28 Aralık 2010 Salı

YENİDEN YAPILANDIRILAN TÜRKİYE

AKP’nin önce hükümet sonra iktidar yapılmasıyla başlatılan ve nihai hedefi “Türk-Kürt Federe Devleti” olan “Türkiye’yi yeniden yapılandırma” süreci hız kazandı.
DİYANET’TE YENİDEN YAPILANDIRMA
Siyasetle başlayan ve kurumlara doğru genişleyen bu “yeniden yapılanma” sürecinden son etkilenen kurum Diyanet’tir. Kim ne derse desin, Diyanet Kurumu, son tahlilde laikliğin yanındadır, daha doğrusu yanındaydı. Türk Devleti, Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin hırpaladığı laikliği, zaman içinde Diyanet Kurumu üzerinden onarırdı. Ali Bardakoğlu’nun Atatürk vurgusu yaparak katılmadığı AKP resepsiyonuyla başlayan Diyanet Kurumu’ndaki “yeniden yapılandırma”, şimdi de vakfa sıçradı ve görevden almalar ile istifalar yaşandı…
ÜNİVERSİTELERDE YENİDEN YAPILANDIRMA
“Yeni CHP”nin açılımı ile başlayan, YÖK genelgesiyle serbestlik kazanan türban konusu da, aşama aşama yapılandırılan üniversiteler açısından AKP’ye yeni bir mevzi sağladı. Türbanla sadece öğrencilerin değil, üniversite yöneticilerinin de kafaları bağlandı! Bunun son örneği, demokratik haklarını kullanmak isteyen TGB’li gençlere, Manisa Celal Bayar Üniversitesi Rektörü Mehmet Pakdemirli’nin takındığı tutumdu…
YARGI’DA YENİDEN YAPILANDIRMA
Önce Anayasa Mahkemesi’ni, 12 Eylül halkoylamasından sonra da HSYK’yı “yeniden yapılandıran” iktidar, şu anda “yerleşme” sürecinde. Bu süreç tamamlandıktan sonra hedefte Yargıtay var!
TSK’DA YENİDEN YAPILANDIRMA
İktidarın “yeniden yapılandırma” hedefinin odağındaki kurum olan TSK, şimdilerde YAŞ’a yönelik saldırıyla meşgul. AKP, MGK’nin “yeniden yapılandırılması” sürecinde izlediği yolu şimdi YAŞ’ta izliyor; adım adım, Şura’nın asker-sivil oranı üzerinde oynuyor.
TSK üzerindeki “yeniden yapılandırma” sürecinin hangi etkiyi yaptığını gösteren son örnek, Harp Okulu öğrencilerinin yaptığı geleneksel “Garnizon koşusu” ile ilgili şikayetti(!) Genelkurmay yaptığı açıklamayla, ismini vermeden, hükümetin emrindeki Ankara Valisi’nden şöyle şikâyette bulundu: “Atatürk’ün Ankara’ya gelişinin 91’inci Yıldönümü kutlamaları çerçevesinde, her yıl geleneksel olarak icra edilen ‘Garnizon Koşusu’, kullanılacak güzergâhın tahsis edilmemesi nedeniyle yapılamamıştır”.
Temennimiz, TSK’nın vatan savunması konusunda da “yetki ve güzergâh tahsisi” bekleme noktasına düşmemesidir!
Ankara Valiliği’nin, Atatürk’ün 27 Aralık 1919’da Ankara’ya gelişi nedeniyle yapılan geleneksel “Garnizon Koşusu”na güzergâh tahsis etmemesinin nedeni ise 10 Aralık 2010 tarihinde yayınladığı genelgede belirttiği trafik yoğunluğuymuş. Valilik, aynı nedenle, 1932 yılından beri yapılmakta olan “Seymen Alayı Yürüyüşü”ne de izin vermemiş. Oysa Ankara Valiliği, 75. Yıl koşusu için, tüm ana caddeleri kapatıp koşuya açabilmiş!
Demek, “asker-sivil” kavram bulandırması üzerinden yürütülen ideolojik mücadele, koşuya kadar inmiş! Ankara Valiliği, askere izin vermezken, sivillere güzergâh tahsis edip, koşu izni veriyormuş!
İDEOLOJİDE YENİDEN YAPILANDIRMA
Asker’e ve Atatürk’e karşı alınan bu tutumun bir başka yansıması da Türklük kavramı üzerine olanıdır. Bir yandan Karen Fogg’un deyimiyle “Türk tarihinin hakkından” geliniyor, diğer yandan da Türk kavramı üzerinden “ideoloji” yeniden yapılandırılıyor.
Nasıl mı?
Örneğin, Türkiye Cumhuriyet Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, “Kürtçülüğe de Türkçülüğe de karşıyım. Bizim medeniyetimizde ırkçılığa yer yoktur” diyor. (Sabah, 27 Aralık 2010)
Örneğin, Kemal Kılıçdaroğlu, “yeni CHP” genel başkanı seçildiği kurultaydaki konuşmasında “neden Kürt demediniz” diye soranlara “Ben Türk de demedim” savunmasında bulunmuştur. (Radikal 27 Mayıs 2010)
Örneğin, Mehmet Akif Ersoy’u anma törenlerinde “İstiklal Marşı” okunmamıştır! Törende konuşan Başbakan Erdoğan da, başka yer yokmuş gibi, kürsüden “diplomasi dersi” vermiştir. (Gerçi ders diye söylediği topu topu ‘diplomasinin esası vücut dilidir’ mealindeki sözlerinden ibarettir)
Örnekler artırılabilir. En önemlisi olduğundan, Başbakan’ın “Kürtçülüğe de Türkçülüğe de karşıyım. Bizim medeniyetimizde ırkçılığa yer yoktur” açıklaması üzerinde durarak yazımızı tamamlayalım. Bir kere Başbakan iki kısa cümlede bir paradoksa, iki hataya ve bir “gizli ajanda”ya imza atmıştır:
1.. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, Kürtçülük ile Türkçülüğü aynı kefeye koyamaz! Koyarsa, oturduğu koltuğu, kendine oy verenler açısından da tartışmaya açar.
2.. Kürtçülük ile Türkçülük kavramlarını ister sosyo-ekonomik ister siyasi, isterse salt kavramsal açıdan analiz ediniz; “aynı”laştıramazsınız! Tüm bu nedenlerin toplamı olarak her iki kavram birbirine “bölen ile birleştiren” kadar zıttır.
3.. Türkçülük ırkçılık değildir! Atatürk milliyetçiliği ırkçılık değildir!
4.. Erdoğan’ın “bizim medeniyetimiz” dediği “Türk medeniyeti” değildir! İslam medeniyetidir!
SONUÇ
Türkiye Cumhuriyeti devleti “yeniden yapılandırılırken”, süreç yukarıdan aşağıya doğru ilerlemektedir!
“Kürt Açılımı”, doğası gereği “toplumsal ayrışmaya” dönüşmüştür. Ülkenin bir bölgesinde “demokratik özerklik” ilan edilmiş, bir haftadır “iki dilli” bir yaşama geçilmiştir!
2011 Haziran’ı, dümensiz vaziyette yuvarlanan Türkiye’nin uçurumudur! Talabani bile –en üst katlardan bulduğu destek ile Türkiye’nin iç işlerine karışarak- 2011 Haziran’ını işaret etmiş ve PKK ile BDP’den aşırıya gitmemelerini istemiştir! Dahası Talabani, hükümetin seçimlere kadar önemli adımlar atamayacağını, PKK ve BDP’ye öğüt olarak söylemiştir! (Radikal, 26 Aralık 2010)
Türkiye ya uçurumda durabilecek, ya da yuvarlanacaktır!

Mehmet Ali Güller
28 Aralık 2010

27 Aralık 2010 Pazartesi

AKP VE DAMAT FERİT GELENEĞİ

Türk dış politikasının başarısızlığını, salt Ahmet Davutoğlu’nun “hayalciliğiyle” açıklamaya çalışan tezler, Türk dış politikasına Davutoğlu kadar zarar veriyor. Bu tez, son tahlilde, Erdoğan’ın Davutoğlu değişikliğinin, Türk dış politikasını kurtaracağı sonucuna götürür!
Oysa sorunun kaynağı Davutoğlu değildir. Sorunun kaynağı AKP ve onun iktidar olabilmesinin şartı olarak ABD’ye olan bağımlılığı ile politikalarının Washington merkezli olmasıdır.
“Komşularla sıfır sorun” adı altında yürütülen bu politikaların “mantığını” çözümlemek açısından, gelin Washington merkezli tezlerin sahiplerinden Ömer Taşpınar’ın yazdıklarına bir göz atalım:
“Ama eğer bu konuda kendi elimizi güçlendirmek ve ABD’deki Ermeni lobisinin işini zorlaştırmak istiyorsak 2011 Haziran seçimlerinden hemen sonra yapılması gereken şey belli: Ermenistan ile imzalanan protokolleri TBMM’den geçirmek. Ermeni soykırım yasa tasarısının Demokles’in kılıcı gibi her yıl Türk-Amerikan ilişkilerinin üzerinde sallanmasını engellemek için önümüzdeki son fırsatı kaçırmamalıyız. Zira Beyaz Saray ve ABD Dışişleri sonsuza kadar Türkiye'nin jeostratejik önemini Kongre’ye karşı savunamayacaklardır”. (Ömer Taşpınar, Kürt Meselesi, CHP ve ABD, Sabah, 27 Aralık)
Keza Davutoğlu da “Tasarı Demokles’in kılıcı gibi sallanmasın” demişti birkaç gün önce…
Gelin kafa üstü duran bu tezi, önce ayaklarının üzerine taşıyalım.
ABD’nin Ermeni Soykırımı iddiasını gündemde tutmasının hedeflerinden biri, Türkiye’ye Ermenistan’la ilişkilerini normalleştirmesini sağlatmaktır. Çünkü Ermenistan’ın siyasi ve ekonomik nedenlerle buna ihtiyacı vardır. Türkiye ise ilişkilerin normalleşmesini, Ermenistan’ın işgal ettiği Azeri topraklarından çekilmesi şartına bağlamıştı. Bu şart AKP taahhütleriyle birlikte, kırmızı bir çizgi olmaktan zamanla çıktı. TBMM’den geçirilmesi istenen protokoller, işte AKP’nin bu şart olmaksızın, Ermenistan’la ilişkileri normalleştirmesini esas almaktaydı.
Hal böyleyken, “Ermeni Soykırımı tasarısı, Demokles’in kılıcı gibi üzerimizde sallanmasın diye” protokolleri TBMM’den geçirmeyi kabullenmek, tasarının hedefinin zaten gerçekleşmesi demektir!
“Komşularla sıfır sorun” sağlayacağım diye “sorunları komşu lehine sıfırlamak”, başarı değil, bağımlılıktır!
Karşıdakinin kozunu almak için, kozu kabullenmeyi diplomatik başarı gibi sunan bu anlayış, bağımlılığın sonucudur, bağımlı kafanın esaretinin sonucudur. İşte AKP, tüm Dışişleri Bakanları’yla bu anlayışı sürdürdü; şimdiki Bakan Ahmet Davutoğlu gibi, Yaşar Yakış da, Abdullah Gül de, Ali Babacan da bu çizgiyi yürüttü.
Ki bu çizgi, Damat Ferit çizgisidir, geleneğidir. Tarih içinde çözümü de bellidir.

Mehmet Ali Güller
27 Aralık 2010

25 Aralık 2010 Cumartesi

MANİSA REKTÖRÜ BİR ZAMANLAR NE DİYORDU?

“Üniversiteler topluma yön veren kuruluşlar olmalıdır. Statüko ve durağanlığı temsil etmemeli, değişim ve yenilikten yana öncü rol oynamalıdır. Bu kurumlarda çalışan akademisyenler tam anlamıyla kendilerini özgür hissedebilmeli, düşünce ve fikirlerini hiçbir endişeye kapılmadan rahatça ifade edebilmelidirler. Akademisyenlere, beğenmedikleri icraatlar için üniversite idaresini ve rektörü de rahatlıkla tenkit edebilme serbestliği sağlanmalıdır. Muhalif sesleri susturmak için disiplin ceza yönetmeliği kullanılmamalı, açıklama ve ikna yöntemi tercih edilmelidir. Disiplin soruşturması ancak başka türlü çözüm yolu kalmamış, sabit ve art niyetli suçlar için açılmalı, rektörlüğün kendi makam ve icraatlarını savunmak, muhalifleri susturmak için bir silah olarak kullanılmamalıdır. Suçu sabit olan ve kötü niyetli kastın olduğu eylemlerde ise suçlu korunmamalı, gereken işlemler derhal yapılmalıdır. Bu özgürlük ortamından öğrencilerimiz de yararlanabilmeli, suça karışmamak şartı ile fikirlerini özgürce beyan edebilmeli, bu amaçla toplanıp konuşmalar yapabilmelidir. Öğrenci temsilci kurulları birimler tarafından periyodik olarak toplantılara çağrılmalı, öğrencilerin iyileştirme adına önerileri dikkatle ele alınmalıdır.” (1)
Bu sözler, Celal Bayar Üniversitesi’nin yeni rektörü Prof. Dr. Mehmet Pakdemirli’ye ait. Bu “demokratik” bakış açısına sahip bir rektörün varlığı, üniversite öğrencilerinin büyük şansı(!)
Peki öyle mi?
‘KİMLİKLERİNİ TOPLARIM, OKULDAN ATARIM’
24 Aralık 2010 tarihinde, Manisa Milletvekili ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Prof. Pakdemirli’yi, rektör atandığı için kutlamak ister ve Manisa Celal Bayar Üniversitesi’ne geleceğini haber gönderir.
Bu gelişme üzerine bir grup Türkiye Gençlik Birliği TGB üyesi üniversiteli genç, Arınç’ı protesto etmek üzere toplanır. Ellerinde yumurta olmayan ve sadece slogan atacak gençlerle, rektör arasındaki diyalogu Türkiye izledi.
“Rektörün ibretlik konuşmasını yeniden anımsatalım: “Sizler Atatürk'ten görev alamazsınız. Cumhuriyeti savunacaksam ben savunurum. Net bir şey söylüyorum size. Siyasi slogan atarsanız, kimliklerinizi toplarım. Üniversiteden atarım hepinizi”. (2) Rektör tam bu konuşmayı bitirince, bir yetkili kameraların da duyacağı şekilde, Rektöre “Arınç’ın üniversiteye giriş yaptığını” haber verdi.
İyice paniğe kapılan Rektör, öğrencilere son sözünü söyledi: “Hemen dağılıyorsunuz. Burada slogan atamazsınız. Eğer atarsanız emniyet görevlileri kimliklerinizi toplayacak”. (3)
Gençler olgun davrandı da, olay daha da büyümedi!
Şimdi gelin Rektör’ün, Arınç ziyareti nedeniyle estirdiği terör sırasında söylediği sözler ile daha önce dile getirdiği, yukarıda alıntıladığımız sözleri, cümleler bakımından kıyaslayalım.
REKTÖRÜN ARINÇ HALLERİ
Rektör eskiden diyor ki: “Muhalif sesleri susturmak için disiplin ceza yönetmeliği kullanılmamalı, açıklama ve ikna yöntemi tercih edilmelidir”.
Rektörü şimdi diyor ki: “Net bir şey söylüyorum size. Siyasi slogan atarsanız, kimliklerinizi toplarım. Üniversiteden atarım hepinizi”.
Rektör eskiden diyor ki: “Bu özgürlük ortamından öğrencilerimiz de yararlanabilmeli, suça karışmamak şartı ile fikirlerini özgürce beyan edebilmeli, bu amaçla toplanıp konuşmalar yapabilmelidir”.
Rektörü şimdi diyor ki: “Hemen dağılıyorsunuz. Burada slogan atamazsınız. Eğer atarsanız emniyet görevlileri kimliklerinizi toplayacak”.
BİLİMSEL DURUŞUN İFLASI
Bir akademisyeni, yazdığını yalayacak böyle bir uygulamaya yönelten nedir? Doktor unvanı almış, profesör unvanı almış, bilimle uğraşmış bir insanın, makam edindikten sonraki 180 derece değişen bu tutumunu nasıl açıklamak gerekir?
Hiç lafı evirmeye, çevirmeye gerek yok!
Bu AKP korkusudur!
AKP’li Burhan Kuzu’nun, protesto edildi diye, SBF Dekanı’nın görevden alınması için YÖK’ü göreve çağırması ve üniversitelerin bu açık “faşist” uygulamaya sessiz kalmış olması, bilimsel duruşun iflasıdır!
İşte o duruş, dün de Manisa’da yerlerde sürünmüştür!
Ancak o duruş yerlerde de sürünce, bu ülkenin gençleri, Kubilay’dan bu yana başını vermiş ama başını öne eğmemiştir!
KAYNAKLAR:
1..http://www.mehmetpakdemirli.com/index.php?option=com_content&view=article&id=168&Itemid=126
2..24 Aralık 2010 tarihli anahaber bültenleri
3..24 Aralık 2010 tarihli anahaber bültenleri

