27 Aralık 2009 Pazar

Çuval Operasyonu’ndan Arınç’a suikast yalanına… ABD'nin hedefi: Özel Kuvvetler Komutanlığı

Arınç’a suikast yalanının ardından basılan Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın tarihi, aslında Çukurambar Operasyonu’nun da ne anlama geldiğini açıklıyor.
Önce basının bir yanlış ifadesini düzeltelim: Subayları gözaltına alınan ve kozmik odalarına girilen yer “Seferberlik Tetkik Kurulu” değil, “Ankara Seferberlik Bölge Başkanlığı”dır ve Özel Kuvvetler Komutanlığı’na bağlıdır.
Seferberlik Tetkik Kurulu, Türkiye’nin NATO’ya girmesinin bir sonucu olarak doğdu. Üye ülkeleri NATO aracılığıyla denetime alacak ABD’nin biricik NATO içi aygıtı üye ülkelerde kuracağı bu yapılardı. İşte Seferberlik Tetkik Kurulu da, NATO’ya üye ülkelerle eşzamanlı olarak 27 Eylül 1952 yılında Yüksek Savunma Kurulu kararıyla kuruldu. Kurul bizzat Amerikan Askeri Yardım Heyeti’nin binasında faaliyet gösterdi. Kurul’un kuruluşuna imza atan Başbakan Adnan Menderes ve Milli Savunma Müsteşarı Org. Salih Coşkun’du. İlk Başkanlığını Kore’de çarpışan Korgeneral Daniş Karabelen’in yaptığı Kurul’un çekirdek kadrosunu Kore’den dönen ve Gayrı Nizami Harp Stratejisi’ni öğrenen subaylar oluşturdu. Giderlerini ABD’nin karşıladığı Kurul’a verilen görev anti-emperyalist, anti-Amerikancı bir rejim değişikliğini engellemek ve mevcut rejimi Sovyet tehdidi varsayımı üzerinden kontrol altında tutmaktı. Öyle ki; CIA ve Adnan Menderes hükümeti arasında imzalanan 1959 tarihli bir anlaşmada, “Gizli Ordu”nun “rejime kaşı iç ayaklanma durumunda” harekete geçirileceği belirtiliyordu.
Seferberlik Tetkik Kurulu’nun ismi 1965 yılında Özel Harp Dairesi oldu. Daire, ABD’nin kontrolünde uzun yıllar Kontrgerilla olarak hizmet verdi. Daire’nin resmi varlığı, 1974 yılında Genelkurmay Başkanı Semih Sancar’ın Başbakan Ecevit’ten “acil bir ihtiyaç için” para istemesiyle ortaya çıktı. Ancak yapının varlığı 12 Mart’ta işkence gören Solcularca zaten öğrenilmişti! Özel Harp Dairesi ve Kontrgerilla varlığını 12 Eylül öncesi ve sonrasında da tüm ağırlığıyla sürdürdü.
Ancak 1980’lerin sonuna doğru TSK içinde, ABD’nin stratejik hedefleri konusunda fikir değişiklikleri oluşmaya başladı. Öyle ki, 1986 yılında ABD, şimdilerde uygulatmaya çalıştığı “Türkiye himayesinden Kürdistan Planı”nı Evren ve Özal’ın oluruyla Türk Ordusu’na da dayatmıştı. Evren ve Özal’ın, Ordu’nun kabul etmediği bir planı hayata geçirmesi mümkün değildi. Plan, Genelkurmay Başkanı Org. Nejdet Üruğ’un sert direnciyle karşılaştı ve engellendi. Bu tarih, Türk Ordusu’nun da NATO üyeliğini ve ABD ile ilişkilerini sorguladığı bir dönemin başlangıcı oldu. İşte bu süreçte, 1990 yılında Özel Harp Dairesi, Özel Kuvvetler Komutanlığı’na dönüştürüldü, 1992’de de personeli yeniden yapılandırıldı. Bu sadece bir isim değişikliği değil, ABD ilişkilerinin sorgulandığı sürecin de somut bir sonucuydu. Öyle ki; Özel Kuvvetler Komutanlığı ile Daire ABD sultasından çıkarıldı! ÖKK, TSK’nın seçkin bir gücü olmanın ötesinde Milli Kuvveti oldu!
NATO ve ABD ilişkileriyle, ABD parasıyla, ABD eğitimiyle milletine karşı oluşturulmuş olan bir yapı, artık Milli Kuvvet’di… İşte bu tarihten itibaren ÖKK, ABD’nin hedefi haline geldi!
ÖKK’ya yönelik en sıcak ABD saldırısı 4 Temmuz 2003 tarihindeki “Çuval Operasyonu”ydu… Bugün Arınç’a suikast yapacağı iddiasıyla subayları gözaltına alınan, karargâhına baskın yapılan ÖKK, 4 Temmuz 2003’te de Peşmerge liderlerine suikast yapacağı iddiasıyla baskına uğramıştı! O gün, “karşılık verme” emriyle başına çuval geçirilen, kriptolarına el koyulan subayların, bugün de kozmik odalarına Terörle Mücadele Polisleri girmiştir!
ABD, ÖKK’ya yönelik saldırılarını periyodik şekilde sürdürdü:
Örneğin ÖKK, Gölbaşı’nda kendi yeri ve binası için çalışmaya başladığında da, yolsuzluk iddialarıyla saldırıya uğradı. Yapısı sivilleşen, içi boşaltılan, etkisi kısıtlanan Milli Güvenlik Kurulu’nun Toplumsal İlişkiler Başkanlığı’nı ÖKK bünyesine dahil etmek ve ÖKK’yı 2006 yılında tümen seviyesinden kolordu seviyesine çıkarmak da ABD’nin saldırganlığını artırdı.
ÖKK’ya yönelik giderek artan ve karargâhının basılması noktasına kadar varan saldırının en önemli nedenlerinden biri de Org. Büyükanıt’ın Genelkurmay Başkanlığı döneminde yapılan bir değişiklikti. Gayrı Nizami Harp tanımını değiştiren ÖKK, tanıma şu ifadeyi ekledi: “Düşmanın fiziki, ekonomik, psikolojik, siyasi vb. işgallerine maruz kalmış bir bölgede işgali ortaya çıkarmak, engellemek ve karşı tedbirleri uygulamak” Bu ifade yalnızca 50 yıldır NATO aracılığıyla ve Özel Harp Dairesi üzerinden denetlenen TSK’nın yaptığı bir tanım değişikliği değil aynı zamanda yeni sürece ilişkin tehdidin kaynağına yönelik bir durum saptamasıydı!
ABD, bölge politikalarını TSK’yı “ikna etmeden” hayata geçiremeyeceğinin farkında… TSK’yı sindirmenin en kritik mevzilerinden biri de Özel Kuvvetler Komutanlığı’na bayrak dikmek!
Süreç daha da hızlanacak…

