebbibi MHP midir yoksa bu illerdeki vatandaşlarımız yukarıda listelediğimiz Kılıçdaroğlu açılımlarından mı ürkmüşlerdir? CHP Genel Merkezi oturup bu soruya yanıt bulsun! “Türk” kelimesini en az kullanan Başbakan olarak tarihe geçen “Kürt Açılımı” sahibi Erdoğan, acaba neden çok bel bağladıkları Diyarbakır mitinginde “Kürt” bile diyemedi! Bu soru da CHP Genel Merkezi’ne pusula olsun.
Ya “çarşaf açılımının” devamı olarak “Türbanı biz çözeriz” sakilliğine ne demeli? Böyle çıkışlarla mı güçlenecek CHP? “Kılıçdaroğlu’nun Tayyipleşmesi” dediğimiz işte tam da bu. Ancak, aslı varken, sahtesini kim ne yapsın? AKP dururken, mütedeyyin vatandaşlarımız CHP’ye niye koşsun?
Ya o “Genel Af” çağrısına ne demeli? Sanırsın, “iki yıldır” uygulanan açılımın esas sahibi Kılıçdaroğlu’ymuş. Açılımın ayrışmaya dönüştüğü ve bölünmeye karşı duruşun “AKP Anayasası’na hayır”da birleştiği bir durumda, MHP tabanını kaçırtmak ancak “genel af” gibi bir açıklamayla mümkün olurdu; CHP onu da yaptı.
Hâlbuki denklem ortadaydı: Yüzde 84’ü ABD karşıtı olan bir ülkede, Erdoğan’ın BOP eşbaşkanlığına her gün vurmaktan daha anlamlı halkoylaması faaliyeti ne olabilirdi? Erdoğan, Amerikancılığının çektiği tepkileri saklamak için şehit cenazelerine bile vatandaşı sokturmazken, CHP elindeki böyle bir kozu kullanmadı!
Oysa Kılıçdaroğlu seçildiği kongre konuşmasıyla iyi bir rüzgâr yakalamış ve AKP’ye karşı olan tüm güçleri bir cephede buluşturacak izlenimi doğurmuştu. Gerçi daha kadrosunu oluştururken, bunun gerçek olmayacağı, Kılıçdaroğlu’nun daha ilk virajda savrulacağı belliydi. Ama dedik ya, rüzgar işte…
KILIÇDAROĞLU, CHP’NİN TEPESİNE DERVİŞ’İ OTURTTU
Kılıçdaroğlu, CHP’nin üst yönetimine kimleri getirmedi ki?
Örneğin Faik Öztrak: Kemal Derviş’in Hazine Müsteşarı olan Öztrak, CHP’ye Genel Sayman oldu! Serbest Piyasacılığı dışında en önemli özelliği sıkı bir AB savunucusu olması. İşte bu özellikleri onu 2008 Bilderberg katılımcısı yaptı.
Umut Oran: Kılıçdaroğlu Oran’ı “iş ve çalışma hayatından” sorumlu CHP Genel Başkan Yardımcısı yaptı. Demek artık bu görev CHP’de, işveren olmaktan geçiyor!
Hurşit Güneş: Türkiye’de serbest piyasacılığın teorisyenlerinden. Güneş, Kemal Derviş’in Asaf Savaş Akat, Deniz Gökçe, Taner Berksoy’la birlikte “düşünsel takım”ında yer almaktadır. Kılıçdaroğlu Güneş’i Parti Meclisi üyesi yaptı.
Uzatmayalım. Kılıçdaroğlu Kemal Derviş’i aslında CHP’nin tepesine oturttu! Ekibi, Kılıçdaroğlu’nun yöneliminin de aynasıydı. Ve o ayna daha ilk yarışta kırıldı!
ASIL SOYCU AB DEĞİL Mİ?
Gelelim Kılıçdaroğlu’nun “boy değil soy önemli” diyen Erdoğan’ı AB’ye şikâyet etmesine. Kılıçdaroğlu Türkiye’de soyun asıl meraklısının ABD ile birlikte AB olduğunu bilmiyor mu? 1999’dan beri Türkiye’de soyculuk yapan ve yaptırtan kim? Her türden alt kimliğin ön plana çıkarılmasını, Ankara’ya ev ödevi veren kim? İmzalattığı müzakere çerçeve belgesi ile soya bağlı olarak, Türkiye’nin sınırlarının değişmesi gerektiğini resmi belgeye geçiren kim? Ankara’daki soy’a uğramadan, Diyarbakır’daki soy’a koşarak resmi temaslara giden kim? Soy için Türkiye’ye satacağı Leopard tankı bile vermeyen kim?
Kılıçdaroğlu hiç mi bilmez bunları?
Bilir ama dedik ya başarının sırrını “Tayyipleşmekte” görüyor. Türkiye’nin ekseni kayıyor diye AKP’yi şikayet ederek CHP’yi iktidar yapacağını sanan Kılıçdaroğlu, bakalım kendisine bel bağlayan kesimleri birer birer nasıl uzaklaştıracak cepheden..?!
AB sosyal demokrasisini, Erdoğan’ın Ortadoğuculuğuna panzehir sanan Kılıçdaroğlu, CHP’yi bitirecek! Çünkü “Erdoğan’ın Ortadoğuculuğu” dediği aslında kendisinin de iktidar olabilmek için bel bağladığı batıcılıktan, ABD ve AB’cilikten başka bir şey değil!

