28 Aralık 2010 Salı

YENİDEN YAPILANDIRILAN TÜRKİYE

AKP’nin önce hükümet sonra iktidar yapılmasıyla başlatılan ve nihai hedefi “Türk-Kürt Federe Devleti” olan “Türkiye’yi yeniden yapılandırma” süreci hız kazandı.
DİYANET’TE YENİDEN YAPILANDIRMA
Siyasetle başlayan ve kurumlara doğru genişleyen bu “yeniden yapılanma” sürecinden son etkilenen kurum Diyanet’tir. Kim ne derse desin, Diyanet Kurumu, son tahlilde laikliğin yanındadır, daha doğrusu yanındaydı. Türk Devleti, Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin hırpaladığı laikliği, zaman içinde Diyanet Kurumu üzerinden onarırdı. Ali Bardakoğlu’nun Atatürk vurgusu yaparak katılmadığı AKP resepsiyonuyla başlayan Diyanet Kurumu’ndaki “yeniden yapılandırma”, şimdi de vakfa sıçradı ve görevden almalar ile istifalar yaşandı…
ÜNİVERSİTELERDE YENİDEN YAPILANDIRMA
“Yeni CHP”nin açılımı ile başlayan, YÖK genelgesiyle serbestlik kazanan türban konusu da, aşama aşama yapılandırılan üniversiteler açısından AKP’ye yeni bir mevzi sağladı. Türbanla sadece öğrencilerin değil, üniversite yöneticilerinin de kafaları bağlandı! Bunun son örneği, demokratik haklarını kullanmak isteyen TGB’li gençlere, Manisa Celal Bayar Üniversitesi Rektörü Mehmet Pakdemirli’nin takındığı tutumdu…
YARGI’DA YENİDEN YAPILANDIRMA
Önce Anayasa Mahkemesi’ni, 12 Eylül halkoylamasından sonra da HSYK’yı “yeniden yapılandıran” iktidar, şu anda “yerleşme” sürecinde. Bu süreç tamamlandıktan sonra hedefte Yargıtay var!
TSK’DA YENİDEN YAPILANDIRMA
İktidarın “yeniden yapılandırma” hedefinin odağındaki kurum olan TSK, şimdilerde YAŞ’a yönelik saldırıyla meşgul. AKP, MGK’nin “yeniden yapılandırılması” sürecinde izlediği yolu şimdi YAŞ’ta izliyor; adım adım, Şura’nın asker-sivil oranı üzerinde oynuyor.
TSK üzerindeki “yeniden yapılandırma” sürecinin hangi etkiyi yaptığını gösteren son örnek, Harp Okulu öğrencilerinin yaptığı geleneksel “Garnizon koşusu” ile ilgili şikayetti(!) Genelkurmay yaptığı açıklamayla, ismini vermeden, hükümetin emrindeki Ankara Valisi’nden şöyle şikâyette bulundu: “Atatürk’ün Ankara’ya gelişinin 91’inci Yıldönümü kutlamaları çerçevesinde, her yıl geleneksel olarak icra edilen ‘Garnizon Koşusu’, kullanılacak güzergâhın tahsis edilmemesi nedeniyle yapılamamıştır”.
Temennimiz, TSK’nın vatan savunması konusunda da “yetki ve güzergâh tahsisi” bekleme noktasına düşmemesidir!
Ankara Valiliği’nin, Atatürk’ün 27 Aralık 1919’da Ankara’ya gelişi nedeniyle yapılan geleneksel “Garnizon Koşusu”na güzergâh tahsis etmemesinin nedeni ise 10 Aralık 2010 tarihinde yayınladığı genelgede belirttiği trafik yoğunluğuymuş. Valilik, aynı nedenle, 1932 yılından beri yapılmakta olan “Seymen Alayı Yürüyüşü”ne de izin vermemiş. Oysa Ankara Valiliği, 75. Yıl koşusu için, tüm ana caddeleri kapatıp koşuya açabilmiş!
Demek, “asker-sivil” kavram bulandırması üzerinden yürütülen ideolojik mücadele, koşuya kadar inmiş! Ankara Valiliği, askere izin vermezken, sivillere güzergâh tahsis edip, koşu izni veriyormuş!
İDEOLOJİDE YENİDEN YAPILANDIRMA
Asker’e ve Atatürk’e karşı alınan bu tutumun bir başka yansıması da Türklük kavramı üzerine olanıdır. Bir yandan Karen Fogg’un deyimiyle “Türk tarihinin hakkından” geliniyor, diğer yandan da Türk kavramı üzerinden “ideoloji” yeniden yapılandırılıyor.
Nasıl mı?
Örneğin, Türkiye Cumhuriyet Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, “Kürtçülüğe de Türkçülüğe de karşıyım. Bizim medeniyetimizde ırkçılığa yer yoktur” diyor. (Sabah, 27 Aralık 2010)
Örneğin, Kemal Kılıçdaroğlu, “yeni CHP” genel başkanı seçildiği kurultaydaki konuşmasında “neden Kürt demediniz” diye soranlara “Ben Türk de demedim” savunmasında bulunmuştur. (Radikal 27 Mayıs 2010)
Örneğin, Mehmet Akif Ersoy’u anma törenlerinde “İstiklal Marşı” okunmamıştır! Törende konuşan Başbakan Erdoğan da, başka yer yokmuş gibi, kürsüden “diplomasi dersi” vermiştir. (Gerçi ders diye söylediği topu topu ‘diplomasinin esası vücut dilidir’ mealindeki sözlerinden ibarettir)
Örnekler artırılabilir. En önemlisi olduğundan, Başbakan’ın “Kürtçülüğe de Türkçülüğe de karşıyım. Bizim medeniyetimizde ırkçılığa yer yoktur” açıklaması üzerinde durarak yazımızı tamamlayalım. Bir kere Başbakan iki kısa cümlede bir paradoksa, iki hataya ve bir “gizli ajanda”ya imza atmıştır:
1.. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, Kürtçülük ile Türkçülüğü aynı kefeye koyamaz! Koyarsa, oturduğu koltuğu, kendine oy verenler açısından da tartışmaya açar.
2.. Kürtçülük ile Türkçülük kavramlarını ister sosyo-ekonomik ister siyasi, isterse salt kavramsal açıdan analiz ediniz; “aynı”laştıramazsınız! Tüm bu nedenlerin toplamı olarak her iki kavram birbirine “bölen ile birleştiren” kadar zıttır.
3.. Türkçülük ırkçılık değildir! Atatürk milliyetçiliği ırkçılık değildir!
4.. Erdoğan’ın “bizim medeniyetimiz” dediği “Türk medeniyeti” değildir! İslam medeniyetidir!
SONUÇ
Türkiye Cumhuriyeti devleti “yeniden yapılandırılırken”, süreç yukarıdan aşağıya doğru ilerlemektedir!
“Kürt Açılımı”, doğası gereği “toplumsal ayrışmaya” dönüşmüştür. Ülkenin bir bölgesinde “demokratik özerklik” ilan edilmiş, bir haftadır “iki dilli” bir yaşama geçilmiştir!
2011 Haziran’ı, dümensiz vaziyette yuvarlanan Türkiye’nin uçurumudur! Talabani bile –en üst katlardan bulduğu destek ile Türkiye’nin iç işlerine karışarak- 2011 Haziran’ını işaret etmiş ve PKK ile BDP’den aşırıya gitmemelerini istemiştir! Dahası Talabani, hükümetin seçimlere kadar önemli adımlar atamayacağını, PKK ve BDP’ye öğüt olarak söylemiştir! (Radikal, 26 Aralık 2010)
Türkiye ya uçurumda durabilecek, ya da yuvarlanacaktır!