Mehmet Ali Güller
27 Aralık 2009

24 Aralık 2009 Perşembe

Arınç’a suikast yalanı ve F Tipi “Perdeleme Operasyonu”

Arınç’a suikast iddiasının yalan olduğu, Genelkurmay’ın açıklamasıyla da teyid oldu. Ancak daha önemlisi suikast iddiasıyla, aslında TSK’ya yönelik bir perdeleme operasyonu yapıldığı gerçeğiydi. TSK, kendisine yönelik “asimetrik psikolojik savaş”a “yanıt ararken”, F Tipi örgütün “perdeleme operasyonu”na maruz kalmıştır.
Açalım; ama önce suikast iddiasını çürüten olgulardan üçünü sıralayalım:
1.. Suikast iddiasıyla suçlanan Albay ve Binbaşı, 47 günde 25 araç kiralayarak bölgede “keşif” yapıyor. 25 araçla topu topu 80 km yol yapılmış. İzleme faaliyeti için yüksek düzeyde profesyonel bir çalışma tarzı. Üstelik Albay ve Binbaşı Bumerang isimli araç kiralama şirketinden, özelikle güzergâh takibine yarayan GPS cihazının olmadığı araçları kiralayacak uzmanlıkta… Ve de Albay ve Binbaşı, suikast iddiasıyla baskına uğradıklarında da ayrı ayrı araçlarda yer alacak çapta…
Ancak bu uzmanlığa sahip subaylar, Arınç’ın adresini bir türlü ezberleyemeyip kâğıda yazmışlar! 2.. Suikast iddiasını ortaya atanlar, ihbarın 20 gün önce yapıldığını, Albay ve Binbaşı’nın da 20 gündür izlendiğini yazdılar. Demek ki, Albay ve Binbaşı 20 günde ne adresi ezberleyebilmiş, ne de Arınç’ın evini bulabilmiş! Üstelik subaylar iddiaya göre Arınç’ın evinin çevresinde defalarca güvenlik kameralarına yakalanmış! Çevresinde dolanıp dolanıp, üstelik ellerindeki kâğıtta adres yazılı olduğu halde, bir türlü hedefi bulamayan iki subay!
3.. Arınç’a suikast gibi çok ciddi bir iddia ile baskına uğrayan iki subay, iddiaların “büyüklüğünün” tersine serbest bırakıldılar! Demek ki savcı, yazılan çizilen iddiaların “büyüklüğünü kavrayamamış! Bu arada yazılan çizilenlerin tersine, iki subayın aranması sırasında ne silaha, ne mühimmata, ne ses kayıt cihazına, ne de teknik takip cihazına rastlanmadığının altını çizelim!
Peki, suikast yalan olduğuna göre gerçekte olan biten nedir?
Önce Genelkurmay Başkanlığı’nın açıklamasındaki bir satır arasını hatırlatalım: “Söz konusu askeri personel, uzun süredir devam eden, kastedilen bölgeye yakın bir yerde oturan ve bilgi sızdırdığı iddia edilen bir askeri personel hakkında bilgi toplamak üzere görevlendirilmişlerdir”.
İşte suikast yalanının nedeni budur!
TSK, en doğal hakkı olarak, personelini kendisine yönelik “asimetrik psikolojik savaş”a karşı görevlendirmiştir. “35 kişilik ABD özel birimi” destekli F Tipi Örgüt ise TSK’nın “asimetrik psikolojik savaşa” karşı yürüttüğü çalışmaya karşı “perdeleme operasyonu” yapmıştır. Ergenekon tertipçileri, TSK’nın yüksek komuta kademesine de “ sakın karşı hamle yapma” mesajı vermiştir. Mesajı güçle destelemek için de iki subayı deşifre etmiştir!
“Tarihi fırsat” kaçmadan uygulamaya geçmek ve BOP projesine direnenleri hizaya sokmak gayreti, “asimetrik psikolojik savaş”ın boyutunu hem pervasızlaştırmakta hem de –nasıl olsa halk uyuyor diyerek- daha da ciddiyetsiz kurgular yapmaya itmektedir.
Son bir haftada yaşananlar bile tertiplerin çapsızlığını, ciddiyetsizliğini ortaya koymaya yetmektedir. İntihar eden Yarbay Ali Tatar’a ilk tutuklandığında sorulan soruya bakınız: “Mayıs 2008’de, Beylerbeyi Deniz ve Öğretim Komutanlığı’nda, eski Jandarma Genel Komutanı Org. Şener Eruygur, Doğu Perinçek’le bir toplantı yaptı ve burada size ‘köprü personel’ görevi verildi mi?” Şehit Yarbay böyle bir sorunun neresini yanıtlayabilirdi ki?! Çünkü Perinçek, “Mayıs 2008”de Ergenekon tertibiyle zaten hapisteydi!
Tertipçileri bu pervasızlığa iten nedenlerden biri de, basınımızın, daha 1. iddianamede “Perinçek Ergenekon’un tüzüğünü şu tarihte, şu evde, şunlarla yazdı” denildiğinde, “Perinçek o tarihte Haymana Cezaavi’nde yatıyordu” demeyi yüksek sesle söyleme-yazma cesareti gösteremememizde aramak lazım.
Ayrıca “asimetrik psikolojik savaş”ın boyutunun, çapsız-pervasız köşe yazarlarının kaleminde “Ey İlker Başbuğ. Subayın krokiyi yutmuş, ağzından çıkarmışlar, al sana ıslak belge, inanmıyorsan tükürük testi yap” şeklinde cıvıklaşmasını da basın tarihimize not edelim.