Mehmet Ali Güller
21 Eylül 2010

20 Eylül 2010 Pazartesi

ÖCALAN'IN PANZEHİRİ BARZANİ Mİ?

Hakkari’de bir minibüse düzenlenen ve 9 vatandaşımızın yaşamını yitirdiği alçakça saldırı, bir yönüyle “kukla devlet” merkezli saflaşmayı da turnusol kağıdı gibi sergileyiverdi: ABD, AKP, Barzani (Kukla Devlet), BDP ve PKK bir yanda; Türkiye, İran ve Suriye diğer yanda…
Bu saflaşmanın olguları ise saldırıyla ilgili yapılan açıklamalar. Bakın kim, kimleri saldırıdan sorumlu tutuyor?
Öcalan’a göre saldırıyı yapan ya İran ya da “derin PKK”. AKP’nin kontrolündeki Anadolu Ajansı da, saldırının, PKK’nın içindeki Suriyeli kanadın lideri Bahoz Erdal kod adlı Ferman Hüseyin’ine bağlı birlikler tarafından gerçekleştirildiğini yazdı. Zaten İçişleri Bakanı Beşir Atalay da, “veriler, PKK’yı gösteriyor” diyerek “gelen bilgiler PKK’yı değil içini gösteriyor” demeye getirdi. Denklemi tamamlayan açıklama da BDP’den geldi: Saldırı Ergenekon’un işi!
Ancak…
Denklemi tamamlayan en önemli olgu, Başbakan Erdoğan’ın başkanlığında toplanan olağanüstü güvenlik zirvesi sonrası yapılan açıklamaydı. Teröre karşı sekiz önlemin alınacağı belirtilen açıklamada, önlemlerden ikisi aynen şöyle: “Kuzey Irak’taki Kürt yerel yönetimiyle, PKK’ya karşı mücadelede işbirliğinin artırılması” ve “açılıma devam edilmesi”.
Yani Erdoğan komutasındaki devletimiz toplanmış ve PKK’ya panzehir olarak KDP’yi, Öcalan’a panzehir olarak da Barzani’yi göstermiş!
Türkiye, bu panzehirci yaklaşımı nedeniyle, Irak’ın kuzeyinde 1992’den beri adım adım inşa edilen kukla devletin bizatihi ABD’den sonra en büyük sorumlusu olmadı mı? Hadi Başbakan Erdoğan BOP eşbaşkanlığı görevi gereği kukla devletin hamisi ama devletin güvenlik zirvesine katılan devletin güvenlik birimleri bu gerçeği bilmiyorlar mı? 36. paralele evet demek, Çekiç Güç’e evsahipliği yapmak, Habur dışında ikinci bir sınır kapısı açmayarak Barzani’ye ekonomi yaratmak, Barzani’ninj peşmergesini eğitmek hatta maaşını vermek, PKK saldırganlığını azalttı mı, Kandil’i boşalttı mı? Yoksa, kukla devlet PKK için güvenli bölgeye mi dönüştü?
Hepsini bir yana bırakın. ABD’nin bölgede ağırlıklı olarak bulunduğu 1991-1999 yılları arasındaki birinci dönemle, 2003-2010 yılları arasındaki ikinci dönemin PKK’yı palazlandırdığını, PKK’nın Türkiye’ye karşı saldırganlığını artırdığını görmüyorlar mı, bilmiyorlar mı? İstatistiklere baksalar görecekler: Ne zaman ABD bölgeye geldi, PKK büyüdü ve saldırganlaştı!
Ya Güneydoğu’nun Barzanileştiğinin farkında değiller mi!? Öcalan posterli nevruz gösterilerinin yerini, Barzani posterli gösterilerin aldığından bihaberler mi!? Fethullah Gülen cemaati ile Barzani aşiretinin, Irak’ın kuzeyi ile Türkiye’nin güneydoğusunda, eğitimden kültüre, sağlıktan ekonomiye kadar ittifak halinde olduğunu görmezler mi!?
Ayrıca toplumda her bireyi, kimlik sorgulatmaya götürdüğü için “ayrışma” yaratan ve de PKK saldırganlığını artıran “açılıma devam etme” kararı, teröre karşı alınabilecek bir önlem midir?
Peki, neden İran ve Suriye hedef gösterildi?