Mehmet Ali Güller
28 Aralık 2010

27 Aralık 2010 Pazartesi

AKP VE DAMAT FERİT GELENEĞİ

Türk dış politikasının başarısızlığını, salt Ahmet Davutoğlu’nun “hayalciliğiyle” açıklamaya çalışan tezler, Türk dış politikasına Davutoğlu kadar zarar veriyor. Bu tez, son tahlilde, Erdoğan’ın Davutoğlu değişikliğinin, Türk dış politikasını kurtaracağı sonucuna götürür!
Oysa sorunun kaynağı Davutoğlu değildir. Sorunun kaynağı AKP ve onun iktidar olabilmesinin şartı olarak ABD’ye olan bağımlılığı ile politikalarının Washington merkezli olmasıdır.
“Komşularla sıfır sorun” adı altında yürütülen bu politikaların “mantığını” çözümlemek açısından, gelin Washington merkezli tezlerin sahiplerinden Ömer Taşpınar’ın yazdıklarına bir göz atalım:
“Ama eğer bu konuda kendi elimizi güçlendirmek ve ABD’deki Ermeni lobisinin işini zorlaştırmak istiyorsak 2011 Haziran seçimlerinden hemen sonra yapılması gereken şey belli: Ermenistan ile imzalanan protokolleri TBMM’den geçirmek. Ermeni soykırım yasa tasarısının Demokles’in kılıcı gibi her yıl Türk-Amerikan ilişkilerinin üzerinde sallanmasını engellemek için önümüzdeki son fırsatı kaçırmamalıyız. Zira Beyaz Saray ve ABD Dışişleri sonsuza kadar Türkiye'nin jeostratejik önemini Kongre’ye karşı savunamayacaklardır”. (Ömer Taşpınar, Kürt Meselesi, CHP ve ABD, Sabah, 27 Aralık)
Keza Davutoğlu da “Tasarı Demokles’in kılıcı gibi sallanmasın” demişti birkaç gün önce…
Gelin kafa üstü duran bu tezi, önce ayaklarının üzerine taşıyalım.
ABD’nin Ermeni Soykırımı iddiasını gündemde tutmasının hedeflerinden biri, Türkiye’ye Ermenistan’la ilişkilerini normalleştirmesini sağlatmaktır. Çünkü Ermenistan’ın siyasi ve ekonomik nedenlerle buna ihtiyacı vardır. Türkiye ise ilişkilerin normalleşmesini, Ermenistan’ın işgal ettiği Azeri topraklarından çekilmesi şartına bağlamıştı. Bu şart AKP taahhütleriyle birlikte, kırmızı bir çizgi olmaktan zamanla çıktı. TBMM’den geçirilmesi istenen protokoller, işte AKP’nin bu şart olmaksızın, Ermenistan’la ilişkileri normalleştirmesini esas almaktaydı.
Hal böyleyken, “Ermeni Soykırımı tasarısı, Demokles’in kılıcı gibi üzerimizde sallanmasın diye” protokolleri TBMM’den geçirmeyi kabullenmek, tasarının hedefinin zaten gerçekleşmesi demektir!
“Komşularla sıfır sorun” sağlayacağım diye “sorunları komşu lehine sıfırlamak”, başarı değil, bağımlılıktır!
Karşıdakinin kozunu almak için, kozu kabullenmeyi diplomatik başarı gibi sunan bu anlayış, bağımlılığın sonucudur, bağımlı kafanın esaretinin sonucudur. İşte AKP, tüm Dışişleri Bakanları’yla bu anlayışı sürdürdü; şimdiki Bakan Ahmet Davutoğlu gibi, Yaşar Yakış da, Abdullah Gül de, Ali Babacan da bu çizgiyi yürüttü.
Ki bu çizgi, Damat Ferit çizgisidir, geleneğidir. Tarih içinde çözümü de bellidir.

Mehmet Ali Güller
27 Aralık 2010

25 Aralık 2010 Cumartesi

MANİSA REKTÖRÜ BİR ZAMANLAR NE DİYORDU?

“Üniversiteler topluma yön veren kuruluşlar olmalıdır. Statüko ve durağanlığı temsil etmemeli, değişim ve yenilikten yana öncü rol oynamalıdır. Bu kurumlarda çalışan akademisyenler tam anlamıyla kendilerini özgür hissedebilmeli, düşünce ve fikirlerini hiçbir endişeye kapılmadan rahatça ifade edebilmelidirler. Akademisyenlere, beğenmedikleri icraatlar için üniversite idaresini ve rektörü de rahatlıkla tenkit edebilme serbestliği sağlanmalıdır. Muhalif sesleri susturmak için disiplin ceza yönetmeliği kullanılmamalı, açıklama ve ikna yöntemi tercih edilmelidir. Disiplin soruşturması ancak başka türlü çözüm yolu kalmamış, sabit ve art niyetli suçlar için açılmalı, rektörlüğün kendi makam ve icraatlarını savunmak, muhalifleri susturmak için bir silah olarak kullanılmamalıdır. Suçu sabit olan ve kötü niyetli kastın olduğu eylemlerde ise suçlu korunmamalı, gereken işlemler derhal yapılmalıdır. Bu özgürlük ortamından öğrencilerimiz de yararlanabilmeli, suça karışmamak şartı ile fikirlerini özgürce beyan edebilmeli, bu amaçla toplanıp konuşmalar yapabilmelidir. Öğrenci temsilci kurulları birimler tarafından periyodik olarak toplantılara çağrılmalı, öğrencilerin iyileştirme adına önerileri dikkatle ele alınmalıdır.” (1)
Bu sözler, Celal Bayar Üniversitesi’nin yeni rektörü Prof. Dr. Mehmet Pakdemirli’ye ait. Bu “demokratik” bakış açısına sahip bir rektörün varlığı, üniversite öğrencilerinin büyük şansı(!)
Peki öyle mi?
‘KİMLİKLERİNİ TOPLARIM, OKULDAN ATARIM’
24 Aralık 2010 tarihinde, Manisa Milletvekili ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Prof. Pakdemirli’yi, rektör atandığı için kutlamak ister ve Manisa Celal Bayar Üniversitesi’ne geleceğini haber gönderir.
Bu gelişme üzerine bir grup Türkiye Gençlik Birliği TGB üyesi üniversiteli genç, Arınç’ı protesto etmek üzere toplanır. Ellerinde yumurta olmayan ve sadece slogan atacak gençlerle, rektör arasındaki diyalogu Türkiye izledi.
“Rektörün ibretlik konuşmasını yeniden anımsatalım: “Sizler Atatürk'ten görev alamazsınız. Cumhuriyeti savunacaksam ben savunurum. Net bir şey söylüyorum size. Siyasi slogan atarsanız, kimliklerinizi toplarım. Üniversiteden atarım hepinizi”. (2) Rektör tam bu konuşmayı bitirince, bir yetkili kameraların da duyacağı şekilde, Rektöre “Arınç’ın üniversiteye giriş yaptığını” haber verdi.
İyice paniğe kapılan Rektör, öğrencilere son sözünü söyledi: “Hemen dağılıyorsunuz. Burada slogan atamazsınız. Eğer atarsanız emniyet görevlileri kimliklerinizi toplayacak”. (3)
Gençler olgun davrandı da, olay daha da büyümedi!
Şimdi gelin Rektör’ün, Arınç ziyareti nedeniyle estirdiği terör sırasında söylediği sözler ile daha önce dile getirdiği, yukarıda alıntıladığımız sözleri, cümleler bakımından kıyaslayalım.
REKTÖRÜN ARINÇ HALLERİ
Rektör eskiden diyor ki: “Muhalif sesleri susturmak için disiplin ceza yönetmeliği kullanılmamalı, açıklama ve ikna yöntemi tercih edilmelidir”.
Rektörü şimdi diyor ki: “Net bir şey söylüyorum size. Siyasi slogan atarsanız, kimliklerinizi toplarım. Üniversiteden atarım hepinizi”.
Rektör eskiden diyor ki: “Bu özgürlük ortamından öğrencilerimiz de yararlanabilmeli, suça karışmamak şartı ile fikirlerini özgürce beyan edebilmeli, bu amaçla toplanıp konuşmalar yapabilmelidir”.
Rektörü şimdi diyor ki: “Hemen dağılıyorsunuz. Burada slogan atamazsınız. Eğer atarsanız emniyet görevlileri kimliklerinizi toplayacak”.
BİLİMSEL DURUŞUN İFLASI
Bir akademisyeni, yazdığını yalayacak böyle bir uygulamaya yönelten nedir? Doktor unvanı almış, profesör unvanı almış, bilimle uğraşmış bir insanın, makam edindikten sonraki 180 derece değişen bu tutumunu nasıl açıklamak gerekir?
Hiç lafı evirmeye, çevirmeye gerek yok!
Bu AKP korkusudur!
AKP’li Burhan Kuzu’nun, protesto edildi diye, SBF Dekanı’nın görevden alınması için YÖK’ü göreve çağırması ve üniversitelerin bu açık “faşist” uygulamaya sessiz kalmış olması, bilimsel duruşun iflasıdır!
İşte o duruş, dün de Manisa’da yerlerde sürünmüştür!
Ancak o duruş yerlerde de sürünce, bu ülkenin gençleri, Kubilay’dan bu yana başını vermiş ama başını öne eğmemiştir!
KAYNAKLAR:
1..http://www.mehmetpakdemirli.com/index.php?option=com_content&view=article&id=168&Itemid=126
2..24 Aralık 2010 tarihli anahaber bültenleri
3..24 Aralık 2010 tarihli anahaber bültenleri