Mehmet Ali Güller
24 Aralık 2009

22 Aralık 2009 Salı

PKK yeniden yapılandırılıyor

Türkiye, ABD ve Irak arasında oluşturulan üçlü mekanizmanın 4. ana komite toplantısı iki bölüm halinde tamamlandı. İlki geçen yıl yapılan toplantılara Türkiye geniş bir heyetle katıldı. İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın başkanlık ettiği heyette Genelkurmay Başkanlığı’ndan Tümgeneral Erdal Öztürk, Emniyet Genel Müdür Oğuz Kağan Köksal, MİT Müsteşarlığı’ndan yetkililer, Dışişleri Bakanlığı Dış Güvenlik Müdürü Aydın Sezgin, Dışişleri Bakanlığı Irak Genel Müdür Yardımcısı Yunus Demirer ve Türkiye’nin Bağdat Büyükelçisi Murat Özçelik yer aldı.
Bu seferki toplantının birinci bölümün Bağdat’ta, ikinci bölümünün ise Erbil’de düzenlenmesi dikkat çekiciydi. Erbil toplantısı, mekanizmanın üçlü yerine dörtlüye çıkarıldığının yani Türkiye, ABD ve Irak’a Kürdistan’ın da eklendiğinin en somut işaretiydi.
Ki toplantının ikinci bölümü için Bağdat’tan Erbil’e geçen İçişleri Bakanı Beşir Atalay, mevkidaşı Kerim Sincari tarafından karşılandı; hem bölgesel yönetimin başkanı Mesut Barzani ile hem de bölgesel yönetimin başbakanı Berham Salih ile görüştü.
Böylece iktidarın “Kürt açılımı”nın aslında K.Irak açılımı daha doğrusu “ABD Kürdistanı” açılımı olduğu da bir kez daha teyid edilmiş oldu.
İçişleri Bakanı Atalay toplantılarla ilgili verdiği bilgilerde özetle şunları söyledi: “PKK’nın tasfiyesine yönelik Türkiye, Irak ve ABD’nin ortak mücadelesine önemli katkıları olacak yeni somut tedbirler ve kararlar alındı. Bir yol haritası çıkarılmıştır. Her 3 ülke de PKK’nın tasfiyesine yönelik adımların yoğunlaştırılması konusunda kararlılıklarını bir kere daha vurgulamışlardır”
Toplantılardan çıkan sonuç Türk basınına, “PKK’nın korktuğu başına geliyor”, “PKK’nın tasfiyesi için artık yol haritası var” şeklindeki başlıklarla yansıdı.
Peki gerçekten PKK tasfiye mi ediliyor? Daha doğrusu PKK’nın tasfiye edilmesi gerçekten isteniyor mu?
Bu soruya yanıt vermeden önce, Bakan Atalay’dan bir gün önce Erbil’e yapılan bir başka ziyarete daha dikkat çekelim.
Başbakan Erdoğan, Kürt Açılımı Koordinatör Bakanı Beşir Atalay’dan önce, AKP milletvekili Dengir Mir Mehmet Fırat’ı Erbil’e gönderdi. Görüşmede Fırat’ın Barzani’ye, açılım konusunda Erdoğan’ın ciddi olduğunu söylediği ve bugüne kadar atılan adımları tek tek anlattığı ve atılacak yeni adımlar hakkında da bilgi verdiği belirtildi. Barzani’nin, açılıma destek isteyen Fırat’ın taleplerine olumlu yanıt verdiği ve “Son dönemde yaşanan olayların bir daha tekrarlanmamasını umut ediyoruz. Açılım sürecini destekleyeceğiz. Sonuçta da şuan yürütülen politika kazanacak” temennisinde bulunduğu ifade edildi.
Sorumuza yeniden dönelim: Gerçekten PKK tasfiye mi ediliyor?
Yanıt elbette “hayır”dır!
Olan bitenin PKK’nın tasfiyesiyle hiçbir ilgisi yoktur. Tam tersine, ABD, PKK’yı yeni dönem için yeniden yapılandırmaktadır. ABD, Türkiye’nin başına 35 yıldır bela ettiği bir kozdan neden vazgeçsin? Ki bu koz ABD’nin derin desteğiyle politik ihtiyaca göre Türkiye’yi, zaman zaman da İran’ı hedef alırken…
PKK’nın tasfiyesi değil, “ulusal ayrışma” için siyasallaşması hedeflenmektedir. Bunun için de sadece güneydoğuda değil İstanbul, Adana, Mersin gibi yan yana yaşanılan şehirlerde “kalkışma”ya teşvik edilmektedir.
35 yıllık terörle mücadele süresince Türk ve Kürt, mahallesinde, okulunda, işinde karşı karşıya gelmemişti; ancak açılımla birlikte artık iki halk arasına kan da girdi. İşte PKK’nın yeniden yapılandırılması budur. İstenen, tam da Muş Bulanık’ta, 2 yurttaşımızın hayatını kaybetmesidir; araya kanın girmesidir.
Nitekim, tarihi fırsat denilen 2009 biterken, açılımdan en çok kazanan Abdullah Öcalan olmuştur; daha doğrusu Öcalan’ı “Mandela” yapmanın koşullarını hazırlayan ABD olmuştur.
Zeminin oluşması için de bir yandan “Kuzey Irak ile Güneydoğu Anadolu’nun bölgesel entegrasyon” çalışmaları sürdürülmektedir. ABD’nin daha Irak’ı işgal etmeden Ankara’ya dayattığı bölgesel entegrasyon artık gazetelerde eski MİT müsteşarlarına söyletilmektedir.
Türkiye, tarihi bir yol ayrımına gelmiştir.
Mehmet Ali Güller
22.12.2009