Çünkü İran ve Suriye, aslında en başından beri ABD’nin kukla devleti konusunda doğal ve nesnel müttefikti ama gecikti. Çünkü ABD, Irak’ın kuzeyinde kurduğu kukla devleti ilan ettikten sonra doğuda İran’a, kuzeyde Türkiye’ye ve batıda denizle buluşturana kadar Suriye’ye genişletecekti. Keşke, Tahran’ın bunu anlaması için örneğin PJAK saldırganlığı, Şam’ın anlaması için de TSK’nın iradesi ile örneğin ABD’nin Kamışlı provokasyonları gerekmeseydi?
Ankara, Tahran ve Şam için bu durum 1999’dan sonra oluştu. Adana mutabakatıyla başlayan süreç, önce Ankara-Şam, ardından Ankara-Tahran ve son olarak da Ankara-Tahran-Şam eksenli gelişti.
Ankara ile Tahran, her altı ayda bir yenilenen “güvenlik anlaşması” imzaladılar yıllarca. Tahran PKK’yı, Ankara da “Halkın Mücahitleri”ni düşman ilan etti! Tahran, PKK’nın kendi sınırları içindeki uzantısı PJAK’a karşı amansız mücadele etti. Dahası, Ankara ile Tahran, Irak’ın kuzeyine yönelik ortak operasyon bile düzenledi; Kandil’e birlikte hava harekâtı yaptı!
Şam için dönüm noktası, Türk Ordusu’nun “Öcalan’ı teslim et” iradesi oldu. Bu irade, Şam’ı girmesi gereken denkleme soktu. Ancak Ankara’nın o iradesinin en büyük sorunu ise, milli olarak başlayan sürecin gayrı-milli sürece dönüşmesiydi. “Suriye kontrolündeki Öcalan” yerine, Türkiye açısından daha büyük bir talihsizlik olan “ABD kontrolündeki Öcalan” dönemi başladı. Çünkü Suriye’nin Öcalan’ı sınır dış etme kararıyla birlikte ABD devreye girmiş ve Öcalan’ı CIA-MOSSAD operasyonu ile Türkiye’ye “şartlı” teslim etmişti!
İşte ABD için en büyük sıkıntı bu ittifaktır. Ankara-Tahran-Şam ve hatta Bağdat dörtlüsü, ABD’nin kukla devletinin en büyük düşmanıdır. Kukla devlet, güneyden ve batıdan Arapların, doğudan Farsların ve kuzeyden Türklerin kuşatması altındadır. ABD çekildiği anda kukla devlet, bu üç milletin yaşadığı dört devlet tarafından dağıtılacaktır.
İşte ABD bu amaçla, bölgeden çekilip gitmek zorunda kalmadan, kukla devletini himaye ettirmeye, dahası himaye edecek kuvvete doğru genişletmeye çalışıyor. Yani Türkiye’ye…
Barzani’nin Öcalan’a panzehir gösterilmesine sessiz kalan devletin “merkezi kurumları” işte tam da burada hayati bir yanılgıya düşüyorlar. KDP ile PKK arasındaki çelişmenin, esas olduğu kanaatine varıyorlar. İkisi arasındaki çelişme, ABD’ye uşaklık yarışından başka bir şey değildir! Öcalan ile Barzani arasındaki çelişme, Türkiye’ye doğru genişleyecek Kukla Devlet içinde söz sahibi olma yarışından başka bir şey değildir. Barzani siyasal gücünü, Öcalan ise Türkiye’deki Kürt nüfusun en kalabalık nüfus olmasını avantaj kabul ederek yarışıyorlar. Yarış, elbette kuklacı “bitti” diyene kadar sürecek…
Devletin “merkezi kurumlarının” bir diğer yanılgısı da, Washington’un Pentagon üzerinden ördüğü “Tahran, Ankara’nın çıkarına aykırı olarak, kuzey Irak’ta nüfuzunu genişletiyor” masalıdır! Sanırsın, Irak’ın kuzeyinde ABD değil Papua Yeni Gine ordusu var!
Türk devleti, BOP eşbaşkanlığı katından uygulanan bu politikalarla adım adım karanlığa gidiyor! Öcalan’ın ağzından çıkacak bir “ateşkes uzasın” lafına bel bağlamanın ve acizliğinin sonu, Türkleri en fazla, ABD adına üçüncü bir İsrail devleti olmaya götürür! Kürtleri de bin yıldır birlikte yaşadığı halklarla boğaz boğaza getirir!