Mehmet Ali Güller
25 Aralık 2010

24 Aralık 2010 Cuma

DEMOKARTİK ÖZERKLİK KİTAPÇIĞI 2 YIL ÖNCE TBMM’DE DAĞITILMIŞTI

Demokratik Toplum Kongresi’nin “özerklik” ilanı konusunda hükümet değil ama AKP nihayet bir açıklama yaptı. AKP’li Ömer Çelik, “bu tartışmalar Türkiye için suikast girişimidir” (1) dedi.
Kuşkusuz bu açıklama, “Kürt Açılımı”nı başlatan AKP’nin genel yönelimine hiç de uymuyordu. Ne de olsa, AKP, “bölgelerde yerel hükümetler kurma” zemini oluşturan Kamu Yönetimi Temel Kanunu’nu 15 Temmuz 2004 tarihinde TBMM’den geçirmişti. Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, AKP’nin yasasını “Türkiye’ye suikast” gibi değerlendirmiş ve veto etmişti.
Tabi, “proje” Washington merkezli olduğundan, AKP eline geçen ilk fırsatta, yeniden hamle yaptı: AKP, Türkiye’yi 12 eyalete bölen Kalkınma Ajansları Yasası’nı 25 Ocak 2006 tarihinde TBMM’den geçirdi.
Kaldı ki AKP, projeye hukuki zemin sağlamak üzere, 4 Haziran 2003 tarihinde “Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi” ile “Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi” başlıklı “BM İkiz Sözleşmeleri”ni TBMM’de zaten onaylamıştı!
Erdoğan’ın daha o tarihlerde “Diyarbakır’ı ABD’nin Büyük Ortadoğu projesi içinde bir merkez yapma” (2) taahhüdünde bulunması, aynı proje gereğidir.
İşte Ömer Çelik’in bugün “suikast” diye tanımladığı “demokratik özerklik”, aslında AKP hükümetinin bir numaralı ev ödeviydi. AKP ile BDP’yi, PKK’yı “Kürt Açılımı”nda birleştiren de bu ödevdi.
AKP’nin DTK’nın “özerklik” ilanına, “suikast” gibi çok ağır bir ifadeyle karşı çıkması, esas olarak, 2011 Haziran seçimleriyle ilgilidir. Hükümet, seçimlere bu kadar az zaman kala, riske girmek istememektedir. Başbakan Erdoğan, “demokratik özerklik” esaslı federasyon anayasasını da, zaten “yeni anayasa seçim sonrası” diyerek rafa kaldırmıştı.
Yani AKP’nin “suikast” açıklaması sadece taktikseldir. Çünkü “demokratik özerklik” zaten yeni de değildir!
Anayasa Mahkemesi’nin kapattığı Demokratik Toplum Partisi DTP’nin, zaten kongre kararıydı!
Demokratik Toplum Kongresi, 24 Ekim 2007 tarihinde “demokratik özerklik projesi”ni kabul etmiş; Demokratik Toplum Partisi DTP de, Kasım 2007’deki 2. Olağan Kongresi’nde, projeyi, “siyasi tutum belgesi” olarak tüzüğüne sokmuştu!
Hatta, DTP milletvekilleri, projeyi Türkçe, Kürtçe ve İngilizce kitapçık şekliden bastırıp, TBMM’de de dağıtmıştı! (3)
O gün, Meclis çatısı altında yapılan bu rezalete suskun kalan hükümetin ve AKP’nin, bugün çıkıp “suikast” demesi, seçim taktiğidir, takiyedir ama her şeyden önce hafızaya hakarettir!
1.. www.hurriyet.com.tr, 23 Aralık 2010
2.. Kanal D, Teke Tek, 16 Şubat 2004
3.. Hürriyet, 29 Ekim 2008

22 Aralık 2010 Çarşamba

DAVUTOĞLU’NUN SIFIR SORUNU!