8 Aralık 2009 Salı

AKP'nin Yol Haritası

AKP’nin son çıkan Bakanlar Kurulu kararı, AKP hükümetinin nasıl iş yürüttüğüne dair çok çarpıcı ve somut bir örnektir.
1 Ocak 2010’dan itibaren yürürlüğe girecek yeni karar şu: Özel hastanelerin, SGK’lı hastalardan alacağı fark yüzde 30’dan yüzde 70’e çıktı!
Daha dün gibi hatırlıyorum kimi “sol” görünüşlü çevrelerin AKP övgüsünü; sosyal devletçiliğin, halkçılığın büyük savunucusu olmuştu Erdoğan ve ekibi…
Medyanın kimi kalemleri anlı şanlı övgüler döktürmüştü AKP’nin sağlık politikasına…
Halk da mecburen inanmıştı bu pembe balonlara, tablolara… Ne de olsa, artık SSK hastanelerinde kuyruk beklemeyecek, diledikleri hastaneye gidebileceklerdi… Hatta hükümet, ABD’deki gibi aile hekimliğini de getirecekti memleketimize; Hollywood filmlerindeki gibi hastalanınca bir bakacaktık ki, doktor yatak odamızda…
Bu pembe balon erken patladı; sağlık sektörünün önemli bileşenlerinden eczacılar kepenk kapattı geçen hafta…
Şimdi de özel hastanelerin alacağı payın yüzde 70’e çıkarılma kararıyla, AKP’nin “sosyal” sağlık politikası duvara toslamıştır!
***
Bu işin bir boyutu; ama esas boyutu AKP’nin yürüttüğü işleri ele alış tarzı…
Örneğin, en başından böyle bir sürece getirileceği ilan edilmiş olsaydı, kim destek verirdi AKP’nin sağlık politikasına? Yeminli yandaşlar ve liberal kesim dışında tek bir destek göremezlerdi… Ancak AKP, sağlık politikasını adım adım, alıştıra alıştıra uyguladı…
7 yıldır da AKP böyle çalışıyor, böyle iş yürütüyor; tabi görene daha doğrusu görmek isteyene…
***
İşte Kürt açılımını da böyle ele aldı AKP.
AKP, aslında Kasım 2002 sabahından beri açılım yapıyor. 2009’un tarihi fırsat olduğunun açıklanması, ABD’nin Ortadoğu politikaları gereğidir ama yeni değildir. ABD, “Türkiye himayesinde Kürdistan” planını 1986’dan beri dayatıyor…
AKP, alıştıra alıştıra uyguluyor, hazmettire hazmettire uyguluyor…
En başından, örneğin Kasım 2002’de, Habur’dan çadır tiyatrosuyla, devlet erkanı töreniyle PKK’lı karşılasaydı AKP, ne olurdu? Kim kabullenirdi?
Ama ne yaptılar? Adım adım işi bu noktaya getirdiler. “Türkiyelilik” dediler, “ortalama Türk, ılımlı Müslümandır” dediler, “ne mutlu Türküm diyen faşisttir” dediler, “hepimiz Ermeniyiz” dediler, “analar ağlamasın” dediler, bir de baktık ki, Türk olmaya korkar hale gelmişiz!
***
En başından, örneğin Ocak 2003’te, “Ermenistan’ın taleplerini yerine getireceğiz” deselerdi kim evet derdi? Hiç kimse…
Ama alıştıra alıştıra o noktaya da geldik; önce Kilise onardılar, sonra Erivan’a maç izlemeye gittiler, bir de baktık ki, Azeri kardeşlerimizi arkadan vurmuşuz!
***
Ya Kıbrıs? Orada da aynı AKP iş yürütücülüğü yok mu?
Ya Ekonomi? “Bizi etkilemez” dediler, “teğet geçer” dediler, sonlara doğru “teğet dediysek hiç etkilenmezsiniz demedik” dediler, bir de baktık ki dünyanın en çok küçülen ve krizden en çok etkilenen ülke olmuşuz…
Ergenekon’u bile aynı yöntemle tertipledir; Birinci dalga, ikinci dalga, yedinci dalga, onüçüncü dalga, dalga dalga…
***
Aslında aynı yöntemle de iktidara geldiler; “değişebiliriz” dediler, değişiyoruz” dediler, “değiştik” dediler… Hep aynı olduklarını gizleyenlerin de desteğiyle bütün koltuklara kuruldular…
***
Hiçbirini en başından söylemediler; tabi açıktan söylemediler. Yoksa her şey en başından belliydi. Bugün olanların tamamı, Abdullah Gül’ün, AKP’nin ilk başbakanıyken, ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’la yaptığı ve kendi ifadesine göre “2 sayfa 9 madde” olan “gizli anlaşma”sında mevcuttu…
Mehmet Ali Güller
8 Aralık 2009