Mehmet Ali Güller
20 Eylül 2010

13 Eylül 2010 Pazartesi

YÜZDE 44 MEŞRU MUDUR?

Anayasa değişikliği halkoylaması sonucuna göre yüzde 58 ile kabul edildi. Hukuken çoğunluğun kabul ettiği bir değişiklik, sonuçlar resmi olarak açıklandıktan sonra yürürlüğe girecek.
Peki yüzde 58, reel olarak çoğunluk mu?
Bildiğiniz gibi seçimlere katılım oranı yüzde 77. Yani oylamaya her yüz kişiden sadece 77’si katıldı, 23’ü ise o ya da şu nedenle katılmadı.
Halk oylamasına katılan 77 kişinin yüzde 42’si Anayasa değişikliğini reddetti. Peki 77 kişinin yüzde 42’si kaç kişi eder? Yüzde 33!
Halk oylamasına katılan 77 kişinin yüzde 58’i ise Anayasa değişikliğine onay verdi. Peki 77 kişinin yüzde 58’i kaç kişi eder? Yüzde 44!
Yani Türkiye Cumhuriyet vatandaşlarının seçmen statüsüne sahip olanlarının sadece yüzde 44’ü bu anayasa değişikliğine onay vermiş oldu!
Salt çoğunluğu bile sağlayamayan bu oran, “toplumsal uzlaşma”nın doruğu olan Anayasa için sizce meşru bir oran mıdır?

Mehmet Ali Güller
13 Eylül 2010

EVET ARTI BOYKOT EŞİTTİR ÖZERKLİK

AKP’nin Anayasa değişikliği paketinin yüzde 58 ile kabul edilmesi, Türkiye’nin geleceği açısından yeni bir kırılma noktası yarattı.
Referandumu BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın formüle ettiği “seçim artı boykot eşittir çözüm” formülü kazandı! Demirtaş, Milliyet gazetesine verdiği röportajda şöyle demişti: “Diyarbakır’dan çıkacak olan ağırlıklı boykot ve evettir. Her ikisinin toplamının anlamı ise ‘Kürt sorunun çözümünü istiyoruz’dur. Başka anlam çıkmaz”. (Devrim Sevimay, Boykot referandumun emniyet sübabı, Milliyet Gazetesi, 7 Eylül 2010)
Demirtaş’ın ifade ettiği formülün bileşenlerinin yanına bir de özneleri yazarsak şöyle bir sonuç ortaya çıkıyor: Evet (AKP) artı Boykot (PKK/BDP) eşittir Çözüm (Özerklik, BOP, ABD).
Böylece Kürt Açılımı’nın önü açıldı. Artık AKP ve BDP’nin referandum sürecinde yaptıkları açıklamalarda uzlaşmaya vardıkları görülen Yeni Anayasa sürecine girildi. Ki Başbakan Erdoğan, 12 Eylül akşamı referandum değerlendirme konuşmasında, “Burhan bey, yeni anayasa için hazırlıklara başla” talimatı verdi.
177 maddelik 12 Eylül Anayasası’nın 110 maddesi değişmişken, Burhan Kuzu’nun kalan neleri değiştirmek üzere bir hazırlığa soyunacağı ise yandaş kalemşörlerin ilk değerlendirmelerinde açıkça görülmektedir. Anayasa’nın değiştirilemez ilk üç maddesinin “çağdışı” olduğunu savunan bu zevat, özellikte yurttaşlık tanımını içeren 66. maddenin de değiştirilmesini istemektedirler.
Aslında hedeflenen ve 2011 seçimlerinin hemen sonrasında AKP ve BDP oylarıyla çıkarılması planlanan anayasa, “Kürt Açılımı doğrultusunda demokratik özerkliği içeren Federasyon Anayasası’dır”.
DEVLET OTORİTESİ KULLANILMADI MI?
Öte yandan PKK/BDP’nin çağrısıyla seçmenlerin bir bölümünün sandığa gitmemeyi tercih etmesi ama bir bölümünün de zorunlu olarak gidememesi, bölgede devlet otoritesinin büyük oranda aşındığı anlamına gelmektedir. Ya da boykotun evet oy oranına olumlu etki yapacağı göz önünde bulundurularak, sürece bilinçli olarak sessiz kalınmıştır!
Çünkü, bölgede boykot dışında sandığa atılan oylar yüzde 90 ile 95 arasında evet olmuştur.
ANAYASA’YA GÖRE AKP - AKP’YE GÖRE ANAYASA
Yeni Anayasa’nın bir de AKP açısından meşruiyet sağlama önemi vardır.
Türkiye Cumhuriyeti, “yasama, yürütme ve yargı” ilkelerinin birbirinden ayrıldığı, yani birinin diğerine üstün olmadığı “kuvvetler ayrılığı” prensibinin uygulandığı bir ülkedir. Erkler, yani yasama, yürütme ve yargı, yetkilerini Anayasa’dan alır. Yürütme, iktidar, Anayasa’ya uygun olduğu ölçüde meşrudur. İktidarın hukuken meşru olup olmadığını ise yargı denetler. İşte bu denetleme sonucunda Anayasa Mahkemesi AKP’nin “Cumhuriyet yıkıcısı” olduğuna hükmetti ve (6/5) oranında kapatma istedi. Ancak AB doğrultusunda yapılan değişiklikle karar ancak (7/4) ile alınabiliyordu. Dolayısıyla AKP kapatılamamıştı!
Sonuç olarak AKP artık Anayasa’ya göre meşru olmayan bir partiydi. İşte AKP, “kendisi Anayasa’ya göre meşru değilse, Anayasa’yı kendisine uygun hale getirme” çalışmasını başlatmış ve 12 Eylül etabını da kazanmıştı. AKP “Yeni Anayasa” hazırlayarak da bunu taçlandırmak istemektedir.
CUMHURİYET CEPHESİ
12 Eylül referandumun içerdiği bu tehlikeleri görenler, referandumdan önce bir Cumhuriyet Cephesi oluşturdular. Tam 65 yıl önce birbirinden ayrılan CHP ile DP, işte bu tehlikeye karşı 2010’da birleşti. Sadece onlar mı? MHP, DSP, İP, TKP, EMEP, ÖDP, Sendikalar, Demokratik Kitle Örgütleri, Meslek Odaları…
İşte bu cephenin artık daha önemli bir görevi var. Bu cephe, kuvvetlerini daha da pekiştirerek, “Federasyon Anayasası”na karşı yurt savunması yapma göreviyle karşı karşıyadır.
Mehmet Ali Güller
13 Eylül 2010