Mehmet Ali Güller
25 Aralık 2010

24 Aralık 2010 Cuma

DEMOKARTİK ÖZERKLİK KİTAPÇIĞI 2 YIL ÖNCE TBMM’DE DAĞITILMIŞTI

Demokratik Toplum Kongresi’nin “özerklik” ilanı konusunda hükümet değil ama AKP nihayet bir açıklama yaptı. AKP’li Ömer Çelik, “bu tartışmalar Türkiye için suikast girişimidir” (1) dedi.
Kuşkusuz bu açıklama, “Kürt Açılımı”nı başlatan AKP’nin genel yönelimine hiç de uymuyordu. Ne de olsa, AKP, “bölgelerde yerel hükümetler kurma” zemini oluşturan Kamu Yönetimi Temel Kanunu’nu 15 Temmuz 2004 tarihinde TBMM’den geçirmişti. Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, AKP’nin yasasını “Türkiye’ye suikast” gibi değerlendirmiş ve veto etmişti.
Tabi, “proje” Washington merkezli olduğundan, AKP eline geçen ilk fırsatta, yeniden hamle yaptı: AKP, Türkiye’yi 12 eyalete bölen Kalkınma Ajansları Yasası’nı 25 Ocak 2006 tarihinde TBMM’den geçirdi.
Kaldı ki AKP, projeye hukuki zemin sağlamak üzere, 4 Haziran 2003 tarihinde “Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi” ile “Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi” başlıklı “BM İkiz Sözleşmeleri”ni TBMM’de zaten onaylamıştı!
Erdoğan’ın daha o tarihlerde “Diyarbakır’ı ABD’nin Büyük Ortadoğu projesi içinde bir merkez yapma” (2) taahhüdünde bulunması, aynı proje gereğidir.
İşte Ömer Çelik’in bugün “suikast” diye tanımladığı “demokratik özerklik”, aslında AKP hükümetinin bir numaralı ev ödeviydi. AKP ile BDP’yi, PKK’yı “Kürt Açılımı”nda birleştiren de bu ödevdi.
AKP’nin DTK’nın “özerklik” ilanına, “suikast” gibi çok ağır bir ifadeyle karşı çıkması, esas olarak, 2011 Haziran seçimleriyle ilgilidir. Hükümet, seçimlere bu kadar az zaman kala, riske girmek istememektedir. Başbakan Erdoğan, “demokratik özerklik” esaslı federasyon anayasasını da, zaten “yeni anayasa seçim sonrası” diyerek rafa kaldırmıştı.
Yani AKP’nin “suikast” açıklaması sadece taktikseldir. Çünkü “demokratik özerklik” zaten yeni de değildir!
Anayasa Mahkemesi’nin kapattığı Demokratik Toplum Partisi DTP’nin, zaten kongre kararıydı!
Demokratik Toplum Kongresi, 24 Ekim 2007 tarihinde “demokratik özerklik projesi”ni kabul etmiş; Demokratik Toplum Partisi DTP de, Kasım 2007’deki 2. Olağan Kongresi’nde, projeyi, “siyasi tutum belgesi” olarak tüzüğüne sokmuştu!
Hatta, DTP milletvekilleri, projeyi Türkçe, Kürtçe ve İngilizce kitapçık şekliden bastırıp, TBMM’de de dağıtmıştı! (3)
O gün, Meclis çatısı altında yapılan bu rezalete suskun kalan hükümetin ve AKP’nin, bugün çıkıp “suikast” demesi, seçim taktiğidir, takiyedir ama her şeyden önce hafızaya hakarettir!
1.. www.hurriyet.com.tr, 23 Aralık 2010
2.. Kanal D, Teke Tek, 16 Şubat 2004
3.. Hürriyet, 29 Ekim 2008

22 Aralık 2010 Çarşamba

DAVUTOĞLU’NUN SIFIR SORUNU!

Atanmış Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun” isimli, Washington merkezli dış politikası, Türkiye’ye ağırlık kaybettirmeye devam ediyor. AKP’nin profil kaybettirdiği Türk dış politikası, uluslararası ilişkiler açısından gün geçtikçe onur kırıcı bir hal almaya başladı!
Son iki gündür yaşananlar bile, kolay kolay telafi edilemeyecek önemdedir.
KIBRIS
“Kıbrıs Rum Kesimi’nde yüzlerce Apoel taraftarının saldırısına uğrayan Pınar Karşıyakalı basketbolcular, sığındıkları soyunma odasında saatlerce mahsur kaldı. Lefkoşa’nın Rum kesimindeki spor salonunda oynanan maçın ardından Türkiye aleyhine sloganlar atan yüzlerce Apoel taraftarı tribünlerden sahaya indi. Taş ve sopalarla Pınar Karşıyakalı sporculara saldıran fanatik Rumlar, soyunma odasına sığınan takımımızı saatlerce içeride mahsur bıraktı. Salondaki 3 bin kişiye karşı sayıları 10’u ancak bulan Rum polisleri, taraftarlara engel olmakta yetersiz kaldı”. (1)
Rum Kesimi yönetiminin, gerginlik içinde geçeceği belli bir karşılaşmada sadece 10 kadar polis görevlendirmesi, zaten niyetleri ortaya koymaktadır! Kaldı ki, taraftarların maçtan günler önce, şu ifadelerle saldırıya hazırlandıkları ortadayken: “ ‘Hep birlikte Yunan ruhunu köpeklere göstereceğiz’, ‘Buradan canlı çıkış yok’, ‘Yunanlıların kim olduğunu hatırlama vakti geldi’”. (2)
Bu arada sporcularımızı karşılayan Devlet Bakanı Egemen Bağış’ın, “yaşananlar, Rum kesiminin adil, kalıcı bir uzlaşmayla bir arada yaşama isteğinde olmadığını bir kez daha ortaya koydu” (3) şeklindeki açıklaması, Kıbrıs’ta sekiz yıldır “ver kurtul” siyaseti izleyen AKP’nin dış politikasındaki başarısızlığının itirafı oldu!
Bir başka başarısızlık itirafı da AKP’nin spordan sorumlu Devlet Bakanı Faruk Nafiz Özak’dan geldi: “Eğer biz Avrupa Birliği’nde bu zihniyette ülkelerle bir arada olacaksak, ben AB’ye girmeyi istemiyorum”! (4)
YUNANİSTAN
AKP hükümeti, taviz üzerine taviz vererek, Yunanistan’ın FIR hattı ihlalini engellemeye çalıştı. Atina ise tavizler karşısında, geri adım atmak şöyle dursun, gittikçe pervasızlaştı. Hükümetin FIR hattına umut için ürettiği yeni taktik ise tam bir diplomasi skandalı:
“Türk Hava Kuvvetleri'nin 100. kuruluş yıldönümü kapsamında 13-24 Haziran tarihleri arasında Konya’da düzenlenecek Anadolu Kartalı Tatbikatı’na Yunanistan Hava Kuvvetleri ilk kez davet edildi”. (5)
ERMENİSTAN
AKP’nin Azerbaycan’la “kardeşliği” hiçe sayarak ABD’nin isteği doğrultusunda uyguladığı “Ermeni Açılımı”, duvara çarpmış durumda. AKP açılımı ile sırasıyla uygulanan kilise ve müze jestlerinin, Azeri bayrağı yasaklamanın, protokol imzalamanın bedeli sadece Azerbaycan dostluğunun bozulması olmadı elbette…
Ermenistan, “dünyanın en etkili savunma sistemlerinden biri olarak kabul edilen S-300 füzelerine sahip olduğunu” açıkladı. (6)
Dahası, Türkiye’yi AKP üzerinden Ermeni Açılımı’na mecbur eden ABD, şimdilerde yeniden sözde soykırım iddiasını Ankara üzerinde kılıç gibi sallamaktadır. Türkiye birkaç gündür, ABD Temsilciler Meclisi Genel Kurulu’nun, tasarıyı oylayıp oylamayacağıyla ilgili hop oturup, hop kalkmaktadır.
Üstelik Beyaz Saray bir açıklama yaparak, ABD Başkanı Obama’nın, Erdoğan’ın gönderdiği “tasarı gündeme alınmasın” şeklindeki mektupla ilgili Genel Kurul nezdinde bir girişimde bulunmadığını da açıkladı!
IRAK
AKP iktidarı öncesi, Türkiye tarafındaki muhatabı en fazla Albay rütbesinde olan Celal Talabani, ABD’nin desteğiyle Irak Cumhurbaşkanı oldu ve Türkiye’nin iç politikasına müdahale etme noktasına kadar ulaştı. AKP’nin defalarca kırmızı halı sererek Ankara’da ağırladığı Talabani, şimdi de Ankara’daki “demokratik özerklik” tartışmasına “ağabey” olarak ağırlığını koymaya geldi. Talabani, “demokratik Özerk Kürdistan” kararı alan Demokratik Toplum Kongresi’nin eş başkanları Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk ile görüştü.
Görüşmenin ardından kameraların karşısına geçen Ahmet Türk’ün sözleri, aslında Talabani’nin AKP üzerindeki “ağabey” rolüne işaret ediyordu: “Barışın sağlanması konusunda, önemli bir misyona sahip olan bir cumhurbaşkanı. Yine Kürt sorununun barışçıl yöntemlerle çözümü konunda büyük çaba içinde olduğunu görüyoruz. Tabii ki barışçıl bir sürecin gelişmesi için bugün yapacağı çalışmaların Türkiye'nin barışına yönelik katkılar sunacağına inanıyoruz”. (7)
Türk devletine rest çeker gibi yapılan bu görüşmelerin geldiği noktayı, herhalde en iyi Aysel Tuğluk’un, Talabani’ye, Abdullah Öcalan’ın selamını ilettiğini söylemesi gösterdi!
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile 1.5 saatlik zirve yapan Talabani, NTV’ye önemli açıklamalar yaptı. “Kürt Açılımı tarihi fırsattır” diyen Talabani, “iki dillilik, kültürel zenginliktir” (8) demeyi de ihmal etmedi! Sürece müdahil olan Talabani, yetinmeyip, “çözüm için elinden geleni yapacağını” belirtti!
Bu arada, ana muhalefet partisi CHP’nin büyük suskunluk içinde izlediği sürece, AKP’den de “dolaylı destek” geldi! AKP, “BDP-DTK-PKK”nın “demokratik özerk Kürdistan” ilanına, “Cizre ve Yüksevova’yı il yapma” (9) açılımıyla harç sağladı!
SONUÇ
Atanmış Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun” isimli dış politikasının geldiği yer burası…
Ancak AKP’nin uygulamaları, Türkiye’yi hem içte, hem de dışta, yamaçtan aşağı yuvarlanan bir kayaya, taşa dönüştürmüş durumda…
Türkiye dümensiz bir şekilde, uçuruma yuvarlanıyor…
KAYNAKLAR:
1 www.hurriyet.com.tr, 22 Aralık 2010
2 www.ntvmsnbc.com, 22 Aralık 2010
3 www.htspor.com, 22 Aralık 2010
4 www.milliyet.com.tr, 22 Aralık 2010
5 Cumhuriyet, 21 Aralık 2010
6 www.gazetevatan.com, 21 Aralık 2010
7 www.haberturk.com, 22 Aralık 2010
8 www.ntv.com.tr, 22 Aralık 2010
9 Milliyet, 22 Aralık 2010

Mehmet Ali Güller
22 Aralık 2010

21 Aralık 2010 Salı

CIA GÖREVLİSİ PROF. VAMIK VOLKAN, GÜL’E AÇILIM RAPORUNU SUNDU

Kürt Açılımı konusunda çalışmalar yapmak üzere ABD’den Türkiye’ye gönderilen CIA görevlisi Prof. Dr. Vamık Volkan, dördüncü kez görüştüğü Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e 71 önerinin yer aldığı raporunu sundu.
Ekibiyle birlikte 27 Ocak 2009’dan beri çeşitli çalıştaylar yapan Prof. Dr. Vamık Volkan, son olarak 11 Aralık 2010 tarihinde, İstanbul Sheraton Otel’de ülkesel çekirdek ekip ile Hakkari, Mersin ve Malatya’dan gelen yerel çekirdek ekiplerin katılımıyla, “Türkiye’nin Büyük Çatısı: Demokratikleşmeye Doğru Türkiye’nin Ağacı” başlıklı bir çalıştay düzenledi.
Volkan’ın moderatörlüğünde yapılan çalıştaya katılan ve Cumhurbaşkanı Gül için hazırlanacak rapora katkı sunan isimlerden bazıları, Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarı Muammer Güler başta olmak üzere şunlardı: Tarık Çelenk, Murat Sofuoğlu, Avrupa Türk İslam Birliği Kurucu Başkanı ve eski ülkücü Musa Serdar Çelebi, Murat Belge, Eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş, Muhsin Kızılkaya, Yavuz Arslan Argun, Turan Sarıtemur, Eski Özel Harp Dairesi Subayı Mete Yarar, Ümit Fırat, Altan Tan, Türk Ocakları İstanbul Şubesi Başkanı Cezmi Bayram, Deniz Ülke Arıboğan, Bekir Berkay Türkay, İsris Ağacanoğlu, Halit Yalçın, Tahirhan Taş, Zeynep Besi, Mehmet Alaca, M. Duran Özkan, Metin Aktaş, Yasmina Lokmanoğlu, Yaşar Erjem ve Erdoğan Günal.
Prof. Vamık Volkan ve ekibinin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e “Reçeteler” diye sunduğu 71 önerinin belli başlıları ise şunlar:
o Ulusallaşan, hırçınlaşan ve gittikçe de güç kaybeden ulusal cephe olarak bildiğimiz insanları da anlamaya çalışalım ki onlar da gittikçe radikalleşmesinler.
o Türklük kavramı yerine Türkiyeli kavramı kullanılmalıdır.
o Bütün kentler geçmişte yaşadıkları sıkıntıları hazırlanan yeni anayasaya yansıtacak bir takım önerileri şimdiden hazırlamaya başlasınlar ve bunları seçim için gelecek milletvekili adaylarına, parti genel başkanlarına ve parti yetkililerine versinler ve 2011 seçimlerinden sonraki süreçte bu önerilerimizin takipçisi olalım.
o Dünyanın en iyi, en kaliteli Kürtçe eğitim veren üniversitesi Siirt ve Mardin’e kurulmalıdır.
o Öğretmenler günü yılın öğretmeni ödülü Mili Eğitim Bakanımız tarafından Siirt Tillo’da İbrahim Hakkı Hazretleri’nin bulunduğu yerde verilmelidir.
o Anneler günü Anna Jarvis’in yaptığı eylemle değil, dünyada annesini en iyi seven Veysel Karani Hazretleri’nin türbesinde cumhurbaşkanımızın katılımıyla kutlanmalıdır.
o Özerlik sistemi de artık tartışılır hâle getirilmelidir.
o Ekopolitik Misak-ı Milli sınırları ile ilgili çalışma yaptığına göre bu tür toplantıları Erbil’de, Musul’da, Süleymaniye’de gerçekleştirmek için çaba harcamalıdır.
o Devlet temel hak ve özgürlükler kapsamında imzaladığı uluslararası anlaşmalara uymalıdır.
o Ana dilde eğitim yapılması için demokratik sınırlar içinde düzenlemeler yapılmalıdır.
o Yerel yönetimlere sosyal problemlere çözüm bulacak yetki verilmelidir.
o Cem evlerinin yasal statüye kavuşması için Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Yasası ve bunun paralelindeki yasalar yeniden gözden geçirilmelidir.
o Kılık ve kıyafetten dolayı insanların eğitimlerinin ellerinden alınması ilkelliğine son verilmesini ve başörtüsünün bütün eğitim kurumlarında serbest hâle gelmesini öneriyorum.
o Silahsızlanma konusunda devlet son derece önemli adımlar atarak PKK’yı dağdan indirme çalışmalarında realiteye uygun çözümler geliştirmelidir.
o Hükümet, Kürt halkının siyasi partilerini, sivil toplum kuruluşları ve kanaat önderlerini muhatap alarak açılım konusunda cesaretli davranmalıdır.
o Anayasanın özellikle ilk üç maddesinin değişmelidir.
o Barış sürecinin, çatışmasızlık sürecinin devam edebilmesi için hâlâ devam eden sınır ötesi operasyon ve bombalamalar durdurulmalıdır.
o Adalet Bakanlığı, örgüt propagandası ve toplantılara muhalefet konusunda 7-8 yıldır devam eden davalar hususunda hızlı adımlar atılması için çaba sarf etmelidir.
o Özellikle anayasamızda, kanunlarımızda ve diğer mevzuatta Türklüğü ön plana çıkaran, üst kimlik olarak vurgulayan hükümlerin ivedi olarak düzeltilmesi, çıkartılması ve daha kapsayıcı hâle getirilmesi gerekir.
o Toplumsal olaylarda gösteriye katılan insanların terörle mücadele yasasından yargılanması ve cezalandırılması konusu yeniden gözden geçirilerek, daha vicdanlı ve adil bir düzenleme yapılmalıdır.
o Dağlara, taşlara yazılan “Ne mutlu Türk’üm!” yazısı ayrışmalara yol açtığı için silinmelidir.
o Andımız kaldırılmalıdır.
o YAŞ kararı ile terfi ettirilemeyen askerlerin yanında, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da suça karışmış asker ve polisler de görevden alınmalıdır.
o Hakikatleri araştırma komisyonu kurulmalıdır.
o Sonradan değiştirilen coğrafya isimleri geri iade edilmelidir.
PROF. VOLKAN NEREDEYSE, ORASI AYRIŞIYOR!
Körü Körüne İnanç ve Kimlik Adına Adam Öldürmek isimli kitaplarında açıkça CIA adına görev yaptığını beyan eden Vamık Volkan, ABD’nin hedef ülkelerinde önemli işler yaptı. Filistin-İsrail çatışmasında Filistin’de, Yugoslavya parçalanmadan önce Yugoslavya’da, Kuveyt’te, Bosna Hersek’te, Arnavutluk’ta, Kafkaslarda, Ukrayna’da, Gürcistan’da ve Kıbrıs’ta görev yapan Prof. Dr. Vamık Volkan, Kürt Açılımı’nın Amerikalı mimarlarından David L. Philips ile birlikte “Türk-Ermeni Uzlaşma Komisyonu”nda da görev yaptı.
Politik Psikoloji uzmanı Prof. Volkan’ın son görev sahası ise Türkiye. Volkan, açılım için ABD’den Türkiye’ye ilk gönderildiğinde önce Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile sonra da Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile görüştü. Volkan, Cumhurbaşkanı Gül’e “Açılım çalışmalarında siyasetin ve siyasetçilerin ön planda olmadığı, 20-30 kişilik özgün bir grup oluşturularak, çalışmaların bunların eliyle yürütülmesi gerektiğini” söyledi.
Prof. Volkan, Açılım Koordinatörü İçişleri Bakanı Beşir Atalay ile görüşmesinde, açılım için “Ağaç Modeli” önerdi. Bu modele göre “Kök” soruna teşhis koymak, “Gövde” görüşleri ortaya koymak, “Dallar” da geliştirilen çözüm yolları olarak ele alınıyordu.
Periyodik olarak hükümetle bir araya gelen ve raporlar sunan Volkan ve ekibi son olarak 26 Ağustos 2010 tarihinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile İstanbul Tarabya’da görüşmüştü.