7 Aralık 2009 Pazartesi

23 Sentlik Asker

ABD, spekülatör ve “turuncu darbe” foncusu George Soros’un, Sabancı Üniversitesi’nde söylediği “en iyi ihraç malı ordunuzdur” hakaretinden bu yana hayli yol aldı TSK’yı yıpratma konusunda…
Ergenekon tertibiyle iyice köşeye sıkışan TSK artık her konuda suskun; kendisine yöneltilen hakaretlerde bile…
Mehmet Ali Birand da “Türkiye’nin en güçlü pazarlık kartı: TSK” diye başlık atmış bugün ki köşesinde. “Şu anda ABD borsasında en değerli hisse, Türk Silahlı kuvvetleri” demiş Birand ve eklemiş: “Bugün Beyaz Saray’da bir pazarlık yapılacak”
***
ABD borsasının en değerli kağıdı olduğu söylenen TSK’ya ilk defa fiyat biçilmiyor! NATO’ya girebilmek için 4500 askerimizi Kore’ye gönderdiğimizde de fiyat biçmişti Washington Mehmetçiğimize… ABD Dışişleri Bakanı Dulles, “Bir Türk askeri bize 23 cente mal oluyor” demişti. 23 cent çarpı 4500 askerden, 1035 Amerikan doları etmişti 721 şehit ve 2111 gazi!
***
“23 Sentlik Asker” şiirinde şöyle ağzının payını verir Nazım Hikmet ABD Dışişleri Bakanı Dulles’in:
“Dedim ya Mister Dalles,
Herhalde bütün bunları sizden gizledir.
ucuzdur vardır illeti.
Hani şaşırmayın,
yarın çok pahalıya mal olursa size,
bu 23 sentlik asker,
yani benim fakir, cesur, çalışkan, milletim,
her millet gibi büyük Türk milleti.”
***
1986 yılından beri ABD’nin “Üç İsrail” Planına, “Türkiye Himayesinde Kürdistan” Projesi’ne direnen TSK, 2002’den beri büyük bir saldırının altında. TSK’nın, bölgesel planlarını hayata geçirmek isteyen ABD’nin önündeki en büyük engel olması, saldırının hem boyutunu hem biçimini pervasızlaştırdı.
Küreselleşme ile ulusal devlet savaşının en yoğun yaşandığı son 7 yılda, Kemalizm’in tasfiyesi ve ılımlı İslam’ın inşası noktasında epey yol alındı.
ABD açısından bu yoldaki en stratejik hedef TSK’yı bölmekti. Ergenekon tertibiyle bu hedef doğrultusunda da büyük yol alındı. 23 yaşındaki genç teğmenlerin “darbeci” diye “adalete” teslim edilmesi; Amirale suikast planlıyor diye teğmenden albaya tutuklamalar yapılması, emekli komutanların hücrelerde unutulması, her türlü pervasız saldırı karşısında “ille de hukuk” diye diye susulması, Ordu’yu bir ölçüde böldü maalesef…
Bölünmüş Ordu, savaş yeteneğini yitirmiş bir Ordu’dur.
Ve savaş yeteneğini yitirmiş bir Ordu, korumakla mükellef olduğu Vatan’ı da yitirir!