5 Eylül 2010 Pazar

AKP İSRAİL’E SICAK AMA GİZLİ SİNYALLER GÖNDERDİ

Yıllarca “Türkiye’nin Kürtlere baskı yaptığını” gerekçe göstererek konser davetlerini reddeden U2; anımsayacağınız gibi AKP’nin “Kürt Açılımı” kapsamındaki konserini geçen yıl kabul etmişti. Ancak U2 solistinin bir de şartı olmuş: Konser öncesinde köprüden Asya’ya yürümek şartıyla AKP’nin konser davetine evet demiş Bono. AKP de bu konser pazarlığının bir unsuru olan bu şartı kabul etmiş. Bugün önde Bono, arkada Devlet Bakanları Egemen Bağış ve Hayati Yazıcı, İstanbul Boğaz Köprüsü’nden yürüyecekler!
Dünyanın odaklanacağı bu yürüyüşe, fonda Erdoğan’ın sesinden “beraber yürüdük biz bu yollarda” şarkısını ekleterek, 3. Köprü’ye reklam çıkarmayı hedefliyordur muhtemelen Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım…
Öte yandan Başbakan Erdoğan da, Başbakanlık ofisinde ağırlayacağı U2 üyelerine, hükümetin insan hakları alanında attığı adımları anlatacakmış. Kürt açılımı ve Anayasa değişiklik paketiyle ilgili de bilgi verecek olan Erdoğan, “Türkiye artık daha demokratik bir ülke. İleri derece demokrasi için de durmadan çalışıyor” mesajı verecekmiş! Ve Erdoğan, U2 solisti Bono’dan, Türkiye’deki bu gelişmelerle ilgili görüşlerini kamuoyuyla paylaşmasını isteyecekmiş!
Geçelim; konumuz bu değil. AKP’nin pazarlık kültürüne güncellik katıyor diye değindik Bono’nun AKP’yle yürüyüş pazarlığına ve Erdoğan’ın Bono’yla “Kürt Açılımı” pazarlığına…
Esas değineceğimiz bir başka pazarlık… AKP – İsrail pazarlığı:
Referandum gündemi içinde kaynadı gitti. AKP, Dışişleri Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu başkanlığındaki bir heyeti önceki hafta Washington’a yolladı. Türk delegasyonunun en önemli görüşmeleri Yahudi toplum liderleri ile olanıydı. Basına pek yansımayan bu görüşmeler, İsrail gazetelerinde oldukça önemli yankılar buldu. Örneğin 29 Ağustos tarihli Yedioth Ahronot Gazetesi, “Türkiye, Netenyahu’yu bekliyor” başlıklı haberinde şu yorumu yapıyordu: “Türkiye kameralar önünde İran’la yakın ilişkiler kuruyor gibi görünebilir ancak hafta sonu boyunca İsrail’e sakinleştirici sinyaller gönderdi”.
Haberin en dikkat çeken paragrafı ise şöyleydi: “İsrail ve Türkiye arasındaki ilişkiler üç ay önce yaşanan kanlı filo baskınından bu yana ciddi anlamda gerildi. Ancak geçtiğimiz hafta sonu üst düzey bir Türk Dışişleri yetkilisi İsrail’e sükûnet mesajları gönderdi. Bu da geçmişte yakın müttefik olan iki ülke arasındaki ilişkilerin yeniden canlanabileceği yorumlarına neden oldu”.
Öte yandan aynı tarihli Jerusalem Post da, Feridun Sinirlioğlu’nun temaslarını ele aldığı haberinde, Demokrat bir Kongre üyesinin yardımcısının “Türkiye’nin İsrail ile dost olma arzusu, arkadan başka şeylerle de desteklenmeli. Şimdiye kadar benim gördüğüm şey bir halkla ilişkiler çalışması” dediğini yazdı.
Anlaşılan, Brüksel’de İsrailli Bakan Ben Elizer’le gizlice buluşan Ahmet Davutoğlu’nun bu teması, kamuoyundan, özellikle de AKP tabanından büyük tepki çekince, iktidar yeni tip pazarlık yöntemleri sergiledi. Bugüne kadar Dışişlerini pek değerlendirmeyen, hatta bazı önemli görüşmelere bile sokmayan AKP, İsrail’le temas için Dışişlerini değerlendirdi!
Aslında bu durum tıpkı Öcalan’la müzakere gibi de okunabilir. Hani diyor ya Erdoğan, “biz değil devlet görüştü” diye… Kamuoyunda gelecek tepkiler karşısında da, “biz değil Dışişleri İsrail’le temas kurdu, sıcak sinyaller gönderdi” diyecek Başbakan Erdoğan…