Mehmet Ali Güller
21 Aralık 2010

20 Aralık 2010 Pazartesi

AÇILIM’IN YENİ AŞAMASI: DEMOKRATİK ÖZERKLİK

ABD’nin AKP’ye uygulattığı ve nihai hedefi Irak’ın kuzeyindeki yapıyı da kapsayacak şekilde “Türk-Kürt Federe Devleti” olan “Kürt Açılımı”nda yeni bir aşamaya daha geçildi: Demokratik Özerklik!
ABD, ikinci bir İsrail devleti olarak inşa etmek istediği “Büyük Kürdistan” için önce Irak’ı parçalamış ve “Güney Kürdistan”ı kurmuştu; şimdi sırada “Kuzey Kürdistan” var!
ABD, Kuzey Kürdistan’ın inşası için hukuki planda Türkiye’ye “BM İkiz Sözleşmeleri”ni kabul ettirdi; askeri planda PKK’yı güçlendirmeyi ve TSK’ya karşı geliştirmeyi sağladı; kültürel planda toplumsal ayrışmanın zeminini yarattı; siyasal planda AKP üzerinden “Kürt Açılımı” uygulayarak, “Diyarbakır merkezli bölgesel özerkliğin” örgütsel inşasına harç sağladı.
“Belediyeler Birliği”nden, “Eyalet Modeli” tartışmalarına kadar yapılan ve geliştirilen her “çözüm”, bu siyasal hedefin aşamaları oldu.
Bu sürece direnecek kuvvetler de, başta TSK olmak üzere, bir dizi Ergenekon tertibi üzerinden adım adım etkisizleştirildi.
DİYARBAKIR, AKP-BDP İTTİFAKIYLA, DEMORATİK ÖZERKLİĞE MERKEZ OLUYOR
BDP’nin ilk kez, Öcalan’ın talebi üzerine, 19-20 Haziran 2010 tarihlerinde Diyarbakır’da yaptığı İl ve Belediye Başkanları toplantısında gündeme getirdiği “demokratik özerklik”, Türkiye’nin güneydoğusunu “özerk” hale getirmeyi hedefliyor.
Ahmet Türk ile Aysel Tuğluk’un eşbaşkanlığını yaptığı Demokratik Toplum Kongresi (DTK) tarafından 19 Aralık 2010 tarihinde gündeme getirilen “demokratik özerklik” taslağında hedef şöyle çizildi:
“Demokratik Özerklik, Kürdistan toplumunu, hukuki, öz savunma, sosyal ekonomik, kültürel, ekolojik ve diplomasi şeklindeki 8 boyutlu örgütleyerek siyasi irade yapıp Demokratik Özerk Kürdistan inşasını hedeflemektedir”. 1
BDP ve PKK’nın Demokratik Özerk Kürdistan diye hedeflediği oluşum, AKP’ye hükümet olabilmenin koşulu olarak sunulan hedefle birebir uyumludur:
“Şu anda Amerika’nın da ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ var ya ‘Genişletilmiş Ortadoğu’, yani bu proje içerisinde Diyarbakır bir merkez olabilir. Bunu başarmamız vardır”. 2
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “başarmamız gerek” dediği “Diyarbakır’ı merkez yapma” hedefi, işte BDP’nin dile getirdiği “Demokratik Özerk Kürdistan”ın merkezidir, başkentidir!
DTK, DEMOKRATİK ÖZERK YAPININ KONGRESİDİR
PKK ve BDP, DTK’nın bir model ve hedef olarak önüne koyduğu “Demokratik Özerklik” ile çok açık olarak, Ankara dışında ayrı bir otoriteyi, iktidarı hedeflemektedir:
“Demokratik Özerklik’te siyasi yönetim, tabandan başlayarak köy komünleri, kasaba, ilçe, mahalle meclisleri, kent meclisleri biçiminde demokratik konfederal temelde örgütlenmesini yaparak üstte toplum kongresinde temsiliyetini bulur. Demokratik Özerk Kürdistan Toplum Kongresi, demokratik Türkiye cumhuriyeti parlamentosuna kendi temsilcilerini göndererek ortak vatan politikalarına dahil olur. Demokratik Özerk Kürdistan kendisini temsil eden özgün bayrak ve sembollere sahiptir. Ayrıca demokratik özerklik alanında farklı kimlikler de kendi sembollerini kullanır. Bu anlamda demokratik özerklik, Kürt halkının Demokratik Türkiye içinde yaşama iradesidir. Yani Kürt halkının siyasi statüsünü ifade eder. Demokratik özerklik ile asıl karar yetkisi köy, mahalle, şehir meclisi ve delegelerinindir. Her topluluk söz, tartışma ve karar yetkisini halk meclisleri ile yerine getirir. Katılımcı, çoğulcu, doğrudan halk meclisini esas alır”. 3
DTK, bu hedefle, aynı zamanda kendisini TBMM’ye delege gönderen, özerk bölgenin meclisi, kongresi olarak belirlemiştir!
İlginçtir, DTK, Anayasa Mahkemesi DEHAP’ı kapatıp, Türk ve Tuğluk’u siyasal yasaklı ilan ettikten sonra, BDP’nin AKP’nin siyasal ve yasal desteğiyle kurduğu bir yapıydı. Öyle ki, siyasal yasaklı Aysel Tuğluk, avukat kimliği ile İmralı’da Öcalan ile görüşmüş ve AKP’ye aracılık yapmıştı!
PKK, DEMOKRATİK ÖZERK YAPININ ÖZ SAVUNMA GÜCÜDÜR
Demokratik Özerklik taslağında dile getirilen ve çok tartışılan “Öz savunma” konusu da, açık olarak, PKK’yı bu yapının askeri gücü yapmayı ilan etmektir:
“Doğada kendini savunmayan hiçbir canlı yoktur. Öz savunma hem varlığına dıştan gelecek saldırıları hem de ahlaki ve politik toplum gerçekliğine karşı içten gelişecek tehlikeleri etkisiz kılmak için hava ve su kadar yaşamsal önemdedir. Öz savunma, ahlaki ve politik toplumun güvenlik politikasıdır. Öz savunma boyutu toplumlar için sadece bir askeri savunma olgusu değildir. Kimliklerini koruma, politikleşmelerini sağlama ve demokratikleşmelerini gerçekleştirme olgusuyla iç içedir. Öz savunma örgütlü topluma dayanır. Örgütlü toplum öz savunmasını en iyi yapan toplumdur. Tüm toplumlarda öz savunma varlığını korumanın olmazsa olmazıdır. Kürtler ilk işgalci ve istilacı güçlerin saldırısından günümüze kadar her türlü işgal ve saldırılara karı varlığını korumak için öz savunma içinde olmuştur. Demokratik özerklik statüsünün kabul edildiği koşullarda öz savunma askeri tekel olarak değil, toplumu iç ve dış güvenlik ihtiyaçlarına göre demokratik organların denetimi altında oluşturulabilinir. Şehir, kasaba, mahalle ve köyde yaşayan tüm halklar faşist, gerici ve soykırımcı saldırılara karşı bilinçli ve duyarlı olur, öz savunma esasında bu yönelimler karşısında toplumsal direnişi ifade eder. Öz savunma uluslararası sözleşmeler ve BM tarafından da tanımlanan bir haktır”. 4
TSK SAVAŞMA YETENEĞİNİ YİTİRMEKTEDİR
Peki ayrı örgütlenme, ayrı meclis, ayrı yapı, ayrı devlet ile “ayrı” olmayı hedefleyen, kısacası Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısını ortadan kaldırmayı hedefleyen bu projeye karşı, anayasal görevi olan kurumların başında kim gelmektedir? Elbette TSK.
Peki, Ergenekon tertibiyle adım adım etkisizleştirilen TSK şu anda ne durumdadır?
196 sanıklı Balyoz duruşması, işte bu koşullarda başladı. Muharebe koşulları bakımından düşünüldüğünde, 196 subayın “ölümü” muharebeyi neredeyse kaybettirir! İşte 196 subayını Balyoz soruşturmasıyla ABD’ye teslim eden TSK, maalesef neredeyse diz çökme noktasına gelmiştir.
Genelkurmay, BDP’nin üniter yapıya rest çeken “iki ayrı dil” ilanına karşı bir kamuoyu bilgilendirme açıklaması yapmış ama AKP’den “asker kendi işine baksın” 5, BDP’den de “ayar verme çabaları komik görülüyor” 6 yanıtı almıştır!
TSK’nın düştüğü bu durum, kuşkusuz, adım adım “mevzi” terk etmesinin neticesidir. Öyle ki, bu mevzileri vere vere, TSK görevini yapamaz hale gelmiştir.
Ne acıdır ki, örneğin TSK’nın PKK’lıların peşine düşerek 1.5 kilometre “Irak Kürdistan’ı” sınırı içine girmesi, ABD’nin uyarısı üzerine AKP hükümeti tarafından durdurulabilmiştir! 7
TSK, savaşma yeteneğini adım adım yitirmektedir.

KAYNAKLAR:
1 ANF, 19 Aralık 2010
2 Kanal D, Teke Tek, 16 Şubat 2004
3 ANF, 19 Aralık 2010
4 ANF, 19 Aralık 2010
5 Vatan, 17 Aralık 2010
6 www.haberturk.com, 18 Aralık 2010
7 Taraf, 16 Aralık 2010

Mehmet Ali Güller
20 Aralık 2010

8 Aralık 2010 Çarşamba

DAVUTOĞLU, ENVER PAŞA DEĞİLDİR!