Mehmet Ali Güller
7 Aralık 2009

4 Aralık 2009 Cuma

Obama'nın yenilgi itirafı

ABD Başkanı Barrack Obama, Afganistan’a 30 bin ek asker daha gönderileceğini açıklayarak iki şeyi ilan etmiş oldu.
1.. ABD yenildi
Ek asker gönderileceğini West Point Askeri Akademisi’nde ilan eden “Başkomutan” Obama yeni stratejinin üç hedefi olduğunu belirtti.
Birincisi, El Kaide’nin güvenli barınak olanağına erişmesinin engellenmesi.
İkincisi, Taliban’ın sağladığı ivmenin tersine çevrilmesi ve Afgan hükümetini devirebilme kapasitesine ulaşabilmelerinin önlenmesi.
Üçüncüsü, Afgan güvenlik güçleriyle hükümetinin güçlendirilmesi.
Obama’nın, stratejinin üç hedefi diye sıraladıkları aslında yenilginin en somut itirafıdır! Obama, “yaşanan tüm zorluklara rağmen Afganistan kaybedilmedi” diyerek de Afganistan’ın çoktan kaybedildiğini söylemiş oluyor; ayrıca askerlere, ülkesinin Afganistan’daki varlığının Vietnam’a dönmeyeceğinin sözünü vererek, Amerikalıların yenilgi psikolojisine de ilaç olmaya gayret ediyor.
68 bini Amerikan askeri olmak üzere toplam 110 bin yabancı askerin bulunduğu Afganistan’a, ek 30 bin Amerikan askeri daha göndermek, Washington’u daha da içinden çıkılmaz bir bataklığa mahkum ediyor. Obama verdiği bu kararla, 1945 yılından bu yana tek bir savaş kazanamamış ABD’nin, çöken bir imparatorluk olma sürecini de hızlanırmış oluyor.
2.. ABD politikaları başkandan başkana değişmez
Obama’nın Afganistan açıklaması, dünya barışının geleceğini Obama’da görenleri de bir miktar silkelemiştir. Seçimler boyunca, zenci ve Hüseyin ön isimli bir ABD başkanının savaşları sonlandıracağı, barışa uzanacağı, dünyayı nükleer silahlardan arındıracağı gibi palavralarla kitleler uyutulmuştu. Üstelik Obama Nobel Barış Ödülü’yle taçlandırılmıştı!
Daha bir yılını doldurmadan bu imaj yerle bir oldu!
Obama, Nobel Barış Ödülü’nü alırken, ABS kongresi en büyük savaş bütçesini oyluyordu!
ABD stratejisinin kişiden kişiye değişmeyeceği gerçeği, göremeyenler için artık çok daha net. Büyük Ortadoğu Projesi’ni ABD’nin başına kim gelirse gelsin, uygulamaya çalışmak zorundadır. Çünkü Proje, Bush’un değil, ABD devletinindir!
Obamalı dönem, sadece projede taktiksel değişikliklerin yapılmasının ismidir.
Nitekim Obama, Afganistan-Pakistan eksenini, Büyük Ortadoğu Projesi’nin ağırlık merkezi ilan etmiştir.
Avrasya hâkimiyetinin yolu üzerinde duran en çıplak gerçek, ABD’nin bu coğrafyaya hakimiyet için planladığı projenin yenilgiyle sonuçlanacağıdır. Ancak ABD, emperyal karakteri gereği, dünya liderliğine koşmayı sürdürecektir. Bu yol, ABD’yi Avrupa ile ittifaka mecbur etmektedir. ABD’nin Avrupasız, müttefiksiz, NATO’suz Avrasya’ya hakim olmasının hayal olduğu, Brzezinski gibi akıl hocaları tarafından da artık kabul ediliyor. (Gerçi tüm bu kuvvetlerle dahi ABD’nin kazanması mümkün değildir)
Irak ve Ortadoğu ABD açısından Atlantik ittifakının sürdürülebileceği bir zemin olamadı. Almanya-Fransa merkezli direniş, NATO’nun Irak savaşına dahil olmasını da engelledi. AB ekonomik ve siyasal geleceğinin, ABD’nin denetiminden çıkmakta olduğunu artık görüyor.
Ancak Afganistan, NATO işgali ve mevcut durumu itibariyle ABD’nin kısmen de olsa AB ile birlikte götürebildiği bir alan. (Afganistan’da ABD’nin 68 bin askeri dışında, 47 ülkenin de 42 bin askeri mevcuttur)
Yenilgiyi gören Brzezinski’nin çizdiği yeni rota, AB’yle hatta Çin’le ile ittifak arayarak, Rusya’yı yalnızlaştırmak üzerine kurulu.
ABD bu nedenle, Irak’tan büyük oranda çekilecek. İkinci bir İsrail devleti işlevi görecek Kukla Devleti’nin ise yaşayabilmesi hayat mamat meselesi. Bu kukla devleti Türkiye’nin himayesine kabul ettirmek ABD açısından son derece önemli bir konu. AKP hükümetinin Kürt açılımının biricik nedeni budur; yani ABD devletinin ulusal çıkarıdır!
Tek kutuplu değil çok kutuplu dünya
Ancak ABD BOP’da ne denli değişikliklere giderse gitsin, kazanma şansı yoktur; Avrasya’ya hakimiyet kurması mümkün değildir. Obama verdiği bu kararla, ABD’nin, çöken bir imparatorluk olma sürecini engelleyemeyecektir.
1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından, ABD’nin tek dünya devleti olacağını savunanlar tarihi yanılgı yaşamış ve yenilmişlerdir. Küreselleşme değil bölgeselleşme, tek kutupluluk değil çok kutupluluk galip gelmektedir.
Türk dış politikasını ABD’nin yenilgisiyle sonuçlanacak gelişmelere angaje olmaktan çıkarmak, hayati önemdedir!