Mehmet Ali Güller
5 Eylül 2010

3 Eylül 2010 Cuma

YARGIYA MÜDAHALEDE SON AŞAMA: CUMHURİYET SAVCISINA ORUÇ DAYAĞI

Recep Tayyip Erdoğan, yıllar önce “demokrasi bir trendir, istediğimiz durakta ineriz” demesine rağmen, “demokrasi ve özgürlük” diye diye iktidarını sürdürdü. Şimdi de yine demokrasi için ve faşist 12 Eylül’le hesaplaşmak için halk oylamasında anayasa değişikliğine evet istiyor.
12 Eylül’de halk oylamasına sunulan anayasa değişikliğinin esasını yargıya müdahalenin oluşturduğu tartışma götürmez bilimsel bir gerçek. Ki o yüzden, Başbakan Erdoğan miting meydanlarında halka değişikliğin içeriğini anlatmaktansa, “boy pos” polemikleriyle “evet” toplamaya çalışıyor.
Bugüne kadar yargıya öyle çok alanda müdahale ettiler ki, artık bu tip müdahaleleri “anayasal güvenceye” almak istiyorlar; daha doğrusu yargıyı da yürütmenin emrine almak istiyorlar!
Aslında bu sürece gelinceye kadar AKP’nin pek çok yargı müdahalesi söz konusu oldu: Siyasi yasaklı Erdoğan’ın isminin yasal olmayan bir şekilde seçim pusulasında yer alması konusunda YSK’ya müdahalede; Erdoğan’a başbakanlık yolu açılması konusunda Siirt seçimleri organize edilmesinde; AKP’nin laiklik karşıtı odak olduğu hükmüne rağmen ülkeyi yönetmesine olanak tanınmasında; “bulun bir savcı, delillendirin” diyerek Ergenekon soruşturmasında; terfisi konuşulan generalleri engellemek için yakalama kararı çıkarttırarak YAŞ’a müdahalede; hakim ve savcı tayinlerini halk oylaması sonrasına bırakabilmek için bakan ve müsteşarı HSYK toplantısına sokturmayarak yargıya müdahalede…
AKP’nin 8 yıllık iktidarı boyunca yargıya müdahalesiyle ilgili pek çok örnek daha verilebilir. Ama artık müdahalenin boyutu, sokağa inmiştir. Yargıya sokakta müdahalenin örneğini yorumsuz aktarıyoruz:
“Yozgat Otogarı’nda otobüs bekleyen Kadışehri Cumhuriyet Savcısı Özcan Çubukoğlu, Ramazan ayında açıkta sigara içtiği gerekçesiyle 2 kişi tarafından dövüldü. Burnu kırılan Çubukoğlu, 112 Acil Servis tarafından Yozgat Devlet Hastanesi’ne kaldırıldı. Gözaltına alınan 2 kişi ise, sorgularının ardından sevk edildikleri adliyede, açıklanacak duruşma gününe kadar ‘her gün polis merkezine giderek imza atmak’ şartıyla serbest bırakıldı”.
“Boy değil soy demek, liberal faşizmin daniskasıdır” saptamamıza “liberalizm gibi özgürlükçü bir ideolojiyle, faşizm nasıl bir araya gelir” diye itiraz edenlere şu yanıtı vermiştik: “Liberalizm bireye değil sermayeye özgürlüktür. Ve sermayeye özgürlük olan yerde halka baskı, yani faşizm vardır”.