Washington Post gazetesi yazarı Jackson Diehl, geçen hafta Washington’da görüştüğü Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun, kendisine Türkiye’nin eski Osmanlı ülkeleri üzerinde liderliğini yeniden kurma hayalinden bahsettiğini yazdı.
OSMANLI MİLLETLER TOPLULUĞU
Davutoğlu, gazeteye “Osmanlı Milletler Topluluğu” hedefini şu özlerle açıklamış: “İngiltere eski sömürgeleriyle bir milletler topluluğu halinde, neden Türkiye eski Osmanlı topraklarında, Balkanlarda, Ortadoğu ve Orta Asya’da yeniden liderlik kurmasın?”.
Washington Post yazarı makalesini şu sözlerle de sürdürmüş: “Aslında, Arap sokaklarının muhtemel lideri olarak Erdoğan, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah gibi rakiplerinden daha çekici görünüyor.
Wikileaks’in yayımladığı ABD belgelerinde yer alan Davutoğlu’na ilişkin bazı saptamalarla birleşince, konu basında geniş yer aldı ve yorumlandı. Değerlendirmeleri iki grupta toplamak mümkün:
Birinci grupta yer alanlar, Davutoğlu’yla ilgili Wikileaks belgelerinde yer alan “son derece tehlikeli” ve “neo-Osmanlı İslamcı fantezilerde kaybolmuş” şeklindeki ifadeleri de göz önünde bulundurarak, Dışişleri Bakanı’nı ve onun Osmanlı Milletler Topluluğu hedefini, sanki ABD’nin tam karşısında bir projeymiş gibi yorumladılar.
İkinci grupta yer alan bazı yazarlar ise kavramın ve hedefin, Osmanlı’nın yıkılmasının nedeni olduğunu, Davutoğlu’nun İttihat Terakki Paşası gibi davrandığını belirttiler.
Önce birinci grupta yer alan iddiaya bakalım: Gerçekten de Davutoğlu’nun projesi ABD’nin karşısında mı?
NEO-OSMANLICILIK, BOP’ÇULUKTUR!
Davutoğlu’nun bugün “Osmanlı Milletler Topluluğu” diye nitelenen projesinin ilk ayağı 10 Haziran 2010 tarihinde “Ortadoğu Birliği” adı altında oluşturuldu. Davutoğlu, Türkiye, Ürdün, Lübnan ve Suriye arasında serbest ticaret, serbest vize bölgesi oluşturulması ve ortak işbirliği konseyi çalışması yapılmasına ilişkin imzalan ortak deklarasyon sonrası yaptığı açıklamada, “İnşallah zamanla bu diğer bölge ülkelerini de kapsayacak şekilde gelişecektir” dedi. 1
Ortak deklarasyonda, “Türkiye, Ürdün, Lübnan ve Suriye arasındaki ilişkilerin birbirlerine ortak tarih, kültür ve coğrafyayla emsalsiz bir şekilde bağlı olan halkların iradesi temelinde artmakta olan siyasi diyalog, ekonomik karşılıklı bağımlılık ve kültürel etkileşim temelinde nitelendiği” belirtildi. 2
AKP’nin “Ortadoğu Birliği” Davutoğlu’nun 20 Mart 2009 günü Washington’a verdiği “Türkiye, küresel yeni düzene, çevresinde alt bölgesel düzenleri yeniden kurarak katkıda bulunacak” 3 sözüyle doğrudan ilgiliydi. Davutoğlu, verdiği bu sözden tam 40 gün sonra, 1 Mayıs 2009 günü Dışişleri Bakanı olarak atandı!
AKP’nin tam da bu tarihten sonra başlayan sözde İsrail karşıtlığı ile sözde İran dostluğu görüntüsü, bu görevle ilgilidir. Çünkü Araplar’la kurulacak böylesi bir “alt bölgesel düzen” için İsrail karşıtı bir duruş sergilemek ve İran’a markaj yapmak gerekiyordu!
Kısacası, Davutoğlu’nun Neo-Osmanlıcılığı, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin bir parçasıydı. BOP “küresel yeni düzen”, Neo-Osmanlı coğrafyası da onun “alt bölgesel düzeniydi”!
Peki, madem Davutoğlu’nun projesi, aslında bir ABD projesiydi, neden Wikileaks’in yayımladığı ABD belgelerinde kendisiyle ilgili olumsuz ifadeler var? Çünkü alternatifsizlik ve sandık başarıları; görev alanın elini, görev verene karşı güçlendirir ve bazen pazarlık yapma noktasına götürür!
İTTİHAT VE TERAKKİ DEVRİMCİYDİ!
Peki Cüneyt Ülsever’in dediği gibi “Osmanlı Miletler Topluluğu” Osmanlı’yı yıkan kavram mıydı? 4 Ya da Yalçın Doğan’ın dediği gibi “Davutoğlu İttihat Terakki Paşaları gibi” mi davranıyor? 5
Asıl üzerinde durulması gereken budur. Davutoğlu’nu Enver Paşa’yla, Talat Paşa’yla aynı kefeye koymak, AKP’yi neredeyse İttihat ve Terakki yapmak, tarihe sığmaz.
İttihat ve Terakki, kuşkusuz hatalar yapmıştır. Ancak bu hatalardan hareketle, İttihat ve Terakki’yi, Osmanlı’nın yıkılmasının müsebbibi görmek yanlıştır. İttihat ve Terakki, o günün Tayyip Erdoğan’ına karşı kurulmuş, ilerici, devrimci bir örgüttü! Osmanlı devleti içinde reformlar yaptı. Her şeyden önemlisi feodalizmin tek adam diktasına karşı, Meclis’i iktidarın ortağı yaptı!
Osmanlı Devleti, İttihat ve Terakki’nin hayalleri yüzünden yıkılmamıştır. Bu suçlamaya dayanak olarak hep şu mesnetsiz iddia sunulmuştur: İttihat ve Terakki tarafsız kalmayıp, Osmanlı devletini birinci dünya savaşına soktu!
OSMANLI SAVAŞA GİRMEK ZORUNDAYDI!
Bu yanılgı, birinci dünya savaşını, yani emperyalistler arası savaşı tarihsel yerine oturtamamaktan kaynaklanmaktadır. Savaş, esas olarak Osmanlı devletinin üzerinde olduğu topraklar üzerinde ve bu toprakları paylaşmak üzere yapıldı. Savaşın sonucundaki paylaşım bile tek başına bunun kanıtıdır. Osmanlı devletinin bu nedenle birinci dünya savaşının dışında kalma, tarafsız olma gibi bir şansı asla olmamıştır, olamazdı da…
İttihat ve Terakki bu acı gerçeği görmüş ve savaşın nesnesi olmak kaçınılmazlığına, öznesi olmaya çalışarak yanıt aramıştır. İttihatçılar Almanya’yla ittifaktan önce İngiltere, Fransa ve Rusya’nın oluşturduğu anlaşma devletleriyle ittifak aradılar. Ama boşunaydı. Ortadoğu’ya yerleşmek isteyen İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı’yla aynı safta olabilmesi zaten eşyanın tabiatına aykırıydı! Bu acı gerçek, İttihat ve Terakki’yi tarihsel zorunluluk olarak, Almanya’ya yöneltti.
Sonuç olarak, ABD emperyalizmin projesine uygun olarak Neo-Osmanlıcılık yapan Ahmet Davutoğlu, emperyalizme karşı vatan savunması yapan Enver ve Talat Paşa değildir!
Kaynaklar:
1 Sabah gazetesi, 11 Haziran 2010
2 Sabah gazetesi, 11 Haziran 2010
3 Hürriyet gazetesi, 21 Mart 2009
4 Cüneyt Ülsever, Osmanlı’yı yıkan kavram: Osmanlı Milletler Topluluğu, Hürriyet gazetesi, 8 Aralık 2010
5 Yalçın Doğan, DAvutoğlu İttihat Terakki Paşaları gibi, Hürriyet gazetesi, 8 Aralık 2010

Mehmet Ali Güller
8 Aralık 2010

3 Aralık 2010 Cuma

BEHZAT Ç(ÖZER): ÇÜNKÜ O GERÇEKTEN POLİS

Pek dizi izlemem; bir hafta devamını bekleyemem çünkü. Beş altı hafta önce, oyuncu arkadaşım Berke Üzrek ısrar etti Behzat Ç’yi izlemem için, kendisi de dâhil olmuş diziye ilk dört bölümün ardından… Önce onun oynadığı ilk bölümü izledim, ardından kaçırdığım bölümleri izledim internetten… Sonra her hafta yeni bölümü…
GERÇEK POLİSLER, GERÇEK OLAYLAR
Bahzat Ç ve cinayet büro ekibi; Harun, Hayalet, Akbaba, Eda, Selim ve Cevdet… Hepsi gerçek!
Alışageldiğimiz polis dizilerindeki polislerden farklılar; onlar gibi edebi konuşmuyorlar, “lanlı lunlu” hitap ediyorlar birbirlerine ve başkalarına; onlar gibi lüks evlerde yaşamıyorlar, gecekondularda oturuyorlar; onlar gibi lüks arabalara, ciplere sahip değiller, devletin verdiği araba dışında, şahsi araçları yok; onlar gibi lüks restaurantlarda yemiyorlar yemeklerini, küçük tüpte, menemen yapıyorlar; onlar gibi lüks gece kulüplerine takılmıyorlar; Neşet Ertaş çalan bir birahaneye gidebiliyorlar en fazla; onlar gibi pahalı giyinmiyorlar, bakımlı değiller, pejmürde, dağınık…
Çünkü hepsi gerçek; hepsi polis… Hukukun dışına çıktıkları da oluyor; gözaltına aldıklarına tokat attıkları da. Alışılagelen “iyi polislerin, kötü katilleri” yakaladığı türden olmayan bu polisiyede, dizisinin kahramanları, aslında anti-kahraman.
Behzat Ç. (Erdal Beşikçioğlu), cinayet büro amiri. Çok tanıdık. Öyle Yeşilçam polisleri gibi edebi konuşmayı beceremiyor, her cümlesi “lan” ile bitiyor, küfür ediyor, Gençlerbirliği fanatiği, tespih sallıyor, bira içiyor, pejmürde, dağınık, tıraşsız… Diğer dizilerdeki meslektaşları mankenlerle sevgili olurken, onun Gönül (Pelinsu Pir) adında, orta yaşın üzerinde, pavyonda çalışan bir sevgilisi var… Keçiören’de küçük ve ucuz bir evde yaşıyor, tıpkı maaşı belli gerçek polisler gibi… Gerektiğinde salya sümük ağlayacak kadar gerçek… İlk bölümde kızı Berna (Hazal Kaya) uyuşturucu kullanıp, intihar ettiğinde, travma yaşayıp, akıl hastanesine düşecek kadar da “normal” bir insan… Ve de iyi bir insan, ama sistemin içinde kötüleşen, belki de sistem için, kendini kötü yapan…
Harun (Fatih Artman), Behzat’ın en yakın mesai arkadaşı. O da çok tanıdık, Akademili bir komiser, maaşı belli, üstelik halk otobüsü şoförü babasına oyalanması için araba alamayacak kadar belli… Öyle belli ki, babasına kesilen yedi bin liralık ceza için bulabildiği yegâne çözüm, Polsan’dan çekeceği kredidir… Gerçek, tanıdık polislerdendir, polisliğin avantajlarından yararlanmaya çalışır; maçlara beleş girer (Ankaragücü taraftarıdır), yasak yere park eder, spor gazetesi ve magazin eki okur…
GECEKONDU DİRENİŞÇİSİ POLİS
Hayalet (İnanç Konukçu),
Akademili gerçek bir komiser daha. Gecekonduda oturuyor o da. Evlerini yıkmaya geldiğinde zabıta, o da mahalleliyle birlikte direniyor. Diğer polis dizilerindeki polisler gibi her an kıyafet değiştirmiyor. Beğendiği gömlekten bir düzine alıp, hep aynısını giyiyor…
Akbaba (Berkan Şal), akademili değil, alaylı… Ama kendisini iyi yetiştirmiş, cinayetlerin tıbben nedenini otopsi öncesi bilecek kadar da deneyim sahibi olmuş bir alaylı… Polislik dışında hayatı, polisler dışında da arkadaşı yok.
Eda (Seda Bakan), gerçek bir masa başı polisi, komiser yardımcısı, takımın olmazsa olmazı… Güçlü belleği, “cinayet işi erkek işidir” diyen meslektaşlarına karşı en büyük kozu. En büyük sorunu ise Selim ile Harun’un kendisi yüzünden kavga ediyor olması. Onun gönlü Selim’de…
Selim (Hakan Hatipoğlu), sıradan bir polis daha, deneyimsiz, hatta gözaltına almaya gittiği hayat kadınlarının spreyiyle etkisiz hale gelecek kadar… Öyle uçan, her türlü akrobasiyi yapan gerçekdışı polislerden değild. Ama ekibin de en kibarı… Ekibin en yenisi Cevdet’le aynı kefeye konmaktan ise çok rahatsızdır.
Cevdet (Berke Üzrek), aslında ziraat mühendisi, ama krizin “teğet geçtiği”(!) ülkemiz koşullarında, işsiz kalıp, çareyi polislikte bulmuş… Ama harıl harıl sorgu tekniği kitapları okuyacak kadar da, mecburiyetten girdiği işine odaklanmış…
ATATÜRKÇÜ POLİSLER
Ortak yönleri sadece yukarıda saydıklarım değil elbette. Hepsinin ya masasında, ya masasının arkasında mutlaka bir Atatürk resmi var… Ya müdürleri?
Anlatalım: Son bölümde, sol bir dergi dağıtırken gözaltına alınan ve karakolda intihar eden bir genç vardır. Mülkiye Müfettişi (Seda Akman) ve Emniyet Müdürü, olayın üstüne gidilmesini, kendi alanı olmamasına rağmen, Behzat Ç ve ekibinden isterler… Müdür, “üstüne git, kim varsa al içeri, korkma, arkandayım” der Behzat’a…
Behzat ve ekibi olayı çözer. Sol dergi dağıtan genci, “Terörle mücadele”den bir ekip almıştır, kum torbasıyla işkence yapmıştır, iz kalmasın diye. Ama genç iç kanama geçirmiştir. Durumdan sıyırmak için getirip bir karakola bırakırlar, sonra da karakoldan, “İstihbarat Şube”yi aratırlar. İstihbarat Şube gelir sorgu için, ama genç konuşacak durumda değildir, dönerler. Sonra karakoldaki polisler, gencin ölümüne intihar süsü verirler. Kamera kayıtlarının bir bölümü vardır, bir bölümü yoktur!
Netice itibariyle, Müdür’ün başında olduğu yapı, kendi kadrolarını İstihbarat Şube’ye yerleştirmek için, boşluk yaratmayı tasarlamış, bunun için de Behzat Ç’yi kullanarak içeri alınmalarını sağlamıştır. Ama başaramamıştır.
İşte o Müdür’ün masasında, makamında Atatürk yoktur!
Daha önceki bir bölümde de, İstihbarat Dairesi’nin oynadığı bir oyunu açığa çıkarmıştı cinayet büro… Bir cinayeti, bir sol örgüt militanının üstüne yıkmaya çalışıyordu daire… Ayrıntılar önemlidir; bir sahnede yakınıyordu Hayalet istihbarat daireden; “her yere sızdılar, gücü ellerine aldılar” diye!
POLİS DE MEMURDUR
Ayrıntılar önemlidir, örneğin: Ankara’da memur eylemleri yapılmaktadır. Sloganlar, Çevik Kuvvet, biber gazı… Destek için tüm polisler, cinayet büro bile, eylem bölgesine sevkedilir. Behzat ve ekibi arabanın içinde, eylemci memurları izler. Harun, “biz de memuruz, aralarında olmamız gerekmez mi?” diye sorar Behzat’a…
SOL’A DÜŞMAN OLMAYAN POLİS
Bir ayrıntı daha: Behzat’ın gençlik aşkı Bahar (Ayça Varlıer), yıllar sonra üniversite yıllarında birlikte mücadele ettiği Dev-Genç’ten arkadaşlarıyla karşılaşır ve yeniden onlarla birlikte olmaya başlar. Bir basın açıklaması sırasında, “terörle mücadele” ekipleri tarafından gözaltına alınır, sorgulanır ve hâkim karşısına çıkarılırlar. Terörle Mücadele komiseri, hâkimin serbest bıraktığı eylemcileri çıkışta tehdit ettiğinde, karşısında Behzat Ç’yi bulur!
HOCAYA, MUSKAYA İNANMAYA POLİS
Bir ayrıntı daha: Harun’un babası, halk otobüsü şoförlüğünden emekli olduktan sonra kafayı arabayla bozmuştur; halk otobüsü bile kaçırmıştır. Duruma bir türlü çözüm bulamaz aile. Anne ısrarla, oğlundan babasını hocaya götürmesini ister. Israrlara en sonunda boyun eğer Harun ve babasını “hoca”ya götürür; ama ne Harun, ne de Behzat inanmaktadır hocaya, muskaya, büyüye…
***
İstanbul’da Ergenekon tertibi, Emniyet’e sızan cemaat, cemaate karşı polis şeflerinin içeri düşmesi, “polis devleti” yaratma hevesleri, korkular, kuşkular, sorular…
Ankara’da ise “gerçek” bir polisiye dizisi…