Atanmış Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun” isimli, Washington merkezli dış politikası, Türkiye’ye ağırlık kaybettirmeye devam ediyor. AKP’nin profil kaybettirdiği Türk dış politikası, uluslararası ilişkiler açısından gün geçtikçe onur kırıcı bir hal almaya başladı!
Son iki gündür yaşananlar bile, kolay kolay telafi edilemeyecek önemdedir.
KIBRIS
“Kıbrıs Rum Kesimi’nde yüzlerce Apoel taraftarının saldırısına uğrayan Pınar Karşıyakalı basketbolcular, sığındıkları soyunma odasında saatlerce mahsur kaldı. Lefkoşa’nın Rum kesimindeki spor salonunda oynanan maçın ardından Türkiye aleyhine sloganlar atan yüzlerce Apoel taraftarı tribünlerden sahaya indi. Taş ve sopalarla Pınar Karşıyakalı sporculara saldıran fanatik Rumlar, soyunma odasına sığınan takımımızı saatlerce içeride mahsur bıraktı. Salondaki 3 bin kişiye karşı sayıları 10’u ancak bulan Rum polisleri, taraftarlara engel olmakta yetersiz kaldı”. (1)
Rum Kesimi yönetiminin, gerginlik içinde geçeceği belli bir karşılaşmada sadece 10 kadar polis görevlendirmesi, zaten niyetleri ortaya koymaktadır! Kaldı ki, taraftarların maçtan günler önce, şu ifadelerle saldırıya hazırlandıkları ortadayken: “ ‘Hep birlikte Yunan ruhunu köpeklere göstereceğiz’, ‘Buradan canlı çıkış yok’, ‘Yunanlıların kim olduğunu hatırlama vakti geldi’”. (2)
Bu arada sporcularımızı karşılayan Devlet Bakanı Egemen Bağış’ın, “yaşananlar, Rum kesiminin adil, kalıcı bir uzlaşmayla bir arada yaşama isteğinde olmadığını bir kez daha ortaya koydu” (3) şeklindeki açıklaması, Kıbrıs’ta sekiz yıldır “ver kurtul” siyaseti izleyen AKP’nin dış politikasındaki başarısızlığının itirafı oldu!
Bir başka başarısızlık itirafı da AKP’nin spordan sorumlu Devlet Bakanı Faruk Nafiz Özak’dan geldi: “Eğer biz Avrupa Birliği’nde bu zihniyette ülkelerle bir arada olacaksak, ben AB’ye girmeyi istemiyorum”! (4)
YUNANİSTAN
AKP hükümeti, taviz üzerine taviz vererek, Yunanistan’ın FIR hattı ihlalini engellemeye çalıştı. Atina ise tavizler karşısında, geri adım atmak şöyle dursun, gittikçe pervasızlaştı. Hükümetin FIR hattına umut için ürettiği yeni taktik ise tam bir diplomasi skandalı:
“Türk Hava Kuvvetleri'nin 100. kuruluş yıldönümü kapsamında 13-24 Haziran tarihleri arasında Konya’da düzenlenecek Anadolu Kartalı Tatbikatı’na Yunanistan Hava Kuvvetleri ilk kez davet edildi”. (5)
ERMENİSTAN
AKP’nin Azerbaycan’la “kardeşliği” hiçe sayarak ABD’nin isteği doğrultusunda uyguladığı “Ermeni Açılımı”, duvara çarpmış durumda. AKP açılımı ile sırasıyla uygulanan kilise ve müze jestlerinin, Azeri bayrağı yasaklamanın, protokol imzalamanın bedeli sadece Azerbaycan dostluğunun bozulması olmadı elbette…
Ermenistan, “dünyanın en etkili savunma sistemlerinden biri olarak kabul edilen S-300 füzelerine sahip olduğunu” açıkladı. (6)
Dahası, Türkiye’yi AKP üzerinden Ermeni Açılımı’na mecbur eden ABD, şimdilerde yeniden sözde soykırım iddiasını Ankara üzerinde kılıç gibi sallamaktadır. Türkiye birkaç gündür, ABD Temsilciler Meclisi Genel Kurulu’nun, tasarıyı oylayıp oylamayacağıyla ilgili hop oturup, hop kalkmaktadır.
Üstelik Beyaz Saray bir açıklama yaparak, ABD Başkanı Obama’nın, Erdoğan’ın gönderdiği “tasarı gündeme alınmasın” şeklindeki mektupla ilgili Genel Kurul nezdinde bir girişimde bulunmadığını da açıkladı!
IRAK
AKP iktidarı öncesi, Türkiye tarafındaki muhatabı en fazla Albay rütbesinde olan Celal Talabani, ABD’nin desteğiyle Irak Cumhurbaşkanı oldu ve Türkiye’nin iç politikasına müdahale etme noktasına kadar ulaştı. AKP’nin defalarca kırmızı halı sererek Ankara’da ağırladığı Talabani, şimdi de Ankara’daki “demokratik özerklik” tartışmasına “ağabey” olarak ağırlığını koymaya geldi. Talabani, “demokratik Özerk Kürdistan” kararı alan Demokratik Toplum Kongresi’nin eş başkanları Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk ile görüştü.
Görüşmenin ardından kameraların karşısına geçen Ahmet Türk’ün sözleri, aslında Talabani’nin AKP üzerindeki “ağabey” rolüne işaret ediyordu: “Barışın sağlanması konusunda, önemli bir misyona sahip olan bir cumhurbaşkanı. Yine Kürt sorununun barışçıl yöntemlerle çözümü konunda büyük çaba içinde olduğunu görüyoruz. Tabii ki barışçıl bir sürecin gelişmesi için bugün yapacağı çalışmaların Türkiye'nin barışına yönelik katkılar sunacağına inanıyoruz”. (7)
Türk devletine rest çeker gibi yapılan bu görüşmelerin geldiği noktayı, herhalde en iyi Aysel Tuğluk’un, Talabani’ye, Abdullah Öcalan’ın selamını ilettiğini söylemesi gösterdi!
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile 1.5 saatlik zirve yapan Talabani, NTV’ye önemli açıklamalar yaptı. “Kürt Açılımı tarihi fırsattır” diyen Talabani, “iki dillilik, kültürel zenginliktir” (8) demeyi de ihmal etmedi! Sürece müdahil olan Talabani, yetinmeyip, “çözüm için elinden geleni yapacağını” belirtti!
Bu arada, ana muhalefet partisi CHP’nin büyük suskunluk içinde izlediği sürece, AKP’den de “dolaylı destek” geldi! AKP, “BDP-DTK-PKK”nın “demokratik özerk Kürdistan” ilanına, “Cizre ve Yüksevova’yı il yapma” (9) açılımıyla harç sağladı!
SONUÇ
Atanmış Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun” isimli dış politikasının geldiği yer burası…
Ancak AKP’nin uygulamaları, Türkiye’yi hem içte, hem de dışta, yamaçtan aşağı yuvarlanan bir kayaya, taşa dönüştürmüş durumda…
Türkiye dümensiz bir şekilde, uçuruma yuvarlanıyor…
KAYNAKLAR:
1 www.hurriyet.com.tr, 22 Aralık 2010
2 www.ntvmsnbc.com, 22 Aralık 2010
3 www.htspor.com, 22 Aralık 2010
4 www.milliyet.com.tr, 22 Aralık 2010
5 Cumhuriyet, 21 Aralık 2010
6 www.gazetevatan.com, 21 Aralık 2010
7 www.haberturk.com, 22 Aralık 2010
8 www.ntv.com.tr, 22 Aralık 2010
9 Milliyet, 22 Aralık 2010