Mehmet Ali Güller
3 Eylül 2010

1 Eylül 2010 Çarşamba

İSTANBUL VE DİYARBAKIR BAŞKENTLİ KONFEDERASYON PAZARLIĞI

AKP’nin PKK’yla yaptığı belli başlı 7 pazarlık öyküsüyle ilgili 24 Ağustos tarihli yazımızı “Pazarlığın boyutu sadece referanduma ‘evet’ demek karşılığında gündeme gelen BDP’nin ‘Öcalan muhatap alınsın, operasyonlar durdurulsun, seçim barajı düşürülsün, KCK tutukluları serbest bırakılsın’ şeklindeki dört şartıyla mı sınırlı? Yoksa, aslında referandumda ‘evet’ çıktıktan sonra yolu açılacak ‘demokratik özerklik’ ve ‘federasyon anayasası’ pazarlığı mı yapılıyor? Pazarlığın ayrıntılarını da bir sonraki yazımızda ortaya koyacağız…” diyerek bitirmiştik.
Pazarlık yapıldığı ortaya çıktı ancak pazarlığın gerçek konusu gözlerden gizlenmeye çalışılıyor. Pazarlığın esasını, “federasyon Anayasası” oluşturuyor. Ama bu alt pazarlığın üstünde, ABD ile Türkiye arasında, Irak’ın kuzeyi kapsamlı “konfederasyon” pazarlığı yapılıyor.
12 Eylül’den hemen sonra, “evet” çıkması halinde yeni bir anayasa yapılacağı ve bu anayasanın “demokratik özerklik” esaslı “federasyon anayasası” olacağı BDP’liler tarafından ilan ediliyor; ancak bu ilan, miting meydanlarındaki tüm konuşmasını Kılıçdaroğlu ile Bahçeli’ye vakfeden Erdoğan tarafından yalanlanmıyordu!
YENİ ANAYASA, ÖZERK KÜRDİSTAN
BDP Genel Başkan Yardımcısı Gülten Kışanak “… yeni anayasayla Kürt halkına özgürlük ve demokratik özerk Kürdistan gelecek” diyordu. (Milliyet Gazetesi, 22 Ağustos 2010) Yargının siyasi yasaklı ilan ettiği ama AKP’nin dolaylı önünü açtığı Demokratik Toplum Kongresi Eşbaşkanı Ahmet Türk ise “esas olan özerkliktir” diyordu. (Hürriyet Gazetesi, 23 Ağustos 2010). Öcalan “demokratik özerklik projesinin siyasi, hukuki, kültürel, öz savunma ve diplomasi boyutlarını” açıklıyor ve “Katalan Modeli” ile “Katalonya Anayasası”nın incelenmesini istiyordu. (ANF, 20 Ağustos 2010). Ve son olarak BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, hükümete “Yeni bir anayasa, Demorkatik Türkiye, Özerk Kürdistan” formülünü sunuyordu. (ANF, 25 Ağustos 2010)
Ancak az önce belirttiğimiz gibi AKP ile PKK arasında var olan “federasyon” pazarlığının üstünde, ABD ile Türkiye arasında da, Irak’ın kuzeyini kapsayan “konfederasyon” pazarlığı vardı.
Peki federasyon ile konfederasyon pazarlıkları arasındaki bağ hangi olguya dayanıyordu? Önce bir saptama yapalım.
HEDEF, TÜRKİYE’YE ‘KÜRDİSTAN’A EVET’ DEDİRTMEK
ABD, 1992’den bu yana parlamentosunu kurduğu, hükümetini oluşturduğu, başkentini ilan ettiği, merkez bankasını inşa ettiği, parasını bastığı, gümrüğünü ördüğü, en önemlisi ordusunu kurduğu Kukla Devleti’ni hâlâ neden ilan edemiyor? Çünkü Türkiye henüz bu plana razı olmadı! Plana direnen kuvvetler zayıflatıldı, yıpratıldı, içeri atıldı ama hâlâ teslim alınamadı!
Şimdi bu saptamaya bir ara verelim ve ABD’nin Irak’tan muharip asker çekmesinin ne anlama geldiği üzerinde duralım:
ABD’nin son muharip askerini de Irak’tan çekmesi, Obama iktidara geldiğinde estirilen rüzgâr benzeri bir etki yaptı herkeste… Ki Obama’nın kendisi gibi, bu çekilme de revize BOP’un bir parçası… Peki gerçekte olan biten neydi?
YENİ ŞAFAK OPERASYONU BAŞLIYOR