Mehmet Ali Güller
3 Aralık 2010

29 Kasım 2010 Pazartesi

ABD-AKP İŞBİRLİĞİ WİKİLEAKS’LE ÇIRILÇIPLAK

WikiLeaks’in yayımlamaya başladığı belgelerin ilk partisi, ABD-AKP işbirliğini çırılçıplak ortaya sermiş vaziyette. Kürt Açılımı’ndan AB sürecine, İsrail’le ilişkilerden AKP’nin yolsuzluklarına kadar pek çok şey “belgeli” olarak artık kanıtlanmış durumda…
KÜRT AÇILIMI
Örneğin, Eski ABD Büyükelçisi James Jeffrey, Kürt Açılımı konusunda şöyle diyor: “Büyükelçiliğimiz, bizim verdiğimiz istihbarat desteğiyle PKK’ya karşı kazanılan askeri başarının, sivillere bu açılımı yapmak, Mesut Barzani ve diğer Kürtler ile doğrudan ilişki kurmak için siyasi alan yarattığına inanıyor”. Kürt Açılımı tam da bu işte: AKP üzerinden Türkiye’ye Barzani’yi ve devletini kabul ettirme…
İRAN
Örneğin, AKP’nin İran-İsrail-Suriye ilişkilerinin tamamen ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ne uyumlu olduğu da ortaya çıktı. ABD adına Ortadoğu’da görev üstlenen AKP, sözde İsrail karşıtı görüntü sergileyip, hem Arap ülkelerinin liderliğine soyunuyor hem de İran’ı yalnızlaştırıyordu. İşte bu gerçek, ABD Büyükelçisi James Jeffrey’in ağzından belgeye şöyle yansıyordu: “Eğer Türkler, Suriye’yi İran’dan ayırmak konusundaki isteklerinde ciddilerse, bu konuda telefon defteri değerinde tartışmalı protokoller imzalamak yerine, gerçek başarılar elde etmeye başlamaları halinde, bu hepimizin çıkarına olur...”
İSRAİL
İsrail’le izlenen kontrollü gerilim de Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu ile ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Burns arasındaki ikili temasta günyüzüne çıkıyor. Buna göre, Sinirlioğlu, yaşanan gerilime rağmen, Erdoğan’ı Netenyahu ile bir araya getirmeyi arzuladıklarını beyan ediyor.
FÜZE KALKANI
AKP’nin sözde füze kalkanına karşıymış gibi davranmasının da, tamamen tabanından gelecek tepkilere karşı planlandığı belgelerde ortaya çıktı. ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi James Jeffrey, Washignton’a yazdığı bilgi notunda, AKP hükümetinin füze savunma sistemini kendi kamuoylarına anlatabilmek için, “NATO ile bağlamaya ihtiyaç duyduklarına” dikkat çekiyor ve şu gerçeğin altını çiziyor: “Başbakan Erdoğan, Türkiye’nin bu füze sistemine katılımının, ileride bir İran saldırısına karşı İsrail’e savunma sağlamasından endişeli...”
AZERBAYCAN
Belgeler sayesinde, AKP’nin ABD için Kafkasya’da uyguladığı politikaların, Azerbaycan’ın çıkarlarına aykırı olduğu da kanıtlanmış oldu. Aliyev belgelerde, açıkça “Erdoğan hükümetinden hazzetmediğini” ifade ediyor.
AB ÜYELİĞİ
Yine belgelerde, aslında Türkiye’nin AB’ye asla üye olamayacağı da sergileniyor. Türkiye’nin AB kapısına, üye yapılmamak üzere bağlandığı gerçeği, belgelerle somutlanıyor.
YOLSUZLUK
İsviçre’de sekiz ayrı banka hesabı; ihale yolsuzlukları; İran doğal gazından pay alımları; Trabzon belediyesini CHP’den alabilmek için Bakan Faruk Nafiz Özak’ın önce Trabzonspor başkanı yapılması, ardından da kulübe para akıtılması; Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in, vatandaşı olduğu İngiltere’de bir grup yatırımcıya, “Doğan hisselerinizi satın, çünkü onlar gidici” demesi; Hikmet Balduk, Cüneyd Zapsu ve Mücahit Arslan’ın ihalelerde etkin olduğu; Aksu ve Tüzmen gibi bakanlarla, Müezzinoğlu gibi parti yöneticilerinin yolsuzluklara bulaştığı; AKP’li Bakan Abdülkadir Aksu’nun eroin işine bulaşmakla suçlanması, Emine Erdoğan’ın Tayyip Erdoğan’ı “Allah’a inanan ama Allah’a güvenmeyen” şeklinde tanımladığının bir belgede yer alması…
Bakanların ilişkileri, düşkünlükleri gibi ayrıntılara ise basın-yayın ilkeleri gereği hiç girmiyoruz…
SONUÇ
251 bin 287 belgeden henüz 226’sı bu denli kirli ilişkiyi ortaya çıkardığına göre, bakalım belgelerin tamamı yayınlandığında nasıl bir tabloyla karşı karşıya olacağız?!

Mehmet Ali Güller
29 Kasım 2010

15 Kasım 2010 Pazartesi

KILIÇDAROĞLU’NA ÇAĞRI: AŞİRET REİSİNE DEĞİL, KÖYLÜNÜN AYAĞINA GİT!

“Yeni CHP”nin Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “Yeni Radikal”in, “Savaşma Konuş” kampanyasına destek imzası atmış! 15 Kasım 2010 tarihli “Yeni Radikal”, birinci sayfadan duyurduğu bu habere şu başlığı koymuş: “‘Anneler ağlamasın’ diye imzasını attı”.
Kılıçdaroğlu, nihayet “analar ağlamasın” diye “Kürt açılımı” başlattığını söyleyen Başbakan Tayyip Erdoğan’la buluşmuş oldu!
Bildiğiniz gibi “Yeni Radikal”, “Savaşma konuş diyen 500 bin radikal arıyor”du. Kılıçdaroğlu Radikal’in bu kampanya için bulduğu ilk siyasi parti genel başkanı oldu. Kampanya, özet olarak tarafları (PKK ve TSK)! silah bırakmaya davet ediyor!
DEĞİŞİM Mİ, BAŞKALAŞMA MI?
Murat Yetkin’in önce CNNTürk’teki programına, sonra da Radikal’deki sayfasına konuk olan Kemal Kılıçdaroğlu, dikkat çeken değerlendirmelerde bulunmuş yine…
Kılıçdaroğlu, “Yeni CHP”yi, “değişimin ve dönüşümün adresi” olarak tarif etmiş. Ancak Kılıçdaroğlu’nun birkaç aylık sürece sığdırdığı şu “açılımlar”, “değişim ve dönüşümün”, “başkalaşma” anlamına geldiğini ortaya koyuyor:
1. YENİ CHP’NİN DİN AÇILIMI
Kılıçdaroğlu, 2007 yılında kanunla çözülen türban konusunu, hiç yeri ve zamanı değilken, Türkiye’nin kucağına bırakıverdi. 12 Eylül halkoylaması sırasında “türbanı biz çözeriz” diyerek öne atlayan Kılıçdaroğlu, AKP’nin ekmeğine yağ sürdü. “Laikliğin bekçisi”nin bu yeni tutumu, öyle bir rüzgar yarattı ki, türban üniversiteye “YÖK mektubu” ile, ilkokula da, “ailelerin ‘özgür’ tercihi” ile giriverdi. Kamuya ve TBMM’ye giriş sırası, ülkenin yeni gündemi oluverdi!
Kılıçdaroğlu, AKP’yle yarışmanın buradan geçtiği hayaline kapılarak, açılımı ilerletti. Önce “cemaatlere saygılıyız” dedi, ardından da “Türkiye’de laiklik tehlikede değildir” saptaması yaparak, irticayı mest etti! (Ardından irtica Kırmızı Kitap’ta tehdit olmaktan çıktı!)
“Yeni Radikal”e konuşan Kılıçdaroğlu, “Bülent Ecevit’in ‘dine saygılı laiklik’ ilkesini geri getirecekmiş”!
O saygı, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın, “hocaefendi”nin huzuruna çıkmasına sebep oldu; ardından da cemaatin, hükümet desteğinde devlet kurumlara yerleşmesine…
Ecevit’i ve Kılıçdaroğlu’nu aynı çizgiye getiren ise aynı ideolojik çizgidir; yani sosyal demokrasi…
CHP devrimcilikten koptukça, sosyal demokratlığa sarıldı… İşte sosyal demokrasi de, en sonunda CHP’ye türbanı “bireysel haklar ve özgürlükler” temelinde ele aldırıp, bu noktaya getirtti…
1950’lerden beri tahrif elden laiklik; “din ve devlet işlerinin ayrılması” gibi bir tanımdan, “dine saygılı laiklik” katına başkalaştı!
CHP, kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün laiklik tanımı olan “din ve dünya işlerinin ayrılması” anlayışından koptukça, Türkiye gericileşti!
2. YENİ CHP’NİN DARBE AÇILIMI
Kılıçdaroğlu, Erdoğan’la yarışacağı ikinci kulvarın ise “darbe karşıtlığından” geçtiğine inandı. Burada “darbe karşıtlığı” diye sunulanın, ne yazık ki, “asker karşıtlığı” olduğu kısa sürede ortaya çıktı.
“Darbe karşıtlığı” yapacağım diye “27 Mayıs” ve “27 Nisan” eleştirisi yapan Kılıçdaroğlu, en sonunda TSK’nın iç hizmet kanununu değiştirmeyi de gündemine aldı. Sanırsın, ABD’nin “bizim oğlanları” 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü, o kanun olmasa yapamayacaktı!
Kılıçdaroğlu, bununla da yetinmeyip, “halk ordusu” biçimindeki TSK’nın yapısal değişikliği için AKP’ye omuz verdi!
3. YENİ CHP’NİN SİYASİ AÇILIMI
Kılıçdaroğlu’nun “Dersim’i CHP bombaladı” diye cumhuriyet tarihine saldıran Erdoğan’a yanıtı oldukça anlamlıydı. “Ben o zaman daha doğmamıştım” savunması yapan Kılıçdaroğlu, bir bakıma Erdoğan’ın suçlamasına destek vermiş oluyordu.
Oysa Erdoğan, İnönü diyerek Atatürk’e, CHP diyerek de aslında Cumhuriyet’e açıktan saldırıyordu!
Dersim’deki süreci bir bütün olarak çözümlemeden, uygulamadaki kimi yanlışlıklar üzerinden yapacağınız siyaset, işte sonuç olarak gelip, Cumhuriyet düşmanlarıyla müttefik olmanıza yol açıyor!
Kılıçdaroğlu’nun bir diğer “siyasi açılımı” da “genel af” çağrısı oldu!
Ama ille de “AB Açılımı”!
Bakalım “egemenliği milletten alıp, Brüksel’e devretme” anlamı taşıyan AB’cilik, Kılıçdaroğlu’nu Derviş ve ekibiyle buluşturmanın ötesinde, daha nerelere savuracak?!
Kılıçdaroğlu’nun benimsediği “yeni siyasi çizgi” özetle şöyle: “2D’ye karşı, 2Y”.
Yani, din ve darbe konularını AKP’nin elinden alıp, yoksulluk ve yolsuzluk üzerinden vurmak! Kılıçdaroğlu, “aslı varken kopyasını kim ne yapsın” temel tezini unutarak, bunun, AKP’yi yenmenin formülü olduğunu sanıyor!
KILIÇDAROĞLU, AŞİRETLERE DEĞİL KÖYLÜYE YÖNELMELİ
Yeni Radikal’den öğrendiğimize göre Kılıçdaroğlu, “Sosyalist Enternasyonal” toplantısı için Paris’e gidiyormuş; dönünce de, Şanlıurfa’da AKP’ye vekil vermiş İzol aşiretinin düğününe katılacakmış!
İşte CHP’nin 50 yıllık değişiminin vardığı ve “yeni CHP” olarak başkalaştığı zirve tam da burasıdır! CHP, Türkiye’deki feodal yapıyı tasfiye etme programını yani toprak reformunu uygula(ya)mayarak, her şartta aşiretlerle birleşmiştir; aşiret düğünlerine gitmiştir!
Zaman zaman “devrim” kelimesini kullanan Kılıçdaroğlu’ndan, aşiret reisinin ayağına değil de, Diyarbakır’ın Bismil köylerinde ağalığa karşı Türk Bayrağı ile mücadele eden, bu uğurda şehit veren, köyünün ismini “Cumhuriyet Köyü” olarak değiştiren “gerçek efendisinin” ayağına gitmesini istiyoruz!

Mehmet Ali Güller
15 Kasım 2010

9 Kasım 2010 Salı

ABD NÜKLEER DENİZALTISI, İNGİLİZ UÇAK GEMİSİ ve ŞÖVALYE ABDULLAH GÜL

Aynı akşam, aynı dakikalarda, en çok izlenen ana haber programlarında, aynı haber vardı: Bir haftalığına Marmaris Aksaz Üssü’ne yerleşen ABD Nükleer Denizaltısı “USS Providence”, bazı haber kanallarının ziyaretine açılmıştı. Muhabir elinde mikrofon, kendisine yol gösterildiği şekliyle, nükleer denizaltının teknik donanımını, füzelerini, gücünü, daha doğrusu “tehdidini” Türk izleyiciye sunuyordu ekrandan!
Füze Kalkanı’nın gündemde olduğu bir süreçte, açık bir “psikolojik savaştı” bu!
YÜZYILIN ARDINDAN YİNE QUEEN ELİZABETH
İki yıl önce de, İngiliz Uçak Gemisi “HMS Illustrious” ziyaret etmişti sularımızı!
Anımsayalım:
İngiliz Uçak Gemisi, Kraliçe II. Elizabeth’in ziyaretini gerekçe göstererek isim değiştirmiş ve “Queen Elizabeth HMS Illustrious” olmuştu. İngiliz Uçak Gemisi, yeni ismiyle Çanakkale Boğazı’ndan, üstelik gece geçiş yapmıştı.
Oysa Çanakkale Zaferi’nin bir davamı olarak yıllar sonra imzalattırdığımız Montrö’ye göre bu yasaktı. Hükümetin özel izniyle bu yasak delinmişti!
Bir başka ilginç tesadüfü daha anımsatalım:
Hangi savaş gemisinin, 19 Şubat günü Osmanlı sahil bataryalarını bombalamasıyla, ilk Çanakkale Saldırısını başlatmıştı İngilizler: Queen Elizabeth!
Ve yüzyılın ardından, İngiltere Çanakkale’yi, sırf Montrö’yü delmek için gündüz değil gece geçmişti! Yetinmemiş, Kraliçe ziyaretini gerekçe gösterip savaş gemisinin isminin önüne, Çanakkale’yi bombalayan “Queen Elizabeth” ismini vermişti!
İngiltere bununla da yetinmemişti!
Kraliçe II. Elizabeth, İstanbul Boğazı’na demirleyen Uçak Gemisi’nde 16 Mayıs 2008 günü resepsiyon vermiş ve Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanını “huzuruna” davet etmişti!
O koltukta İngiliz Exeter Üniversiteli Abdullah Gül oturduğundan, Türkiye’nin değil, İngiltere’nin protokolüne uyarak, savaş gemisine gitmişti! (Gerçi ABD Dışişleri, internet sitesinden yayımladığı listede, Abdullah Gül’ü İngilizler değil, asıl biz yetiştirdik demeye getiriyordu! Bakınız: http://exchanges.state.gov/alumni/prominent-alumni.html )
İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth, kendisine “majesteleri” diye hitap eden Abdullah Gül’ü “şövalye ilan etmiş” ve yakasına “Knight Grand Cross of the Order of the Bath” nişanını yani “Büyük Şövalye” nişanını takmıştı. “Adanmış kişilere” verilen bu nişan “Üç kraliyet tacı ile ‘üzerinden güneş batmayan İmparatorluk” anlamına gelen güneş” sembollerinden oluşuyor!
KIBRIS VE ERMENİSTAN ÖDÜLLERİ
İngiltere, iki yıl önce Şövalye ilan ettiği Abdullah Gül’e, şimdi de, yani 9 Kasım 2010 günü de, Chatham House (Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü) ödülü veriyor.
9 Kasım’ın altını neden mi çizdik? 9 Kasım (1918), İngilizlerin Çanakkele Boğazı’nı işgali ile İskenderun ve Antakya’ya asker çıkardığı günün yıldönümü!
Chattam House, Gül’e ödül gerekçesini şöyle açıklıyor: “Gül, Türkiye’de ve uluslararası camiada bütünleştirici etkisi ile çok önemli bir figür. Türkiye’nin yakın zaman önce kat ettiği ilerlemenin de önemli isimlerinden biri. Abdullah Gül, bölünmüş Kıbrıs’ın bütünleştirilmesi konusunda çok önemli adımlar atmış ve Türkiye ile Ermenistan arasında ilişkilerin normalleşmesi için başrol oynamıştır”.
İşte Gül’ün Kıbrıs’ta oynağı rol ile “Azerbaycan karşıtı Ermenistan politikasına” gelen ödüller bunlar.
Bakalım Abdullah Gül, “Kürt Açılımı” ödülü olarak ne alacak?