Mehmet Ali Güller
22 Aralık 2010

21 Aralık 2010 Salı

CIA GÖREVLİSİ PROF. VAMIK VOLKAN, GÜL’E AÇILIM RAPORUNU SUNDU

Kürt Açılımı konusunda çalışmalar yapmak üzere ABD’den Türkiye’ye gönderilen CIA görevlisi Prof. Dr. Vamık Volkan, dördüncü kez görüştüğü Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e 71 önerinin yer aldığı raporunu sundu.
Ekibiyle birlikte 27 Ocak 2009’dan beri çeşitli çalıştaylar yapan Prof. Dr. Vamık Volkan, son olarak 11 Aralık 2010 tarihinde, İstanbul Sheraton Otel’de ülkesel çekirdek ekip ile Hakkari, Mersin ve Malatya’dan gelen yerel çekirdek ekiplerin katılımıyla, “Türkiye’nin Büyük Çatısı: Demokratikleşmeye Doğru Türkiye’nin Ağacı” başlıklı bir çalıştay düzenledi.
Volkan’ın moderatörlüğünde yapılan çalıştaya katılan ve Cumhurbaşkanı Gül için hazırlanacak rapora katkı sunan isimlerden bazıları, Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarı Muammer Güler başta olmak üzere şunlardı: Tarık Çelenk, Murat Sofuoğlu, Avrupa Türk İslam Birliği Kurucu Başkanı ve eski ülkücü Musa Serdar Çelebi, Murat Belge, Eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş, Muhsin Kızılkaya, Yavuz Arslan Argun, Turan Sarıtemur, Eski Özel Harp Dairesi Subayı Mete Yarar, Ümit Fırat, Altan Tan, Türk Ocakları İstanbul Şubesi Başkanı Cezmi Bayram, Deniz Ülke Arıboğan, Bekir Berkay Türkay, İsris Ağacanoğlu, Halit Yalçın, Tahirhan Taş, Zeynep Besi, Mehmet Alaca, M. Duran Özkan, Metin Aktaş, Yasmina Lokmanoğlu, Yaşar Erjem ve Erdoğan Günal.
Prof. Vamık Volkan ve ekibinin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e “Reçeteler” diye sunduğu 71 önerinin belli başlıları ise şunlar:
o Ulusallaşan, hırçınlaşan ve gittikçe de güç kaybeden ulusal cephe olarak bildiğimiz insanları da anlamaya çalışalım ki onlar da gittikçe radikalleşmesinler.
o Türklük kavramı yerine Türkiyeli kavramı kullanılmalıdır.
o Bütün kentler geçmişte yaşadıkları sıkıntıları hazırlanan yeni anayasaya yansıtacak bir takım önerileri şimdiden hazırlamaya başlasınlar ve bunları seçim için gelecek milletvekili adaylarına, parti genel başkanlarına ve parti yetkililerine versinler ve 2011 seçimlerinden sonraki süreçte bu önerilerimizin takipçisi olalım.
o Dünyanın en iyi, en kaliteli Kürtçe eğitim veren üniversitesi Siirt ve Mardin’e kurulmalıdır.
o Öğretmenler günü yılın öğretmeni ödülü Mili Eğitim Bakanımız tarafından Siirt Tillo’da İbrahim Hakkı Hazretleri’nin bulunduğu yerde verilmelidir.
o Anneler günü Anna Jarvis’in yaptığı eylemle değil, dünyada annesini en iyi seven Veysel Karani Hazretleri’nin türbesinde cumhurbaşkanımızın katılımıyla kutlanmalıdır.
o Özerlik sistemi de artık tartışılır hâle getirilmelidir.
o Ekopolitik Misak-ı Milli sınırları ile ilgili çalışma yaptığına göre bu tür toplantıları Erbil’de, Musul’da, Süleymaniye’de gerçekleştirmek için çaba harcamalıdır.
o Devlet temel hak ve özgürlükler kapsamında imzaladığı uluslararası anlaşmalara uymalıdır.
o Ana dilde eğitim yapılması için demokratik sınırlar içinde düzenlemeler yapılmalıdır.
o Yerel yönetimlere sosyal problemlere çözüm bulacak yetki verilmelidir.
o Cem evlerinin yasal statüye kavuşması için Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Yasası ve bunun paralelindeki yasalar yeniden gözden geçirilmelidir.
o Kılık ve kıyafetten dolayı insanların eğitimlerinin ellerinden alınması ilkelliğine son verilmesini ve başörtüsünün bütün eğitim kurumlarında serbest hâle gelmesini öneriyorum.
o Silahsızlanma konusunda devlet son derece önemli adımlar atarak PKK’yı dağdan indirme çalışmalarında realiteye uygun çözümler geliştirmelidir.
o Hükümet, Kürt halkının siyasi partilerini, sivil toplum kuruluşları ve kanaat önderlerini muhatap alarak açılım konusunda cesaretli davranmalıdır.
o Anayasanın özellikle ilk üç maddesinin değişmelidir.
o Barış sürecinin, çatışmasızlık sürecinin devam edebilmesi için hâlâ devam eden sınır ötesi operasyon ve bombalamalar durdurulmalıdır.
o Adalet Bakanlığı, örgüt propagandası ve toplantılara muhalefet konusunda 7-8 yıldır devam eden davalar hususunda hızlı adımlar atılması için çaba sarf etmelidir.
o Özellikle anayasamızda, kanunlarımızda ve diğer mevzuatta Türklüğü ön plana çıkaran, üst kimlik olarak vurgulayan hükümlerin ivedi olarak düzeltilmesi, çıkartılması ve daha kapsayıcı hâle getirilmesi gerekir.
o Toplumsal olaylarda gösteriye katılan insanların terörle mücadele yasasından yargılanması ve cezalandırılması konusu yeniden gözden geçirilerek, daha vicdanlı ve adil bir düzenleme yapılmalıdır.
o Dağlara, taşlara yazılan “Ne mutlu Türk’üm!” yazısı ayrışmalara yol açtığı için silinmelidir.
o Andımız kaldırılmalıdır.
o YAŞ kararı ile terfi ettirilemeyen askerlerin yanında, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da suça karışmış asker ve polisler de görevden alınmalıdır.
o Hakikatleri araştırma komisyonu kurulmalıdır.
o Sonradan değiştirilen coğrafya isimleri geri iade edilmelidir.
PROF. VOLKAN NEREDEYSE, ORASI AYRIŞIYOR!
Körü Körüne İnanç ve Kimlik Adına Adam Öldürmek isimli kitaplarında açıkça CIA adına görev yaptığını beyan eden Vamık Volkan, ABD’nin hedef ülkelerinde önemli işler yaptı. Filistin-İsrail çatışmasında Filistin’de, Yugoslavya parçalanmadan önce Yugoslavya’da, Kuveyt’te, Bosna Hersek’te, Arnavutluk’ta, Kafkaslarda, Ukrayna’da, Gürcistan’da ve Kıbrıs’ta görev yapan Prof. Dr. Vamık Volkan, Kürt Açılımı’nın Amerikalı mimarlarından David L. Philips ile birlikte “Türk-Ermeni Uzlaşma Komisyonu”nda da görev yaptı.
Politik Psikoloji uzmanı Prof. Volkan’ın son görev sahası ise Türkiye. Volkan, açılım için ABD’den Türkiye’ye ilk gönderildiğinde önce Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile sonra da Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile görüştü. Volkan, Cumhurbaşkanı Gül’e “Açılım çalışmalarında siyasetin ve siyasetçilerin ön planda olmadığı, 20-30 kişilik özgün bir grup oluşturularak, çalışmaların bunların eliyle yürütülmesi gerektiğini” söyledi.
Prof. Volkan, Açılım Koordinatörü İçişleri Bakanı Beşir Atalay ile görüşmesinde, açılım için “Ağaç Modeli” önerdi. Bu modele göre “Kök” soruna teşhis koymak, “Gövde” görüşleri ortaya koymak, “Dallar” da geliştirilen çözüm yolları olarak ele alınıyordu.
Periyodik olarak hükümetle bir araya gelen ve raporlar sunan Volkan ve ekibi son olarak 26 Ağustos 2010 tarihinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile İstanbul Tarabya’da görüşmüştü.