Öncelikle altını çizmemiz gereken olgu şu ki, geri çekilme takvimiyle ilgili anlaşmayı Obama değil, aslında Bush hükümeti imzalamıştı! İkincisi çekilen muharip askerler orta ve güney Irak’tan çekildi. Ve yerlerini bundan sonra alacak olan Blackwater tipi “özel ordu”larla kontratlar, hızlı biçimde imzalanıyor. Ne de olsa Irak petrollerinin yaklaşık yüzde 75’i 35 yıllığına çoğu ABD’li olan batı şirketlerine devredildi. ABD her halükarda bu kontratların güvenliğini korumak isteyecektir. ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü P. J. Crowley’nin, “Irak’ta savaşı bitiriyoruz, ama Irak’la işimizi bitirmiyoruz” demesi tam da bu anlama gelmiyor mu?
ABD’nin Irak komutanı General Odierno’nun, geri çekilme takvimi ile ilgili söylediği “en son kuzey Irak’tan çekiliriz” açıklaması asker çekme meselesinin esasıdır. Aslında ABD Irak’tan çekilmiyor, kuzey Irak’a yoğunlaşıyor. El Halic Gazetesi’ne yansıdığı kadarıyla 2020 yılına kadar 94 üs’te 6 tugay ABD askeri bulundurulması konusunda, zaten bir mutabakat oluşturulmuş! Ki şu anda 56 bin ABD askeri hâlâ Irak’ta bulunuyor!
Savaşın bitmediği ABD’nin süreç isimlendirilmesinden de anlaşılıyor. ABD Irak’a savaş açtığında buna “Özgürlük Operasyonu” demişti. ABD, 1 Eylül 2010’dan sonraki sürece ise “Yeni Şafak Operasyonu” ismi vermiş. Demek ki, ABD açısından biten bir şey yok, hatta başlayan yeni bir süreç var!
İşte o süreç Irak’ın kuzeyi merkezli yeni bölge düzeni sürecidir. “Acelemiz var” diyerek hızla “Kürt Açılımı” başlatan Tayyip-Gül ikilisinin acelesi de bu takvim nedeniyleydi…
ABD KONFEDERASYONU İÇİN KÜRT AÇILIMI
Şimdi yeniden az önce yaptığımız saptamaya dönelim. ABD’nin her şeye rağmen Kürdistan’ı ilan edemediğini; çünkü Türkiye’nin plana henüz razı edilemediğini; direnen kuvvetlerin zayıflatıldığını, yıpratıldığını, içeri atıldığını ama hâlâ teslim alınamadığını belirtmiştik.
İşte 12 Eylül referandumu, aslında Türkiye’nin önce federasyona sonra da konfederasyona razı edilmesi, evet demesi anlamına geliyor. Referandum, Türkiye’nin tüm merkezi kurumlarıyla birlikte teslim alınması öncesinin son vuruşu olacak. Ve bölgede üç gelişme birbirine paralel olarak ilerleyecek.
Birincisi; ABD, Irak’ın kuzeyini Erbil başkentli olarak Kürdistan diye ilan edecek. Türk devleti, Kürdistanlılara “çifte vatandaşlık” hakkı tanıyacak.
İkincisi; yeni bir anayasa ile Türkiye’nin güneydoğusu özerk ilan edilecek; dolayısıyla üniter Türkiye yerine federatif Türkiye kurulacak. Kürdistan ile özerk Güneydoğu arasında “çifte vatandaşlık” ve “ticari birlik” üzerinden “siyasi birliğe” gidilecek.
Üçüncüsü, Büyük Ortadoğu Projesi’nin bir alt düzeni olarak geçen aylarda ilan edilen ve adına Ortadoğu Birliği denilen “Türkiye, Suriye, Lübnan ve Ürdün” arasındaki ticari birlik, İstanbul başkentli siyasi birliğe dönüştürülecek.
Ve son olarak bu üç yapı birleştirilip İstanbul ve Diyarbakır merkezli bir konfederasyona dönüştürülecek!
İşte ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi budur! Başbakan Erdoğan’ın tam 6.5 yıl önce “ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi içinde Diyarbakır’ı bir merkez yapacağız” dediği görev işte budur. (Kanal D, Teke Tek, 16 Şubat 2004)

Mehmet Ali Güller
1 Eylül 2010