Mehmet Ali Güller
9 Kasım 2010

2 Kasım 2010 Salı

AKP’NİN PKK İLE 19 MÜZAKERESİ

Anayasa Mahkemesi’nin kapattığı Demokratik Toplum Partisi’nin yerine kurulan Demokratik Toplum Kongresi’nin Başkan Yardımcısı Aysel Tuğluk, avukat sıfatıyla, ikinci kez Abdullah Öcalan’la görüştü.
İmralı dönüşü açıklama yapan Tuğluk’tan öğrendiğimize göre, AKP Öcalan’la yürüttüğü diyalog sürecini “müzakere” aşamasına çevirmiş: “(Öcalan) Devlet yetkilileri ile bir kez daha görüşme gerçekleştirildiğini, bu görüşmenin son derece önemli olduğunu, niteliksel bir görüşme olduğunu, ciddi bir görüşme olduğunu ifade etti. Kendisiyle görüşme yapan devlet yetkililerini barış konusunda daha ciddi bulduğunu bir kez daha dile getirdi. Yapılan görüşmeleri bir nevi diyalog sürecinden müzakere sürecine geçişi ifade eden bir süreç olarak gördüğünü söyledi”. (Hürriyet, 2 Kasım 2010)
“Temas, diyalog, görüşme, pazarlık, müzakere, anlaşma” diye ilerleyen sürecin nasıl kotarıldığının ayrıntılarını, Kaynak Yayınları’ndan çıkan, “ABD’nin Neo-Osmanlı Projesi: Büyük Kürdistan” kitabımda okuyabileceğiniz bu müzakereler, özetle şunlardı:
1.. AKP’nin PKK ve Öcalan’la ilk teması, görev süresini tam dört kez uzattığı MİT Müsteşarı Emre Taner üzerinden kuruldu. Öcalan, ilk temasta, henüz Müsteşar Yardımcısı olan Taner’den dağdakilere mesaj gönderme imkanı talep etti.
Taner, 15 Haziran 2005’te Müsteşar olduktan kısa bir süre sonra 20 Ekim 2005’te Mesut Barzani ile görüştü. Barzani’nin, Taner üzerinden Türkiye’den talepleri şunlardı: “Türkiye, Kuzey Irak’taki oluşumu tanımalı; Kuzey Irak ve Türkiye’deki Kürtlere çifte vatandaşlık vermeli; ekonomik ilişkileri geliştirmeli, kurulacak askeri okullarda Türk uzmanlar görev yapmalı…”
2.. Hükümetin akıl hocalarından Cengiz Çandar, AKP’nin “Kandil ve İmralı” ile görüştüğünü söyledi. (Vatan Gazetesi, 26 Eylül 2009) Zaten Çandar, en başından beri meseleyi “İki Abdullah”ın çözeceğini savunuyordu. (Referans Gazetesi, 15 Mart 2009)
3.. Habur’dan giriş yapan “barış grubu” da AKP’nin Öcalan ile yürüttüğü diyalogun sonucuydu. Öcalan’ın çağırdığı barış grubunun Habur’dan girişini, Başbakan Erdoğan, henüz toplumsal tepki başlamadan şöyle değerlendiriyordu grup konuşmasında: “Dün Habur Sınır Kapısı’nda yaşanan anlamlı gelişmeye de değinerek sözlerimi sonlandırmak istiyorum. Bildiğiniz gibi 34 kişi sınırı geçti ve sabah saatlerinde 29’u, ilgili yasalarımız çerçevesinde bırakıldı. Bunu son derece olumlu ve sevindirici bir gelişme olarak gördüğümü ifade etmek istiyorum. Şu anda yargı diğer 5’i ile ilgili çalışmalarını da sürdürüyor”.
İçişleri Bakanı Beşir Atalay ile DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’ün 17 Ekim cumartesi günü gizlice buluştukları ve Habur’dan girişi organize ettikleri basına yansıdı. (Milliyet Gazetesi, 21 Ekim 2009)
4.. Taraf Gazetesi’nden Yıldıray Oğur, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün hazırladığı bir analize dayanarak, 2006 yılından beri PKK’nın Avrupa sorumlusu Sabri Ok ile görüşüldüğünü açıkladı. Eski Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı Bülent Orakoğlu da, “Sabri Ok, Abdullah Öcalan ile telefon görüşmesi yaptı” dedi. Her iki açıklama birleştirilince AKP’nin Sabri Ok’la, Ok’un da Öcalan’la görüştüğü ortaya çıkmış oluyordu.
5.. PKK lideri Murat Karayılan, Habertürk’ten Amberin Zaman’a şöyle diyordu: “Geçen yıl Şubat ayında bir hükümet üyesi Öcalan’a gitti ve açılımı konuştu. Hükümet üyesi Öcalan’ın açılıma ilişkin hükümete sunduğu yol haritası çerçevesinde müzakere edilebilecek tartışmaların başlayabileceğini ifade etmiş ama gerisi gelmemiş.” (Habertürk Gazetesi, 16 Nisan 2010)
6.. Aksiyon Dergisi’nde yer alan bir habere göre, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “orkestra şefliği”nde, MİT Müsteşarı Emre Taner’in yürütücülüğünde ve PKK ile yapılan dolaylı görüşmelerde bir yol haritası belirlendi. Bu yol haritasına göre, PKK’lılar Kandil’den Mahmur kampına inecek, oradan da silahsız olarak Türkiye’ye dönecekti! (Aksiyon Dergisi, Sayı:757, 8 Haziran 2009)
7.. Hasan Cemal, PKK lideri Murat Karayılan’la “diplomasi işlevi taşıyan” bir röportaja imza atmıştı. Cemal, yazmadıklarını da hükümete aktardı.
8.. Öcalan, Erdoğan ve Gül’ün kendisine dolaylı çağrılarda bulunduğunu açıkladı: “Sayın Erdoğan ve Gül’ün dolaylı da olsa, basın yoluyla da olsa çağrıları oldu, ricaları oldu. Ben de bunlara cevap verdim. Osmanlı zamanında padişahlar perde arkalarından dinlerlerdi. Eğer çözüm olacaksa biz bunu da kabul ederiz.” (ANF, 26 Temmuz 2009)
Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık, oluşan tepkiler nedeniyle, Öcalan’ın avukatları aracılığıyla yaptığı bu açıklamayı yalanladı. Oysa AKP Milletvekili Mehmet Halit Demir, üç gün sonra “Gerekirse Abdullah Öcalan ile görüşülmesi gerektiğini” söylüyordu. (Hürriyet Gazetesi, 30 Temmuz 2009)
9.. AKP Milletvekili Mahmut Esat Güven, şartları düzeltilirse Öcalan’ın olumlu mesajlar vereceğini, bu konuda İçişleri Bakanı Beşir Atalay’dan talepte bulunduğunu açıkladı. (Hürriyet Pazar eki, 1 Ağustos 2010)
10.. Öcalan’ın AKP’yle pazarlıklarındaki şartlarından biri de cezaevi koşullarının düzeltilmesiydi. AKP bu konuyu sürece yayarak çözdü, Öcalan’a arkadaş bile gönderdi. Öcalan, Adalet Bakanlığı’ndan bir heyetle bu konuda yaptığı görüşmeyi avukatları aracılığıyla şöyle açıklıyordu: “Buraya getirilen arkadaşlarla bir kez görüştüm. Buradaki görevliler, ileride televizyon vereceklerini belirttiler. Adalet Bakanlığı’ndan gelen heyetle görüştüm. Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkif İşleri Müdürü de vardı. Bu görüşmeden sonra kapının üstünde aşağıya ve yukarıya yeni bir pencere açtılar. Kaldığım odada yatak, dolap, masa var. Onun dışında bana iki-üç adım mesafesinde yer kalıyor. Yatak, Masa ve Dolap yeri dışında enine iki adım boyuna üç adımlık mesafe var. Bütün yer bundan ibarettir.” (ANF, 11 Aralık 2009)
11.. Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Mesut Barzani, Abdullah Öcalan’dan aldığı mektubu, Ankara ziyareti sırasında görüştüğü Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan ile paylaştı. (Milliyet Gazetesi, 6 Temmuz 2010)
12.. AKP’nin PKK ve Öcalan ile pazarlıklarından biri de KCK iddianamesinde yer alıyordu. İddianamede yer alan tutanakta Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani şöyle diyordu: “Benim Apo ile bir ilişkim var. 2 Kasım’da bana avukatları aracılığıyla bir mektup gönderdi. Ben bu talepleri Türk yetkililerine de iletmiştim. Benim PKK ile de bir diyalogum var. Bu bayramda ben talep etmişim ateşkesi, hem uzatılması konusunda da bir yaklaşım oldu. Silah bırakma ve ateşkes ilan etme arasında fark var. Ben silah bırakma yanlısı değilim. Ateşkes ilan edilsin. Silah bırakmanın karşılığı var. Ateşkes ilan etmek ise Türkiye’de çalışan arkadaşların mücadelesini yükseltmek için olmalıdır. Yine PKK’nın bir talebi vardı; genel af ile onu dile getirdik. Biz MİT müsteşarları ile PKK’nın bazı ilişkileri var, sizin bilginiz dahilinde mi dedik. Erdoğan, MİT müsteşarının tüm ifadeleri benim ifademdir dedi.” (ANF, 14 Haziran 2010)
13.. Cumhurbaşkanı Gül, 12 Eylül halkoylaması öncesi, “devlet terörü bitirmek için her yöntemi dener” dedi. Ardından Karayılan “devletle anlaştıklarını” açıkladı. PKK, 20 Eylül’e kadar “eylemsizlik” kararı almıştı!
Kararın, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın 20 Temmuz günü Öcalan ile yaptığı görüşmenin sonucu alındığı ortaya çıktı.
PKK ile görüşmeyi yalanlayan Başbakan Erdoğan, danışmanı Yalçın Akdoğan’ın “pazarlık yok, diyalog var” demesi üzerine, “hükümet değil, devlet görüştü” dedi! Oysa görüşen Hakan Fidan hem kendisine bağlıydı, hem de Fidan’la birlikte heyette Adalaet Bakanlığı yetkilileri vardı.
14.. AKP ile BDP, 23 Eylül 2010 günü heyetlerarası bir görüşme yaptı. Görüşmede “PKK’nın ateşkesi uzatmasının söz konusu” olduğu ifade edildi. (Hürriyet Gazetesi, 24 Eylül 2010) BDP heyeti, “İmralı’nın muhatap alınması yönünde bir söyleminiz oldu mu?” sorusuna şu yanıtı veriyordu: “Bazı görüşmelerin sürdüğü biliniyor. O konuda söylenecek yeni bir şey yok”.
Başbakan Erdoğan, AKP ile BDP arasında yapılan bu müzakereyi “birlikte iyi olma” biçiminde yorumluyordu. 1 Ekim 2010 günü TBMM’nin açılış resepsiyonunda sohbet eden Başbakan ve BDP heyetinin “müzakere” ilişkin dikkat çekici temennileri şöyleydi:
“Selahattin Demirtaş: Sayın Başbakan, hayırlı olsun diyelim.
“Başbakan Erdoğan: Birlikte iyi olacağız inşallah. Görüşme trafiğini iyi götürün ha.
“Selahattin Demirtaş: Valla Sayın Başbakanım, görüşme çift taraflı olursa iyi olur, çift taraflı iyi götürülürse iyi olur. Beraber olacak.
“Akın Birdal: İnşallah öyle olacak”. (Vatan Gazetesi, 2 Ekim 2010)
15.. Kandil, Öcalan’ın “Ateşkesi uzatın”, (Milliyet, 20 Eylül 2010) talimatı gereği, “Bazı gelişmeler var, ateşkesi bir hafta uzattık” açıklaması yaptı. (Taraf, 21 Eylül 2010) Taraf Gazetesi, “bazı gelişmelerin” ne olduğunu da bir başka haberinde açıklıyordu. Meğer “Apo’yla barışın takvimi konuşuluyor”muş! (Taraf, 21 Eylül 2010)
16.. Anayasa Mahkemesi’nin kapattığı DTP’nin, Ahmet Türk’le birlikte siyasi yasaklı hale gelen eşbaşkanı Aysel Tuğluk, “avukat” sıfatıyla Öcalan’la görüştü. Adalet Bakanlığı’nın kiraladığı gemiyle İmralı’ya giden Tuğluk, görüşmenin ardından Öcalan’ın mesajlarını hükümete ve PKK’ya iletti: “PKK’nın eylemsizlik kararını en az bir yıl uzatması gerekiyor. Kalıcı ateşkes ve silahsızlanma zamana yayılacak. Hükümetin siyasi adımları beklenecek. Kalıcı ateşkese giden süreçte cezaevi koşullarının iyileştirilmesi bu döneme katkı yapacak.” (Vatan, 28 Eylül 2010)
17.. Hükümet, Öcalan’la Aysel Tuğluk üzerinden müzakere yürütürken, bir yandan da Barzani’yle anlaşma yoluna giriyordu. Sürpriz bir şekilde Kuzey Irak’a giden Açılım Koordinatörü Beşir Atalay, Kürt Yönetimi Başkanı Mesut Barzani ve Kürt Hükümeti Başbakanı Berham Salih’le görüştü.
Basına yansıyan görüşme tutanaklarına göre, Barzani’den “Topun taca atıldığı noktada aktif rol almasını” isteyen Atalay, “aktif rolden kastınız ne?” diye soran muhatabana şu ibretlik yanıtı verdi: “Bölgede (Güneydoğu Anadolu) saygınlığınız var. Bu saygınlığınızı kullanmalı ve PKK üzerinde etkinizi hissettirmelisiniz. Sık sık medya önünde silahların bırakılması yönündeki telkinleri sürdürünüz. Kürt kamuoyu, Kürt hareketinde tek fayda olarak PKK’yı görme alışkanlığını terk edecektir. Bu da sorunların çözümü noktasında işimizi kolaylaştıracaktır”. (Milliyet, 28 Eylül 2010)
18.. AKP’nin PKK’yla müzakerelerinin aslında en önemlisi DTP ile yapılanlarıdır. Çünkü Öcalan, DTP’yi AKP’yle müzakere konusunda resmi muhatap tayin etmişti. AKP Adıyaman Milletvekili ve MAZLUM-DER Genel Başkanı Ahmet Faruk Ünsal da, bu gerçeği kendi tarafı adına şu sözlerle ifade ediyordu: “Öcalan zaten indirekt olarak sürecin içinde. Ayrıca, kendisi resmi muhatap olarak DTP’yi gösterdi, DTP de buna itiraz etmeyerek dolaylı olarak adres gösterilmeyi kabul etti.” (Milliyet, 8 Ağustos 2009)
Bu durum en başından beri kabul edildiği için Başbakan Erdoğan, aşamalı manevralar izledi. Erdoğan, önce bir süre “PKK’ya terör örgütü demeyenle görüşmem,” diyerek DTP ile bir araya gelmedi, böylece hem kamuoyunun tepkisini değerlendirdi hem de TSK’yı “idare” etti. Erdoğan, şartlar oluştuğunda DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’le görüştü. Erdoğan, daha önce söylediği şartı, geri almamak için de pozisyonuyla ters orantılı bir manevraya yöneldi: Ahmet Türk’le başbakan olarak değil, AKP Genel Başkanı olarak görüştüğünü açıkladı!
19.. Son görüşme, yazımızın en başında da belirttiğimiz gibi Aysel Tuğluk üzerinden yürütüldü. Bu görüşmede dikkat çeken bir ayrıntı da, Tuğluk’un, PKK lideri Karayılan’ın mektubunu, AKP’nin bilgisi dahilinde, Öcalan’a götürmesiydi!

Mehmet Ali Güller
2 Kasım 2010

1 Kasım 2010 Pazartesi

TAKSİM’DEKİ BOMBALI SALDIRININ, FÜZE KALKANI İLE BİR İLGİSİ VAR MI?