Mehmet Ali Güller
21 Aralık 2010

20 Aralık 2010 Pazartesi

AÇILIM’IN YENİ AŞAMASI: DEMOKRATİK ÖZERKLİK

ABD’nin AKP’ye uygulattığı ve nihai hedefi Irak’ın kuzeyindeki yapıyı da kapsayacak şekilde “Türk-Kürt Federe Devleti” olan “Kürt Açılımı”nda yeni bir aşamaya daha geçildi: Demokratik Özerklik!
ABD, ikinci bir İsrail devleti olarak inşa etmek istediği “Büyük Kürdistan” için önce Irak’ı parçalamış ve “Güney Kürdistan”ı kurmuştu; şimdi sırada “Kuzey Kürdistan” var!
ABD, Kuzey Kürdistan’ın inşası için hukuki planda Türkiye’ye “BM İkiz Sözleşmeleri”ni kabul ettirdi; askeri planda PKK’yı güçlendirmeyi ve TSK’ya karşı geliştirmeyi sağladı; kültürel planda toplumsal ayrışmanın zeminini yarattı; siyasal planda AKP üzerinden “Kürt Açılımı” uygulayarak, “Diyarbakır merkezli bölgesel özerkliğin” örgütsel inşasına harç sağladı.
“Belediyeler Birliği”nden, “Eyalet Modeli” tartışmalarına kadar yapılan ve geliştirilen her “çözüm”, bu siyasal hedefin aşamaları oldu.
Bu sürece direnecek kuvvetler de, başta TSK olmak üzere, bir dizi Ergenekon tertibi üzerinden adım adım etkisizleştirildi.
DİYARBAKIR, AKP-BDP İTTİFAKIYLA, DEMORATİK ÖZERKLİĞE MERKEZ OLUYOR
BDP’nin ilk kez, Öcalan’ın talebi üzerine, 19-20 Haziran 2010 tarihlerinde Diyarbakır’da yaptığı İl ve Belediye Başkanları toplantısında gündeme getirdiği “demokratik özerklik”, Türkiye’nin güneydoğusunu “özerk” hale getirmeyi hedefliyor.
Ahmet Türk ile Aysel Tuğluk’un eşbaşkanlığını yaptığı Demokratik Toplum Kongresi (DTK) tarafından 19 Aralık 2010 tarihinde gündeme getirilen “demokratik özerklik” taslağında hedef şöyle çizildi:
“Demokratik Özerklik, Kürdistan toplumunu, hukuki, öz savunma, sosyal ekonomik, kültürel, ekolojik ve diplomasi şeklindeki 8 boyutlu örgütleyerek siyasi irade yapıp Demokratik Özerk Kürdistan inşasını hedeflemektedir”. 1
BDP ve PKK’nın Demokratik Özerk Kürdistan diye hedeflediği oluşum, AKP’ye hükümet olabilmenin koşulu olarak sunulan hedefle birebir uyumludur:
“Şu anda Amerika’nın da ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ var ya ‘Genişletilmiş Ortadoğu’, yani bu proje içerisinde Diyarbakır bir merkez olabilir. Bunu başarmamız vardır”. 2
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “başarmamız gerek” dediği “Diyarbakır’ı merkez yapma” hedefi, işte BDP’nin dile getirdiği “Demokratik Özerk Kürdistan”ın merkezidir, başkentidir!
DTK, DEMOKRATİK ÖZERK YAPININ KONGRESİDİR
PKK ve BDP, DTK’nın bir model ve hedef olarak önüne koyduğu “Demokratik Özerklik” ile çok açık olarak, Ankara dışında ayrı bir otoriteyi, iktidarı hedeflemektedir:
“Demokratik Özerklik’te siyasi yönetim, tabandan başlayarak köy komünleri, kasaba, ilçe, mahalle meclisleri, kent meclisleri biçiminde demokratik konfederal temelde örgütlenmesini yaparak üstte toplum kongresinde temsiliyetini bulur. Demokratik Özerk Kürdistan Toplum Kongresi, demokratik Türkiye cumhuriyeti parlamentosuna kendi temsilcilerini göndererek ortak vatan politikalarına dahil olur. Demokratik Özerk Kürdistan kendisini temsil eden özgün bayrak ve sembollere sahiptir. Ayrıca demokratik özerklik alanında farklı kimlikler de kendi sembollerini kullanır. Bu anlamda demokratik özerklik, Kürt halkının Demokratik Türkiye içinde yaşama iradesidir. Yani Kürt halkının siyasi statüsünü ifade eder. Demokratik özerklik ile asıl karar yetkisi köy, mahalle, şehir meclisi ve delegelerinindir. Her topluluk söz, tartışma ve karar yetkisini halk meclisleri ile yerine getirir. Katılımcı, çoğulcu, doğrudan halk meclisini esas alır”. 3
DTK, bu hedefle, aynı zamanda kendisini TBMM’ye delege gönderen, özerk bölgenin meclisi, kongresi olarak belirlemiştir!
İlginçtir, DTK, Anayasa Mahkemesi DEHAP’ı kapatıp, Türk ve Tuğluk’u siyasal yasaklı ilan ettikten sonra, BDP’nin AKP’nin siyasal ve yasal desteğiyle kurduğu bir yapıydı. Öyle ki, siyasal yasaklı Aysel Tuğluk, avukat kimliği ile İmralı’da Öcalan ile görüşmüş ve AKP’ye aracılık yapmıştı!
PKK, DEMOKRATİK ÖZERK YAPININ ÖZ SAVUNMA GÜCÜDÜR
Demokratik Özerklik taslağında dile getirilen ve çok tartışılan “Öz savunma” konusu da, açık olarak, PKK’yı bu yapının askeri gücü yapmayı ilan etmektir:
“Doğada kendini savunmayan hiçbir canlı yoktur. Öz savunma hem varlığına dıştan gelecek saldırıları hem de ahlaki ve politik toplum gerçekliğine karşı içten gelişecek tehlikeleri etkisiz kılmak için hava ve su kadar yaşamsal önemdedir. Öz savunma, ahlaki ve politik toplumun güvenlik politikasıdır. Öz savunma boyutu toplumlar için sadece bir askeri savunma olgusu değildir. Kimliklerini koruma, politikleşmelerini sağlama ve demokratikleşmelerini gerçekleştirme olgusuyla iç içedir. Öz savunma örgütlü topluma dayanır. Örgütlü toplum öz savunmasını en iyi yapan toplumdur. Tüm toplumlarda öz savunma varlığını korumanın olmazsa olmazıdır. Kürtler ilk işgalci ve istilacı güçlerin saldırısından günümüze kadar her türlü işgal ve saldırılara karı varlığını korumak için öz savunma içinde olmuştur. Demokratik özerklik statüsünün kabul edildiği koşullarda öz savunma askeri tekel olarak değil, toplumu iç ve dış güvenlik ihtiyaçlarına göre demokratik organların denetimi altında oluşturulabilinir. Şehir, kasaba, mahalle ve köyde yaşayan tüm halklar faşist, gerici ve soykırımcı saldırılara karşı bilinçli ve duyarlı olur, öz savunma esasında bu yönelimler karşısında toplumsal direnişi ifade eder. Öz savunma uluslararası sözleşmeler ve BM tarafından da tanımlanan bir haktır”. 4
TSK SAVAŞMA YETENEĞİNİ YİTİRMEKTEDİR
Peki ayrı örgütlenme, ayrı meclis, ayrı yapı, ayrı devlet ile “ayrı” olmayı hedefleyen, kısacası Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısını ortadan kaldırmayı hedefleyen bu projeye karşı, anayasal görevi olan kurumların başında kim gelmektedir? Elbette TSK.
Peki, Ergenekon tertibiyle adım adım etkisizleştirilen TSK şu anda ne durumdadır?
196 sanıklı Balyoz duruşması, işte bu koşullarda başladı. Muharebe koşulları bakımından düşünüldüğünde, 196 subayın “ölümü” muharebeyi neredeyse kaybettirir! İşte 196 subayını Balyoz soruşturmasıyla ABD’ye teslim eden TSK, maalesef neredeyse diz çökme noktasına gelmiştir.
Genelkurmay, BDP’nin üniter yapıya rest çeken “iki ayrı dil” ilanına karşı bir kamuoyu bilgilendirme açıklaması yapmış ama AKP’den “asker kendi işine baksın” 5, BDP’den de “ayar verme çabaları komik görülüyor” 6 yanıtı almıştır!
TSK’nın düştüğü bu durum, kuşkusuz, adım adım “mevzi” terk etmesinin neticesidir. Öyle ki, bu mevzileri vere vere, TSK görevini yapamaz hale gelmiştir.
Ne acıdır ki, örneğin TSK’nın PKK’lıların peşine düşerek 1.5 kilometre “Irak Kürdistan’ı” sınırı içine girmesi, ABD’nin uyarısı üzerine AKP hükümeti tarafından durdurulabilmiştir! 7
TSK, savaşma yeteneğini adım adım yitirmektedir.

KAYNAKLAR:
1 ANF, 19 Aralık 2010
2 Kanal D, Teke Tek, 16 Şubat 2004
3 ANF, 19 Aralık 2010
4 ANF, 19 Aralık 2010
5 Vatan, 17 Aralık 2010
6 www.haberturk.com, 18 Aralık 2010
7 Taraf, 16 Aralık 2010

Mehmet Ali Güller
20 Aralık 2010

8 Aralık 2010 Çarşamba

DAVUTOĞLU, ENVER PAŞA DEĞİLDİR!