Mehmet Ali Güller
4 Aralık 2009

16 Kasım 2009 Pazartesi

AKP’nin uranyum ilgisinin perde arkası

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı UAEA Başkanı Muhammed El Baradey’in “İran uranyumu Türkiye’de depolansın” önerisinin üzerinden 10 gün geçti ancak Tahran’dan henüz “olumlu” bir yanıt gelmedi. Tahran ABD’nin de açık destek verdiği teklife kuşkuyla bakıyor. (1)
Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun “bir nevi yediemin olacağız” dediği sürece nasıl gelindi? İran, atom reaktörü için gerekli olan yüzde 20 zenginleştirilmiş uranyumu UAEA’dan almak istiyor ancak UAEA ise Tahran’dan, öncelikle İranlı uzmanların geliştirdiği yüzde 3.5 oranındaki düşük ölçekli uranyumu istiyor. Bir üçüncü ülkenin depo olması fikri işte bu pazarlıkların neticesinde oluşmuştu. Gündeme Fransa ya da Rusya’nın depo olması geldi. Ancak Tahran öneriyi reddetti. Kimin önce uranyumu teslim edeceği pazarlığında araya giren Davutoğlu ise UAEA Başkanı El Baradey’e, “biz depo oluruz” önerisi götürdü. Baradey de, resmi olarak Türkiye önerisi yapmış oldu!
“10 gündür bütün nükleer pazarlık bizim üzerimizden yürüyor” diyen Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Tahran’ın tutumunu ise şu sözlerle değerlendirdi: “İranlılar bize güveniyorlar ve bunu söylüyorlar ancak İran içinde büyük muhalefet var. Bize ‘Mesele Türkiye değil, uranyumun yurtdışına çıkarılacak olması’ diyorlar” (2)
Peki AKP, İran uranyumuna neden depo olmak konusunda bu kadar hevesli? AKP, bazı kesimlerin iddia ettiği gibi İran’a el mi uzatıyor?
Sorumuzun yanıtını belirleyen olguları sıralayalım:
1.. Yeni dönemde AKP’nin Tahran politikasının ne olacağını en açık biçimde Cengiz Çandar yazmıştı. Çandar Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Tahran ziyaretini şu başlıkla taşımıştı köşesine: “Obama’nın ‘barışçıl öncü kuvveti’ olarak Tahran’da…” (3) Gül’ün uçağında bulunan Çandar, Cumhurbaşkanı’nın Tahran’a, “Obama dönemiyle açılan fırsat penceresini İran’ın kullanması gerektiğini” mesajını götürdüğünü yazdı.
2.. Gül Tahran’dayken 10 günlüğüne “Obama ekibiyle tanışma” ziyaretine giden Davutoğlu ise “barışçıl öncü kuvvet”in ne olduğunu açıkladı! Türkiye’nin Rusya ve Müslüman dünya ile ilişkilerinin, ABD ile olan stratejik ilişkilerinin alternatifi olmadığının altını çizen Davutoğlu şu mesajı verdi: “ABD ile Ortadoğu, Kaskasya, Balkanlar, enerji güvenliği konularına ilişkin yaklaşımımız ve ilkelerimiz neredeyse aynıdır. O yüzden ABD ile ilişkilerimizde önümüzde altın bir işbirliği dönemi var. Türkiye, küresel yeni düzene, çevresinde alt bölgesel düzenleri yeniden kurarak katkıda bulunacak ve bu da Soğuk Savaş sonrasının yeni dünya düzeni olacaktır.” (4) ABD Başkanı bu politik teslimiyetin ardından 6-7 Nisan 2009 ziyareti sırasında Türkiye’yi “model ortak” ilan etti; Davutoğlu da 1 Mayıs 2009’da Dışişleri Bakanlığı’na atandı!
3.. BOP’u revize eden Washington yönetimi “düşman İslam” yerine “ortak İslam” söylemi seçti. ABD askeri, ekonomik ve siyasi nedenlerle saldıramayacağı İran’a karşı politika değişikliğine gitti. ABD İran ile üçüncü ülkelerde yarı-resmi görüşmeler yaptı; Obama İran halkının Nevruz Bayramı’nı kutladı; Obama 4 Temmuz ABD Bağımsızlık Bayramı öncesi Dışişleri Bakanlığı’na talimat verdi ve tüm büyükelçiliklerde kutlanacak bayramın resepsiyonuna İran büyükelçilerinin de davet edilmesini istedi. Obama döneminde yeniden zirveye yerleşen ABD eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski İsrail’in İran’a saldırı olasılığının konuşulduğu günlerde şu açıklamayı yaptı: “Eğer İsrail savaş uçakları, Irak hava sahasını kullanıp İran’a saldırırsa ABD savaş uçakları havalanıp onlarla savaşmalı. İsrail’in uçakları tepemizde uçarken oturup seyredecek miyiz, onlara bu hakkı vermeme konusunda ciddi olmalıyız. Kimse bunu istemez ama Liberty vakasının tersi olabilir”. (5)
İran politikasını değiştiren Washington, AKP’yi “barışçıl öncü kuvveti” olarak devreye soktu: AKP, “model ortaklık kapsamında, Obama’nın ‘barışçıl öncü kuvveti’ olarak, çevresinde alt bölgesel düzenleri yeniden kurma” görevi gereği, öncelikle İran’ı izole eden ittifaklara soyundu. Irak ve Suriye ile ittifak bu projenin gereğidir. AKP, Ortadoğu’da “Şii hilalini kuşatan Sünni eksen” projesine Lübnan’a asker göndermekle başlamıştı!
AKP’nin İran’ın uranyumuna depo olma talebi de yine bu, “model ortaklık kapsamında, Obama’nın ‘barışçıl öncü kuvveti’ olarak, çevresinde alt bölgesel düzenleri yeniden kurma” görevinin gereğidir!

Kaynaklar:
(1) (ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ian Kelly UAEA’nın İran’ın uranyumunu Türkiye’ye göndermesi teklifini desteklediğini açıkladı. Hürriyet, 10 Kasım 2009) (ABD Dışişleri Bakanılığı’nın Avrupa ve Avrasya’dan sorumlu müsteşar yardımcısı Philip Gordon: “Bizim için önemli olan uranyumun İran’dan dışarı emniyetli ve güvenli bir yere çıkarılması. İran Türkiye’ye göndermeye hazırsa üzerinde çalışabiliriz. Türkiye’nin güvenli ve emniyetli olacağına inanıyoruz.”, Akşam, Utku Çakırözer, 13 Kasım 2009)
(2) (Hürriyet Daily News, 15 Kasım 2009)
(3) (Referans, 11 Mart 2009)
(4) (Hürriyet, Anadolu Ajansı, 21 Mart 2009)
(5) (Milliyet, 24 Eylül 2009)



Mehmet Ali Güller
16 Kasım 2009

31 Ekim 2009 Cumartesi

Tezkere, “ABD Kürdistanı”nı korumak için mi çıkarıldı?