Taksim’de 32 yurttaşımızn yaralanmasına yol açan intihar saldırısını henüz üstlenen olmadı. Saldırının PKK’nın eylemsizlik süresinin son günü olan 31 Ekim gününe denk gelmesi, failin PKK olabileceği yorumlarına yol açtı. Ancak, CNN’e konuşan PKK sözcüsü, “Taksim’deki patlamadan haberimiz yok” dedi. BDP yetkilileri de, saldırıyı kınayan açıklamalara imza attılar.
Kaldı ki, PKK lideri Murat Karayılan’ın, daha birkaç gün önce, yeni Radikal’e verdiği röportajda “Bizden kaynaklanan hatalar oldu, siviller öldü. Bunlar için gerekirse özür dileriz” demesi, Taksim faili konusunda PKK ihtimalini zayıflatıyor.
Ancak, her halükarda, PKK’nın bazı unsurları Taksim saldırısına imza atmış olabilir. Neden mi? Henri Barkey, 31 Ağustos 2010 tarihli, Foreign Policy’de yer alan “Türkiye’nin sessiz krizi” başlıklı raporunda ne demişti?
Barkey, İstanbul’un dünyada Kürt nüfusun en fazla olduğu şehir olduğunun altını çizmiş ve “ayaklanmanın” bölge ile sınırlı kalmayacağını yazmıştı. Barkey, “etnik gruplar arası çatışmanın, Türkiye’yi alt üst edebileceğini” belirtmişti.
Özetle, ABD, yeni dönem için “etnik çatışma” sopasını sallayacağını açıkça ortaya koymuş ve Ankara’yı tehdit etmişti!
Ancak daha önemlisi, Taksim saldırısının, İngiliz Daily Telegraph gazetesinin yayımladığı “ABD, Türkiye’yi kapalı kapılar ardında uyardı” şeklindeki haberle çakışmasıydı.
Habere göre, hem ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, hem de ABD Savunma Bakanı Robert Gates, füze kalkanı konusunda görüştükleri Türk yetkilileri, “tavırlarını belirlemeleri” için gizlice uyarmışlardı!
Acaba ABD nezdinde “gizli uyarılar” dışında, bazı “açık uyarılara” da mı ihtiyaç vardı?
Hele de ABD’nin en yakın müttefiklerinden dahi, zor taleplerini gerçekleştirmek için bu tip eylemlere imza attığı gerçeğini göz önünde bulundurursak…
TSK’nın sınırdışı harekatını engellemek için Gazi Mahallesinde provokasyon yapan, peşmerge liderlerinin Bağdat’ın otoritesinden çıkmasına engel olduğu için Jandarma Genel Komutanı Org. Eşref Bitlis’i katleden, Muavenet fırkateynimizi bombalayan, CASA uçağımızı düşüren, ülkemizi hedef aldığı “binyılın meydan okuması” tatbikatını yapan, 1 Mart tezkeresinin intikamını almak ve Kuzey Irak’taki Türk askerini sınırdışı etmek için 11 subayımıza çuval geçiren ABD’nin bu konudaki sicili zaten oldukça kabarıktır!

Mehmet Ali Güller
1 Kasım 2010

26 Ekim 2010 Salı

YENİ NATO KONSEPTİ VE FÜZE KALKANI SİTEMİ

NATO, 7. stratejik konseptini 19-20 Kasım 2010’da Lizbon’da kabul edecek. 1999 tarihli 6. konseptin ardından, 2009 yılında eski ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’ın başkanlığındaki 12 kişilik “uzmanlar grubu” tarafından hazırlanan ve Nisan 2010’da NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen’e sunulan konsept, 2020 yılına kadarki dönemi kapsıyor.
YENİ KONSEPT: ORTAKLIĞIN KAPSAMINI GENİŞLETMEK
Yeni konseptin en belirgin özelliği “ortaklık ilişkisinin kapsamını genişletmek” ve “kolektif savunmayı yeniden belirlemek” şeklinde önüne koyduğu hedeftir. Yeni Konsept (NATO 2020: Assured Security; Dynamic Engagment) üyelerinden “sadece askeri kapasiteleri ile değil, kriz planlaması, tatbikatlar, askeri kuvvetlerin hazırlanması ve lojistik hususların katılımları” ile de ortak savunmaya katkıda bulunmalarını istiyor.
Yeni konsept, Kafkaslar ve Balkanlar’ın kırılgan olduğunu; Rusya’nın olaylara bakışının NATO’dan farklı olduğunu; Ortadoğu’daki aşırılıkçı şiddetin, Arap-İsrail gerginliğinin ve İran’ın tavrının NATO güvenliğini etkilediğini; Hindistan-Pakistan gerginliğinin Asya’da, Kuzey Kore’nin de Asya-Pasifik bölgesinde istikrarsızlığın kaynağı olduğunu; Afrika ülkelerinin NATO’dan yardım talebinde bulunabileceğini belirterek, hem tehdit algılamalarını hem de görev bölgelerini ilan etmiş oluyor!
Yeni konseptin ruhunu tek cümlede özetlemek gerekirse; ABD, “yeni NATO” ile güdümünden çıkan müttefiklerini “alan dışı” görevler üzerinden yeniden kontrol etmeyi hedefliyor!
“Tek başına” kazanamadığını gören ABD, Irak savaşı sırasında bozulan müttefikleriyle ilişkilerini, Bush sonrası Obama ile birlikte “iyileştirme” kararı almıştı.
FÜZE KALKANI, YENİ KONSEPTİN BİR UNSURU
İşte Türkiye’ye yerleştirilmesi hedeflenen “Füze Savunma Sistemi” de bu yeni konseptin en önemli unsurlarından biridir. Yeni konsepte göre “aşamalı uyarlanabilir yaklaşım” adı verilen sistem, en uzak üye ülkeden başlayarak ABD’ye kadar sırasıyla kurulacak!
Sistem, ortada bir emare olmasa da, açıkça İran’dan yönelecek tehdit gerekçe gösterilerek inşa ediliyor. Ancak NATO’nun, daha doğrusu ABD’nin asıl tehdit algıladığı kuvvet Çin’dir. Çünkü yeni dönemde İran’ı arkalama işini Rusya yerine Çin üstlenmiştir.
İstediği askeri başarıyı kazanamayan, ekonomik inişe geçen ve siyasi yenilgiler alan ABD, Büyük Ortadoğu Projesi’nin başarısını “Irak’ın kuzeyi ile güney Kafkasya’yı, Türkiye, Rusya ve İran arasında sorunlu hale getirmeye” indirgemiş durumda. ABD, bu yolla hem bölgeye sürekli müdahale edebilmeyi hem de Çin’in bölgede etkinliğinin artmasını frenlemeyi umuyor.
ABD’nin endişe skalasında, Türkiye-Çin askeri tatbikatları gibi, Türkiye ve Rusya’nın Karadeniz Savunma Gücü oluşturması gibi, geleceği şekillendirecek gelişmeler, en tepede yer alıyor artık!
FÜZE KALKANININ HEDEFLERİ
ABD Türkiye’ye yerleştirmeyi istediği füze kalkanı ile birkaç hedefi gerçekleştirmeyi hesaplıyor. Bunlar, birincisi esas hedef olmak üzere, önem sırasına göre şöyledir:
1.. Türkiye’nin hem İran hem de Çin ve Rusya ile gelişen ilişkilerini baltalamak; dahası karşı karşıya getirmek! ABD, AKP’ye rağmen ekseni doğuya kayan Türkiye’yi, bu yolla Atlantik’e çapalamayı planlıyor.
Washington’un Ankara’dan gelen “İran bizi tehdit etmiyor” şeklindeki kalkan aleyhtarı görüşlere karşı argümanı, daha doğrusu tehdidi ise “İsrail İran’a saldırırsa, İran İncirlik’i vurur” şeklinde.
2.. ABD, füze kalkanı ile güdümünden çıkan AB’yi yeniden kontrol etmeyi hedefliyor. İran füzelerine karşı AB’yi koruyan ABD, İran’a savaş açtığı takdirde, Irak saldırısında alamadığı desteği AB’den isteyebileceğini düşünüyor.
3.. ABD, Türkiye’nin doğusuna yerleştireceği kalkan ile Ortadoğu’daki kukla devletlerini korumayı hedefliyor. İsrail ile Kuzey Irak’taki ikinci İsrail’in güvenliğini, Türkiye’deki kalkan sağlayacak.
4.. ABD, İran’ı gerekçe göstererek, Sünni Arap bloğu oluşturmayı hedefliyor. Washington, bu bloğa geçen aylarda yaptığı 60 milyar dolarlık silah satışı gibi kontratları da çoğaltmayı hesaplıyor.
AKP NE YAPACAK?
Füze Kalkanı, AKP’nin en büyük kâbusu durumda.
Çünkü AKP, kalkanı kabul ederek, çizmeye çalıştığı İsrail karşıtı imajı paramparça edecektir. “İsrail’i İran’a kaşı AKP kalkanı koruyor” propagandası, Haziran 2011 seçimlerinde AKP’yi yenilgiye götürür! Kalkanı onaylamak, “komşularla sıfır soruna” dayalı AKP dış politikasının da iflası demektir.
Öte yandan AKP, siyasi varlığının dayanağı olarak da ABD talebine evet demek zorunda!
NATO ÜYELİĞİ SORGULANMALI
AKP’nin vereceği karardan bağımsız olarak Türk Devleti artık NATO üyeliğini sorgulama göreviyle karşı karşıyadır. Füze Kalkanı bu gerçeği bir kez daha önümüze getirmiştir. Çünkü NATO ile Türkiye’nin tehdit algılaması bambaşkadır. Dahası, Türkiye NATO’nun aslında hedefindedir.
Anımsatalım:
ABD’nin dış politika mimarlarından ve üst düzey diplomatlarından Richard Holbrooke, 2006 yılında, Riga Zirvesi öncesinde “NATO’nun yeniden keşfi” başlıklı bir rapor hazırladı. Holbrooke, “Türkiye’nin Kuzey Irak’ı işgal etmesi olasılığını önlemenin en iyi yolunun bölgeye NATO gücü konuşlandırmak olduğunu” savundu!
Yani ABD’ye göre Türk Ordusu ile NATO’nun hedefleri karşı kaşıyaydı!
Holbrooke’un planı dört yıl sonra gündeme geldi. Başbakan Erdoğan 28 Haziran 2010 günü, G-20 toplantısı için bulunduğu Toronto’da, ABD Başkanı Obama ile baş başa görüştükten sonra “Kuzey Irak’a NATO” çağrısı yaptı!
Yani Türk Ordusu’nun hedefleri ile AKP’nin hedefleri de -tıpkı NATO’yla olduğu gibi- aslında karşı karşıyaydı!

Mehmet Ali Güller
26 Ekim 2010

19 Ekim 2010 Salı

YARGIYA MÜDAHALE VE İKİ ABDULLAH

12 Eylül halkoylamasına sunulan anayasa değişikliğinin hedefinde “yargıyı ele geçirme” niyetinin olduğu, Adalet Bakanlığı’nın bir liste destekleyerek, HSYK seçimlerini kazanmasıyla da teyit oldu.
Anımsarsanız, AKP bu hedefe ilerlerken YARSAV’ı parçalamak için “demokrat” yargıçlarla ittifak kurmuştu. Demokrat Yargı da, 12 Eylül için yoğun bir “evet” çalışması yürütmüştü… Ancak 13 Eylül sabahı, köprülerden biri geçilmişti artık! Adalet Bakanlığı, HSYK’yı ele geçirmek için kendi listesini oluşturmuş, Demokrat Yargı’ya ihtiyacı kalmamıştı artık!
HSYK seçimleri sırasında konuşan Demokrat Yargı Eşbaşkanı Orhangazi Ertekin, içine düştükleri durumu görmüş ve “bakanlık bazı adayları çekilmesi için tehdit etti” demişti. Ertekin, “cemaat ve hükümet yanlısı avukatların hâkim ve savcıları etkilemeye çalıştığını” belirtmiş ve “yaklaşık iki bin kişi sahada bakanlık için çalışıyor” demişti. (Vatan, 16 Ekim 2010)
“Demokrasi bir tramvaydır, istediğimiz durakta ineriz” anlayışına sahip Tayyip Erdoğan ve ekibinin “değiştiği” masalına inanarak onlarla kol kola giren kesimlerin içine düşecekleri durum sırasıyla bu olacak! Temennimiz, bu gerçeğin, daha köprü geçilmeden görülmesi.
YARGI İLE YASAMA VE YÜRÜTME, TEK ELDE
Yargıya müdahale, artık hükümetin Adalet Bakanlığı üzerinden “açık saha” çalışması yapması boyutuna kadar varmıştır. İşine gelen yargı kararlarını “hukuk içi” bulup, kararı eleştirenleri “yargıya müdahale etmekle” suçlayan AKP, işine gelmeyen “yargı kararlarını” da bildiğiniz üzere “askeri vesayete” ve “Ergenekon”a mal ederek kamuoyu oluşturuyor hep…
Yargıya müdahalenin hangi boyutta uygulandığının son dönemdeki en çarpıcı örneklerinden biri de, AKP’nin iki numaralı ismi Cumhurbaşkanı Gül’ün, henüz Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı iken, Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’i nasıl gözaltına almaktan kurtardığı gerçeğidir.
GÜL, OSMAN BAYDEMİR’İ GÖZALTINDAN KURTARDI
Abdullah Gül, o dönem aynı zamanda Terörle Mücadele Yüksek Kurulu’nun da Başkanı. Cizre, Şırnak, Diyarbakır’ın savaş alanına döndüğü, kepenklerin indiği, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bölgede otoritesinin olmadığının gösterilmeye çalışıldığı günler… O sırada, Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’in gözaltına alınacağı haberi geliyor Dışişleri konutuna… Abdullah Gül, gelen bu habere üzülüyor, kızıyor… Ve Gül, duruma müdahale edip, Baydemir’in gözaltına alınmasını engelliyor! Başbakan Erdoğan’ın şimdiki müsteşarı Efkan Ala, o zaman Diyarbakır Valisi… Ve Vali Efkan Ala, emrindeki kolluk kuvvetlerini “kan akmasın” gerekçesiyle geri çekiyor… (Fatih Çekirge, Hürriyet, 19 Ekim 2010)
Peki Baydemir’i gözaltından kurtaran Cumhurbaşkanı Gül Ergenekon soruşturmasında nasıl bir rol oynamıştı?
Anımsatalım:
GÜL: DELİLLENDİRİN, SAVCI BULUN, YARGILAYIN
“Danıştay saldırısından hemen sonra Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’e polis bir şema getirir. Bu şemada, Danıştay saldırganı dâhil bugün tutuklu olarak cezaevinde bulunan bütün Ergenekon şüphelileri yer almaktadır. Sadece onlar mı, daha fazlası da var şemada. Ama ilk ağızda Danıştay saldırısı ile çok sonra İstanbul’da başlayacak olan Ergenekon soruşturması arasında somut bir bağlantı kurulamıyor. Emniyet ilk gün getirip Abdullah Gül’e sunduğu istihbari bağlantıları savcılara sunamıyor, delillendiremiyor”. (İsmet Berkan, Ergenekon’un Yakın Tarihi 5, Radikal, 9 Nisan 2008)
“Bu şema, aynı zamanda Ergenekon’un ‘çete’ tarafını oluşturan, silahlı-külahlı işlere karışanların şemasıydı. Aslında Abdullah Gül çok kararlıydı, ‘Haydi’ dedi, ‘Bana anlattığınızı delillendirip savcıya da anlatın, hepsi yakalansın, yargılansın’”. (İsmet Berkan, Ergenekon bir rövanş mı?, Radikal, 4 Temmuz 2008)
“O dönemde, Murat Yetkin’le birlikte Ankara’da çok önemli bir güvenlik yetkilisiyle sohbet ediyorduk, o yetkili bize ‘Savcı bulunamıyor’ dedi, ‘Elde pek çok şey var ama savcılar soruşturmaktan çekiniyor.’ Nasıl olduysa İstanbul’da Zekeriya Öz isimli bir savcı bulundu”. (İsmet Berkan, Ergenekon bir rövanş mı?, Radikal, 4 Temmuz 2008)
ABD’NİN HESAPLARI ve ANKARA’YA YANSIMASI
Abdullah Gül, yalanlamadığı bu iddialarda ortaya konulduğu gibi, Ergenekon soruşturmasının tam göbeğindedir. Delilden suça değil de, suç saydığına uygun delil yaratılmasını isteyecek kadar da hukuk dışı bir yöntemin savunucusudur…
Kaldı ki, Ergenekon dalgalarının yoğun yaşandığı sırada da Abdullah Gül, “gözaltına alınanlar henüz suçlu mu, suçsuz mu belli değil, yargı karar verecek” diyecek kadar, yargının evrensel ilkesi olan masumiyet karinesi anlayışından da uzaktır.
Bugün Abdullah Gül’ün çıkıp, Silivri’dekilerin tutukluluk halinin uzamasından şikâyet eder bir görüntü içinde olması, sadece ABD’de yapılan bazı hesapların ve uzlaşıların, Ankara’ya yansımasıyla ilgilidir.

Mehmet Ali Güller
19 Ekim 2010

18 Ekim 2010 Pazartesi

TÜRBAN OLAYINA ATATÜRK NASIL BAKIYORDU?