Washington Post gazetesi yazarı Jackson Diehl, geçen hafta Washington’da görüştüğü Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun, kendisine Türkiye’nin eski Osmanlı ülkeleri üzerinde liderliğini yeniden kurma hayalinden bahsettiğini yazdı.
OSMANLI MİLLETLER TOPLULUĞU
Davutoğlu, gazeteye “Osmanlı Milletler Topluluğu” hedefini şu özlerle açıklamış: “İngiltere eski sömürgeleriyle bir milletler topluluğu halinde, neden Türkiye eski Osmanlı topraklarında, Balkanlarda, Ortadoğu ve Orta Asya’da yeniden liderlik kurmasın?”.
Washington Post yazarı makalesini şu sözlerle de sürdürmüş: “Aslında, Arap sokaklarının muhtemel lideri olarak Erdoğan, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah gibi rakiplerinden daha çekici görünüyor.
Wikileaks’in yayımladığı ABD belgelerinde yer alan Davutoğlu’na ilişkin bazı saptamalarla birleşince, konu basında geniş yer aldı ve yorumlandı. Değerlendirmeleri iki grupta toplamak mümkün:
Birinci grupta yer alanlar, Davutoğlu’yla ilgili Wikileaks belgelerinde yer alan “son derece tehlikeli” ve “neo-Osmanlı İslamcı fantezilerde kaybolmuş” şeklindeki ifadeleri de göz önünde bulundurarak, Dışişleri Bakanı’nı ve onun Osmanlı Milletler Topluluğu hedefini, sanki ABD’nin tam karşısında bir projeymiş gibi yorumladılar.
İkinci grupta yer alan bazı yazarlar ise kavramın ve hedefin, Osmanlı’nın yıkılmasının nedeni olduğunu, Davutoğlu’nun İttihat Terakki Paşası gibi davrandığını belirttiler.
Önce birinci grupta yer alan iddiaya bakalım: Gerçekten de Davutoğlu’nun projesi ABD’nin karşısında mı?
NEO-OSMANLICILIK, BOP’ÇULUKTUR!
Davutoğlu’nun bugün “Osmanlı Milletler Topluluğu” diye nitelenen projesinin ilk ayağı 10 Haziran 2010 tarihinde “Ortadoğu Birliği” adı altında oluşturuldu. Davutoğlu, Türkiye, Ürdün, Lübnan ve Suriye arasında serbest ticaret, serbest vize bölgesi oluşturulması ve ortak işbirliği konseyi çalışması yapılmasına ilişkin imzalan ortak deklarasyon sonrası yaptığı açıklamada, “İnşallah zamanla bu diğer bölge ülkelerini de kapsayacak şekilde gelişecektir” dedi. 1
Ortak deklarasyonda, “Türkiye, Ürdün, Lübnan ve Suriye arasındaki ilişkilerin birbirlerine ortak tarih, kültür ve coğrafyayla emsalsiz bir şekilde bağlı olan halkların iradesi temelinde artmakta olan siyasi diyalog, ekonomik karşılıklı bağımlılık ve kültürel etkileşim temelinde nitelendiği” belirtildi. 2
AKP’nin “Ortadoğu Birliği” Davutoğlu’nun 20 Mart 2009 günü Washington’a verdiği “Türkiye, küresel yeni düzene, çevresinde alt bölgesel düzenleri yeniden kurarak katkıda bulunacak” 3 sözüyle doğrudan ilgiliydi. Davutoğlu, verdiği bu sözden tam 40 gün sonra, 1 Mayıs 2009 günü Dışişleri Bakanı olarak atandı!
AKP’nin tam da bu tarihten sonra başlayan sözde İsrail karşıtlığı ile sözde İran dostluğu görüntüsü, bu görevle ilgilidir. Çünkü Araplar’la kurulacak böylesi bir “alt bölgesel düzen” için İsrail karşıtı bir duruş sergilemek ve İran’a markaj yapmak gerekiyordu!
Kısacası, Davutoğlu’nun Neo-Osmanlıcılığı, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin bir parçasıydı. BOP “küresel yeni düzen”, Neo-Osmanlı coğrafyası da onun “alt bölgesel düzeniydi”!
Peki, madem Davutoğlu’nun projesi, aslında bir ABD projesiydi, neden Wikileaks’in yayımladığı ABD belgelerinde kendisiyle ilgili olumsuz ifadeler var? Çünkü alternatifsizlik ve sandık başarıları; görev alanın elini, görev verene karşı güçlendirir ve bazen pazarlık yapma noktasına götürür!
İTTİHAT VE TERAKKİ DEVRİMCİYDİ!
Peki Cüneyt Ülsever’in dediği gibi “Osmanlı Miletler Topluluğu” Osmanlı’yı yıkan kavram mıydı? 4 Ya da Yalçın Doğan’ın dediği gibi “Davutoğlu İttihat Terakki Paşaları gibi” mi davranıyor? 5
Asıl üzerinde durulması gereken budur. Davutoğlu’nu Enver Paşa’yla, Talat Paşa’yla aynı kefeye koymak, AKP’yi neredeyse İttihat ve Terakki yapmak, tarihe sığmaz.
İttihat ve Terakki, kuşkusuz hatalar yapmıştır. Ancak bu hatalardan hareketle, İttihat ve Terakki’yi, Osmanlı’nın yıkılmasının müsebbibi görmek yanlıştır. İttihat ve Terakki, o günün Tayyip Erdoğan’ına karşı kurulmuş, ilerici, devrimci bir örgüttü! Osmanlı devleti içinde reformlar yaptı. Her şeyden önemlisi feodalizmin tek adam diktasına karşı, Meclis’i iktidarın ortağı yaptı!
Osmanlı Devleti, İttihat ve Terakki’nin hayalleri yüzünden yıkılmamıştır. Bu suçlamaya dayanak olarak hep şu mesnetsiz iddia sunulmuştur: İttihat ve Terakki tarafsız kalmayıp, Osmanlı devletini birinci dünya savaşına soktu!
OSMANLI SAVAŞA GİRMEK ZORUNDAYDI!
Bu yanılgı, birinci dünya savaşını, yani emperyalistler arası savaşı tarihsel yerine oturtamamaktan kaynaklanmaktadır. Savaş, esas olarak Osmanlı devletinin üzerinde olduğu topraklar üzerinde ve bu toprakları paylaşmak üzere yapıldı. Savaşın sonucundaki paylaşım bile tek başına bunun kanıtıdır. Osmanlı devletinin bu nedenle birinci dünya savaşının dışında kalma, tarafsız olma gibi bir şansı asla olmamıştır, olamazdı da…
İttihat ve Terakki bu acı gerçeği görmüş ve savaşın nesnesi olmak kaçınılmazlığına, öznesi olmaya çalışarak yanıt aramıştır. İttihatçılar Almanya’yla ittifaktan önce İngiltere, Fransa ve Rusya’nın oluşturduğu anlaşma devletleriyle ittifak aradılar. Ama boşunaydı. Ortadoğu’ya yerleşmek isteyen İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı’yla aynı safta olabilmesi zaten eşyanın tabiatına aykırıydı! Bu acı gerçek, İttihat ve Terakki’yi tarihsel zorunluluk olarak, Almanya’ya yöneltti.
Sonuç olarak, ABD emperyalizmin projesine uygun olarak Neo-Osmanlıcılık yapan Ahmet Davutoğlu, emperyalizme karşı vatan savunması yapan Enver ve Talat Paşa değildir!
Kaynaklar:
1 Sabah gazetesi, 11 Haziran 2010
2 Sabah gazetesi, 11 Haziran 2010
3 Hürriyet gazetesi, 21 Mart 2009
4 Cüneyt Ülsever, Osmanlı’yı yıkan kavram: Osmanlı Milletler Topluluğu, Hürriyet gazetesi, 8 Aralık 2010
5 Yalçın Doğan, DAvutoğlu İttihat Terakki Paşaları gibi, Hürriyet gazetesi, 8 Aralık 2010