Usta gazeteci Rahmi Turan, Atatürk’ün 21 Mart 1923 tarihinde, Konya Hilaliahmer (Kızılay) Kadınlar Şubesi’nde söylediklerini anımsatmış okurlarına: “Muhterem hanımlar! Memleketimizin bazı yerlerinde giyim tarzımız, kıyafetimiz, bizim olmaktan çıkmıştır. Kadınlarımızın giyim tarzı ve örtünmesinde şu iki şekil görünüyor: Ne olduğu bilinmeyen çok kapalı, çok karanlık bir dış görünüm gösteren kıyafet veyahut Avrupa’nın en serbest balolarında bile giyilmeyecek kadar açık bir giyim... Bunun her ikisi de yanlış!” (Hürriyet, 18 Ekim 2010)
Atatürk, 87 yıl öncesinden öngörmüş bugünleri… Sistem kadını tek bir noktada birleşen iki ayrı uca yöneltiyor: Ya türbana ve çarşafa, ya da göbeğini açmaya…
TÜRBANI ÇÖZME YARIŞI
2006 yılında hukuken kapanan türban konusu, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun halkoylaması mitingleri sırasında “türbanı biz çözeriz” sözleriyle yeniden önümüze geldi. Kılıçdaroğlu, ardından “cemaatlere saygılıyız” ve “laiklik tehlikede değil” diyerek izleyeceği politikanın köşelerini de belirledi. (Akşam, 21-22 Eylül 2010)
CHP’nin bu sürpriz çıkışı, AKP’nin geri planda tutmak zorunda kaldığı en önemli silahını yeniden cepheye sürmesine olanak yarattı.
TÜRBAN ÖNCE ÜNİVERSİTEYE
Fırsat bu fırsat diyen YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan, üniversite rektörlüklerine “kız öğrencilerin türbanlı olsa bile derslere girebilmesinin önünü açan” bir yazı yazdı. AKP hükümetinin yarattığı korku toplumunun sonucu olarak, yasal olmayan bu talebe, üniversiteler büyük oranda sessiz kaldı ve türban uygulaması başladı!
Rektörler, konuya itiraz etmeyeceğini açıklayan anamuhalefet liderinden daha ileri gitmeye nasıl cesaret edebilirdi ki zaten! CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “YÖK’ün bu yazısını durdurmak amacı ile herhangi bir şekilde hukuki yollar da dâhil bir girişimde bulunulmayacağını” söylüyordu. (Hürriyet, 6 Ekim 2010)
AKP’nin elini güçlendiren en önemli dayanak, CHP’nin kamuoyuna yansıyan yeni rapor taslağıydı. CHP’nin türbanı “bireysel hak ve özgürlükler” kapsamında ele alması, AKP’nin türbanı hem çarşafa çevirmesine hem de üniversitelerin ardından tüm kamuya sokmasına dayanak oluşturacaktı!
Üstelik raporun mimarlarından CHP’li Sencer Ayata, YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’a akıl danışmıştı: “Sencer Bey, benim çok eski arkadaşımdır. Uzun yıllar beraber öğretim üyeliği yaptık. Bu, bir rapor değil, bilgi notu kabilindedir. Onun üzerinde çalıştığını söyledi. Henüz bitmiş bir şey değil. Ne yapılabileceğini konuştuk. Bize ‘başörtülü öğrenciler için ne yapılabilir’ diye sordular. Madem partiler bu konuda anlaşacak, bize bir güvence gerekir. Yeter ki problem çözülsün.” (Vatan, 12 Ekim 2010)
“TÜRBAN KAMUDA SERBEST OLSUN”
AKP, yandaş medyayı da harekete geçirerek, zaferi taçlandırmak için sondaj çalışmasına başladı hemen. El birliği ile “türban kamuda da serbest olsun” kampanyası başlatıldı!
CHP’ye rağmen tepki gösterenlere ise YÖK Başkanı Özcan güvence veriyordu: “Garanti ediyorum, başörtüsüz öğrenciler baskı görmeyecek”. (Vatan, 12 Ekim 2010)
“Menderes ve Özal’dan sonraki Müslüman Cumhurbaşkanı” sıfatıyla seçilen Abdullah Gül, bu fırsattan yararlanarak sekiz yıllık uygulamayı iptal ettiğini ve 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı için tek tip resepsiyona geçtiklerini, konuklarını eşi Hayrünnisa hanımla birlikte karşılayacağını müjdeliyordu. (Hürriyet, 12 Ekim 2010). Gül’ün “türbanlı resepsiyon” kararını, Genelkurmay Başkanı Org. Işık Koşaner’e de bildirdiği belirtiliyordu.
Türban konusunda üniversitelerin ardından ilk kurumsal adımı Türkiye Gazeteciler Cemiyeti TGC attı. TGC, daha önce reddettiği tesettürlü bir gazetecinin üyeliğini bu sefer kabul ediyordu. (gazeteciler.com, 13 Ekim 2010)
LAİKLİK ÖNCE BOŞALTILACAK SONRA KALDIRILACAK
Ve sahneye TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu çıkıyor ve “Türkiye laiklik ilkesini yeniden yorumlamalı” diyordu. (Hürriyet, 13 Ekim 2010). CHP’nin rapor taslağını fırsat bilen Kuzu, “örneğin başörtüsü meselesi laiklikle değil bireysel özgürlüklerle ilgilidir” diyerek yeni anayasanın birey haklarına odaklanması gerektiğini vurguluyordu.
Bundan sonra, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının nasıl şekilleneceğinin işaretini ise Başbakan Erdoğan veriyordu. Kızılcahamam’da bir köfteciye uğrayan Başbakan, köftecinin çocuklarına “namaz kılıyor musunuz” diye soruyordu. “Evet” yanıtı alan Erdoğan, namaz kılan çocukları, oyuncakla ödüllendiriyordu! (Milliyet, 17 Ekim 2010)
TÜRBANIN HEDEFİ TBMM
Öte yandan “Türban kamuya da girsin” kampanyasının bir haftada büyük yol aldığını ve merkezi kurumların sessiz kaldığını gören Erdoğan artık meydan okuyordu: “Türbanlı her yere girebilir”. (Cumhuriyet, 17 Ekim 2010)
Erdoğan, AKP Kurucular Kurulu üyesi Fatma Ünsal’ın “Kadınlar, başörtüsüyle Meclis’e giremiyor. 8 yıl geçti” sözlerini de “her şeyin bir zamanı var” diye yanıtlıyordu. (Hürriyet, 18 Ekim 2010)
TÜRBAN ARAÇ, HEDEF LAİKLİK
Türban, aslında kadınlarımızın bir sorunu değildir. Türban, bireysel bir özgürlük de değildir. Tam tersine kadınlarımızı esaret altına almanın aracıdır.
Türbanın Kuran’da yeri olmadığı, Kuran’ın örtülmesini emrettiği bölgenin kadının saçlarının olmadığı gerçeği, dindar yurttaşlarımızla dincileri birbirinden ayıran önemli bir ölçüttür. Çünkü dindar bilmektedir ki, Kuran kadından sadece “farj” bölgelerini “hımar” ile örtmesini emretmiştir.
İşte bu yüzden, kadınlarımızı türbana sokup, onları araç olarak kullananlar, yavaş yavaş dudaklarına sürdükleri rujlara, gözlerine çektikleri sürmelere itiraz etmeye başlamışlardır! Bu konuda rahatsızlık oluşmaya başladığını bazı türbanlı kadın yazarlar da dile getirmeye başlamıştır.
LAİKLİK, DİNİN DÜNYA İŞLERİNDEN AYRILMASIDIR
Yazımıza, Rahmi Turan’ın anımsattığı Atatürk’ün konuyla ilgili sözleriyle başlamıştık, yine Atatürk’le bitirelim.
“Yeni CHP”nin türbanı “bireysel hak ve özgürlükler” kapsamında ele alması, aslında Atatürk sonrası CHP’sinin, laiklik ilkesinin anlamını değiştirmesiyle başlattığı sürecin bir sonucudur. Atatürk’ün devrimci CHP’si ile İnönü’nün tutuculaşan CHP’si arasındaki en önemli farklardan biri laiklik ilkesiydi.
Atatürk, laikliği “dün ve dünya işlerinin ayrılması” diye tanımlarken, yıllar sonra CHP bu tanımı “din ve devlet işlerinin ayrılması” şeklinde değiştiriyordu.
“Dini dünya işlerinden değil de, sadece devlet işlerinden ayrı tutunca”, 1948 yılından başlayarak günümüze kadar uzanan, “imam hatip okulu açmak, kuran kursu açmak, cemaatlere hoşgörülü olmak, sonra da saygılı olmak, türbanı üniversiteye sokmak” gibi uygulamalar bireysel haklara giriyordu! Devlet TBMM’ydi, Çankaya’ydı… Üniversite değildi!
Bu anlayışın Türkiye Cumhuriyeti’ni getirdiği yer ortada. CHP, köklerine dönmeli ve Atatürk’ün altı ilkesine sıkı sıkıya sarılmalıdır. Çünkü Türkiye uçuruma yuvarlanmaktadır.

Mehmet Ali Güller
18 Ekim 2010

16 Ekim 2010 Cumartesi

CHP DERVİŞ'TEN NE BEKLER?

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Kemal Derviş’le iki saatlik özel bir görüşme yapması herkesi şaşırttı! Derviş’in “Bize destek olmanızı bekliyoruz” diyen Kılıçdaroğlu’na “Ne isterseniz emrinizdeyim” dediği kamuoyuna yansıdı. (Milliyet, 16 Ekim 2010)
Aslında Kılıçdaroğlu’nun Derviş’le buluşmasından şaşırılacak bir şey yok. Çünkü Derviş, CHP’de yeni dönemde etkin pozisyonlara getirilen ekip üyeleri nedeniyle, zaten CHP’nin en tepesinde!
DERVİŞ EKONOMİYİ ÇÖKERTTİ
Atlantik merkezli 2001 krizinin sözde çözüm mimarı olarak ABD’nin ülkemize ihraç ettiği Derviş, anımsanacağı gibi “en yetkili bakan” olarak Türkiye’yi serbest piyasa ekonomisiyle bütünleştirmek adına kamu ekonomisini ortadan kaldırdı! Bununla yetinmeyen Derviş, önce DSP’yi böldü, ardından da AKP’yi iktidara getiren 3 Kasım 2002 seçimlerinin önünü açtı. Bu arada altını çizmekte yarar var; Derviş DSP’yi bölerken birlikte parti kurma sözü verdiği ekibi de yüzüstü bıraktı ve CHP’ye geçti!
Derviş bir dönem milletvekilliği yaptıktan sonra, Türkiye’den ayrıldı ve BM Kalkınma Programı’nın başkanlığına getirildi. Derviş şu anda, ABD’de, Demokrat Parti’nin kontrolü altındaki Brooking Enstitüsü’nün “küresel ekonomi ve kalkınmadan sorumlu” genel başkan yardımcılığını yapıyor.
Derviş’in 2001 krizi sonrası ekonominin başına geçtiğinde kurduğu ekibin önemli isimleri, Kılıçdaroğlu döneminde CHP’de etkili pozisyonlara getirildiler.
DERVİŞ’İN HAZİNE MÜSTEŞARI: FAİK ÖZTRAK
Örneğin Faik Öztrak! CHP Tekirdağ Milletvekili Faik Öztrak, 22 Temmuz 2007 genel seçimleri öncesinde milletvekili adayı olurken bile CHP tabanında ciddi soru işaretleri taşıyan bir isimdi. Derviş’in “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” çerçevesinde birlikte çalıştığı isimlerden biri olan Faik Öztrak o dönemde Hazine Müsteşarı olarak atanmıştı.
Öztrak bu görevinin ardından TÜSİAD-Koç Üniversitesi Ekonomik Araştırma Forumu direktörlüğü yaptı. Öztrak’ın dikkat çeken bir diğer çalışması da Avrupa Politikaları Çalışmaları Merkezi için yazdığı Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliğini savunduğu makalelerdi…
Kılıçdaroğlu’nun Kurultay konuşmasında AB üyeliğini bir çağdaşlaşma projesi olarak savunmasında Öztrak’ın büyük rolü var.
Öztrak’ın AB savunuculuğunun temelini aslında dünya sermaye piyasalarıyla bütünleşme çizgisi oluşturuyor. Bakınız Faik Öztrak 2004 İktisat Kongresi’nde ne diyor: “Türkiye’nin uluslararası sermayenin alıştığı boyutta bir oyun alanına kavuşacağının en önemli teminatlarından bir tanesidir Avrupa Birliği üyesi olmasıdır”.
Acaba diğer teminatlar neler?
Bu konuda bir ipucu Öztrak’ın, CHP’nin AKP dönemi en önemli başarısı sayılan 1 Mart tezkeresine bakış açısı olabilir mi acaba? Öztrak 12 Eylül 2006 tarihli Milliyet Gazetesi’ndeki köşesinde “1 Mart dersleri” başlıklı makalesinde tezkerenin reddini her iki ülkenin, Türkiye ve ABD yetkililerinin hatalarına bağlıyor!
Aslında Öztrak’ın ekonomik duruşunu anlamamızı sağlayacak en önemli özelliği, 2008 yılında Mustafa Koç, Ferit Şahenk ve Zeynep Göğüş’le birlikte Bildergberg toplantısına katılmış olmasıdır…
İşte bu özelliklere sahip Faik Öztrak, Kılıçdaroğlu’nun yeni CHP’sinde önce PM üyesi, sonra MYK üyesi ve Genel Saymanı oldu!
DERVİŞ’İN DÜŞÜNSEL TAKIMINDAN HURŞİT GÜNEŞ
Derviş’in ekibinde yer alan ikinci önemli isim de Hurşit Güneş’tir.
İktisatçı Hurşit Güneş, CHP’nin Altı Ok’u reddeden 70’lerdeki ideologlarından Turan Güneş’in oğludur. Güneş, Kemal Derviş’in Asaf Savaş Akat, Deniz Gökçe, Taner Berksoy’la birlikte “düşünsel takım”ında yer almaktadır.
Hurşit Güneş sonuna kadar serbest piyasacıdır! 19 Eylül 2008 tarihli Milliyet Gazetesi’ndeki köşesinde, üstelik serbest piyasacılığın çöktüğünün görüldüğü günlerde bakın nasıl savunuyor Güneş sistemi: “Piyasa ekonomisi bir genel sistem olarak elbette tercih edilmeli. Çünkü ekonomiye canlılık, dinamizm sağlar”.
Güneş’in ekonomi Nobel’i getirmese de ekonomi çevrelerinde büyük ilgi gören bir analizi var. Rusya’da 500 bin hayat kadını olduğunu, bunun yüzde 10’unun Türkiye’de bulunduğunu “hesaplayan” Güneş şu sözleriyle ekonomide çığır açtı: “50 bin kadının her birinin Rusya’ya ayda 1000 dolar gönderdiğini hesaplarsak ayda 50 milyon dolar, yılda 600 milyon dolar ediyor. Dışarıya 600 milyon ne parası ödüyoruz? O… parası yolluyoruz. Nasıl Almanya’dan işçi dövizlerimiz geliyor 1.5 milyar dolar. Geliyor ama onun yarısı kadar parayı da Nataşalara ödüyoruz. Bizim ekonomistler konuşuyor, ‘Efendim, işçi dövizlerimizi yazdık, açık şu kadar oldu’. İşçi dövizlerini yazıyorsun ama Nataşa’nın parasını yazmıyorsun. Onu da düş içinden bakayım. O zaman denge değişiyor tabii. Ama bunu konuşmuyoruz, konuşmamız lazım”.
Güneş, artık yeni CHP’nin Parti Meclisi PM üyesidir!
CHP’nin ekonomi politikalarının AKP’den farklı olmayacağının, ABD ve AB nezdinde en önemli teminatı, Öztrak ve Güneş’in CHP’deki etkili konumlarıdır.
DERVİŞ YIKICIDIR!
CHP’lilerin, Haziran 2011 gibi Türkiye’nin en önemli dönemecine girilirken, “Ne isterseniz emrinizdeyim” diyen Derviş’ten, ne partilerine ne de Türkiye’ye bir hayır beklememesi gerekir!
Çünkü Derviş, “yıkıcılığın” sembolüdür.
Normalde Kılıçdaroğlu’nun, “Ne isterseniz emrinizdeyim” diyen Derviş’ten sadece “gölge etmemesini” istemesi gerekmektedir!

Mehmet Ali Güller
16 Ekim 2010