Mehmet Ali Güller
8 Aralık 2010

3 Aralık 2010 Cuma

BEHZAT Ç(ÖZER): ÇÜNKÜ O GERÇEKTEN POLİS

Pek dizi izlemem; bir hafta devamını bekleyemem çünkü. Beş altı hafta önce, oyuncu arkadaşım Berke Üzrek ısrar etti Behzat Ç’yi izlemem için, kendisi de dâhil olmuş diziye ilk dört bölümün ardından… Önce onun oynadığı ilk bölümü izledim, ardından kaçırdığım bölümleri izledim internetten… Sonra her hafta yeni bölümü…
GERÇEK POLİSLER, GERÇEK OLAYLAR
Bahzat Ç ve cinayet büro ekibi; Harun, Hayalet, Akbaba, Eda, Selim ve Cevdet… Hepsi gerçek!
Alışageldiğimiz polis dizilerindeki polislerden farklılar; onlar gibi edebi konuşmuyorlar, “lanlı lunlu” hitap ediyorlar birbirlerine ve başkalarına; onlar gibi lüks evlerde yaşamıyorlar, gecekondularda oturuyorlar; onlar gibi lüks arabalara, ciplere sahip değiller, devletin verdiği araba dışında, şahsi araçları yok; onlar gibi lüks restaurantlarda yemiyorlar yemeklerini, küçük tüpte, menemen yapıyorlar; onlar gibi lüks gece kulüplerine takılmıyorlar; Neşet Ertaş çalan bir birahaneye gidebiliyorlar en fazla; onlar gibi pahalı giyinmiyorlar, bakımlı değiller, pejmürde, dağınık…
Çünkü hepsi gerçek; hepsi polis… Hukukun dışına çıktıkları da oluyor; gözaltına aldıklarına tokat attıkları da. Alışılagelen “iyi polislerin, kötü katilleri” yakaladığı türden olmayan bu polisiyede, dizisinin kahramanları, aslında anti-kahraman.
Behzat Ç. (Erdal Beşikçioğlu), cinayet büro amiri. Çok tanıdık. Öyle Yeşilçam polisleri gibi edebi konuşmayı beceremiyor, her cümlesi “lan” ile bitiyor, küfür ediyor, Gençlerbirliği fanatiği, tespih sallıyor, bira içiyor, pejmürde, dağınık, tıraşsız… Diğer dizilerdeki meslektaşları mankenlerle sevgili olurken, onun Gönül (Pelinsu Pir) adında, orta yaşın üzerinde, pavyonda çalışan bir sevgilisi var… Keçiören’de küçük ve ucuz bir evde yaşıyor, tıpkı maaşı belli gerçek polisler gibi… Gerektiğinde salya sümük ağlayacak kadar gerçek… İlk bölümde kızı Berna (Hazal Kaya) uyuşturucu kullanıp, intihar ettiğinde, travma yaşayıp, akıl hastanesine düşecek kadar da “normal” bir insan… Ve de iyi bir insan, ama sistemin içinde kötüleşen, belki de sistem için, kendini kötü yapan…
Harun (Fatih Artman), Behzat’ın en yakın mesai arkadaşı. O da çok tanıdık, Akademili bir komiser, maaşı belli, üstelik halk otobüsü şoförü babasına oyalanması için araba alamayacak kadar belli… Öyle belli ki, babasına kesilen yedi bin liralık ceza için bulabildiği yegâne çözüm, Polsan’dan çekeceği kredidir… Gerçek, tanıdık polislerdendir, polisliğin avantajlarından yararlanmaya çalışır; maçlara beleş girer (Ankaragücü taraftarıdır), yasak yere park eder, spor gazetesi ve magazin eki okur…
GECEKONDU DİRENİŞÇİSİ POLİS
Hayalet (İnanç Konukçu),
Akademili gerçek bir komiser daha. Gecekonduda oturuyor o da. Evlerini yıkmaya geldiğinde zabıta, o da mahalleliyle birlikte direniyor. Diğer polis dizilerindeki polisler gibi her an kıyafet değiştirmiyor. Beğendiği gömlekten bir düzine alıp, hep aynısını giyiyor…
Akbaba (Berkan Şal), akademili değil, alaylı… Ama kendisini iyi yetiştirmiş, cinayetlerin tıbben nedenini otopsi öncesi bilecek kadar da deneyim sahibi olmuş bir alaylı… Polislik dışında hayatı, polisler dışında da arkadaşı yok.
Eda (Seda Bakan), gerçek bir masa başı polisi, komiser yardımcısı, takımın olmazsa olmazı… Güçlü belleği, “cinayet işi erkek işidir” diyen meslektaşlarına karşı en büyük kozu. En büyük sorunu ise Selim ile Harun’un kendisi yüzünden kavga ediyor olması. Onun gönlü Selim’de…
Selim (Hakan Hatipoğlu), sıradan bir polis daha, deneyimsiz, hatta gözaltına almaya gittiği hayat kadınlarının spreyiyle etkisiz hale gelecek kadar… Öyle uçan, her türlü akrobasiyi yapan gerçekdışı polislerden değild. Ama ekibin de en kibarı… Ekibin en yenisi Cevdet’le aynı kefeye konmaktan ise çok rahatsızdır.
Cevdet (Berke Üzrek), aslında ziraat mühendisi, ama krizin “teğet geçtiği”(!) ülkemiz koşullarında, işsiz kalıp, çareyi polislikte bulmuş… Ama harıl harıl sorgu tekniği kitapları okuyacak kadar da, mecburiyetten girdiği işine odaklanmış…
ATATÜRKÇÜ POLİSLER
Ortak yönleri sadece yukarıda saydıklarım değil elbette. Hepsinin ya masasında, ya masasının arkasında mutlaka bir Atatürk resmi var… Ya müdürleri?
Anlatalım: Son bölümde, sol bir dergi dağıtırken gözaltına alınan ve karakolda intihar eden bir genç vardır. Mülkiye Müfettişi (Seda Akman) ve Emniyet Müdürü, olayın üstüne gidilmesini, kendi alanı olmamasına rağmen, Behzat Ç ve ekibinden isterler… Müdür, “üstüne git, kim varsa al içeri, korkma, arkandayım” der Behzat’a…
Behzat ve ekibi olayı çözer. Sol dergi dağıtan genci, “Terörle mücadele”den bir ekip almıştır, kum torbasıyla işkence yapmıştır, iz kalmasın diye. Ama genç iç kanama geçirmiştir. Durumdan sıyırmak için getirip bir karakola bırakırlar, sonra da karakoldan, “İstihbarat Şube”yi aratırlar. İstihbarat Şube gelir sorgu için, ama genç konuşacak durumda değildir, dönerler. Sonra karakoldaki polisler, gencin ölümüne intihar süsü verirler. Kamera kayıtlarının bir bölümü vardır, bir bölümü yoktur!
Netice itibariyle, Müdür’ün başında olduğu yapı, kendi kadrolarını İstihbarat Şube’ye yerleştirmek için, boşluk yaratmayı tasarlamış, bunun için de Behzat Ç’yi kullanarak içeri alınmalarını sağlamıştır. Ama başaramamıştır.
İşte o Müdür’ün masasında, makamında Atatürk yoktur!
Daha önceki bir bölümde de, İstihbarat Dairesi’nin oynadığı bir oyunu açığa çıkarmıştı cinayet büro… Bir cinayeti, bir sol örgüt militanının üstüne yıkmaya çalışıyordu daire… Ayrıntılar önemlidir; bir sahnede yakınıyordu Hayalet istihbarat daireden; “her yere sızdılar, gücü ellerine aldılar” diye!
POLİS DE MEMURDUR
Ayrıntılar önemlidir, örneğin: Ankara’da memur eylemleri yapılmaktadır. Sloganlar, Çevik Kuvvet, biber gazı… Destek için tüm polisler, cinayet büro bile, eylem bölgesine sevkedilir. Behzat ve ekibi arabanın içinde, eylemci memurları izler. Harun, “biz de memuruz, aralarında olmamız gerekmez mi?” diye sorar Behzat’a…
SOL’A DÜŞMAN OLMAYAN POLİS
Bir ayrıntı daha: Behzat’ın gençlik aşkı Bahar (Ayça Varlıer), yıllar sonra üniversite yıllarında birlikte mücadele ettiği Dev-Genç’ten arkadaşlarıyla karşılaşır ve yeniden onlarla birlikte olmaya başlar. Bir basın açıklaması sırasında, “terörle mücadele” ekipleri tarafından gözaltına alınır, sorgulanır ve hâkim karşısına çıkarılırlar. Terörle Mücadele komiseri, hâkimin serbest bıraktığı eylemcileri çıkışta tehdit ettiğinde, karşısında Behzat Ç’yi bulur!
HOCAYA, MUSKAYA İNANMAYA POLİS
Bir ayrıntı daha: Harun’un babası, halk otobüsü şoförlüğünden emekli olduktan sonra kafayı arabayla bozmuştur; halk otobüsü bile kaçırmıştır. Duruma bir türlü çözüm bulamaz aile. Anne ısrarla, oğlundan babasını hocaya götürmesini ister. Israrlara en sonunda boyun eğer Harun ve babasını “hoca”ya götürür; ama ne Harun, ne de Behzat inanmaktadır hocaya, muskaya, büyüye…
***
İstanbul’da Ergenekon tertibi, Emniyet’e sızan cemaat, cemaate karşı polis şeflerinin içeri düşmesi, “polis devleti” yaratma hevesleri, korkular, kuşkular, sorular…
Ankara’da ise “gerçek” bir polisiye dizisi…

Mehmet Ali Güller
3 Aralık 2010