Cumhurbaşkanı Gül, 23 Mart 2009’da Bağdat’a giderken, uçakta ilk kez Irak’ın kuzeyini “Kürdistan” olarak tanımlamıştı. Bölgesel Yönetimin Başbakanı Neçirvan Barzani, bu ifadenin anlamını, 26 Mart’ta NTV’de, “Gül Kürdistan’ı tanıdı” diye yorumlamıştı.
Davutoğlu Kürdistan bayrağıyla karşılandı
Aradan geçen 7 ay içinde, AKP ABD’nin Kürt Açılımı’nı aşama aşama uyguladı. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Erbil ziyaretiyle, açılımın Kürdistan’ı resmi olarak tanıma aşaması da tamamlanmış oldu!
Davutoğlu Kürdistan, Irak ve Türkiye bayraklarıyla karşılandığı Erbil ziyaretini “tarihi dönüm noktası” olarak tanımladı!
Davutoğlu temaslarında öncelikle Başbakan Erdoğan’ın müjdesini verdiği Erbil Başkonsolosluğu’nun açılacağını bir kez daha teyid etti. Böylece AKP, bölge yönetimiyle ilişkilere uluslararası resmiyet katmış oldu.
Davutoğlu’nun ziyareti Açılıma destek veren yazarlar tarafından “Açılım sürüyor, Ankara Kürdistan’ı tanıyor…”, “Kürdistan’da ilk Türk Dışişleri Bakanı” başlıklı yazılarla yorumlandı.
Davutoğlu: “PKK olmasa, sınıra bile gerek yok”
Davutoğlu’nun Mesut Barzani’yle görüşmesinde dile getirdikleri ise Kürdistan’ı resmi olarak tanıma aşamasının tamamlandığını, artık himaye etme aşamasına geçildiğinin ipuçlarını veriyordu.
Davutoğlu’nun Mesut Barzani’ye söylediği, “PKK olmasa, sınıra bile gerek yok” ve “Ortadoğu’yu birlikte tekrar inşa edeceğiz” sözleri, ABD’nin 20 yıllık “Türkiye himayesinde Kürdistan” planının Ankara tarafından kabul edildiğinin açık işareti oldu.
Barzani’nin Davutoğlu’na ifade ettiği “bölgenin geleceği için Türkiye’nin rolü çok önemli” ve “Kürdistan bölgesi Irak için bir köprü rolü oynuyor”, “Açılıma tam destek veriyoruz” sözleri de, bölgenin Ankara’nın garantörlüğüne teşekkürü anlamına geliyor.
Davutoğlu’nun Erbil ziyaretine bir de Basra ziyareti eklenmesi ise Ankara’nın “Bağdat’ı direkt rahatsız etmeme” anlayışının bir sonucuydu.
Ankara, Erbil’e garantör oldu
Bölge ABD planları açısından hayati öneme sahip. Balkanlar – Ortadoğu – Kafkaslar – Orta Asya jeostratejik hattını sağlamlaştırmak isteyen Washington için Irak’ın kuzeyi olmazsa olmaz niteliğinde. ABD’nin bu stratejik hat düzlemindeki üslerinin koordinasyon merkezi de bölgede inşaa ettiği devasa üstür.
ABD’nin 2010’da Irak’tan çekilecek olması, aktörlere, tüm bu aşamaları 2009’a sığdırma zorunluluğu doğurdu. Cumhurbaşkanı Gül’ün 2009’u tarihi fırsat yılı ilan etmesi bu zorunluluğun en somut ifadesiydi.
ABD çekildikten sonra, bölgenin garantör bir devlet tarafında himaye edilmesi gerekiyor. Bu garantörlüğü siyasi, askeri ve ekonomik gücü dolayısıyla bölgede yerine getirecek sadece iki devlet var: Türkiye ve İran.
İran’ın ABD planlarına –en azından bu aşamada- taşeron olmayacağı çok açık. Türkiye ise, bir zamanlar kırmızı çizgi ilan ettiği, savaş nedeni sayacağı bir sonucu, AKP ile 7 yılda adım adım hazmeder hale geldi.
20 yıldır ABD’nin kukla devleti himaye planına direnen Türk devleti, AKP ile çözüldü ve Ankara Kürdistan’a garantör olmayı kabul etti!
PKK tasfiye edilmiyor, yeniden yapılandırılıyor
Bu arada planın içinde “tasfiye edilecek” söylemiyle Türk kamuoyunun biçimlenmesinde araç olarak kullanılan PKK da, sürece uygun olarak “yeniden yapılandırılmaya” başlandı. PKK liderlerinin “tamamen dağdan inmeyeceğiz” açıklamalarının, özellikle yandaş basın tarafından Türk kamuoyundan gizlenmesi dikkat çekici.
Bu durumda, AKP’nin TSK için çıkardığı tezkere ne anlama geliyor?
Çok açık ki, tezkere, gerektiğinde Kürdistan’ı korumak için kullanılacak. ABD’nin AKP eliyle TSK’ya uygulatmak istediği, Kürdistan’ı Araplara ve İran’a karşı korumaktır!
Ergenekon soruşturması da, belge-kağıt parçalarıyla yapılan tertipler de, aslında TSK’yı bu planlara ikna etmek içindir!

Mehmet Ali Güller
31 Ekim 2009

27 Ekim 2009 Salı

"Kağıt Parçası" neden şimdi hortladı?

Aradan geçen 4.5 aylık süreden sonra, “kağıt parçası” yeniden ülke gündemine oturtuldu. Tam da, ABD ve AKP’nin Kürt Açılımı’nın önemli bir virajında…
Psikolojik Savaş Merkezi’nin “Kağıt Parçası”nı tam da şimdi hortlatmasının 3 nedeni vardır:
1.. ABD-AKP’nin Kürt Açılımı’nın 1. aşamasından 2. aşamasına geçiş sırasında gündem değiştirmek, gündemi soğutmak, iç dinamiklerin AKP’ye yönelik yükselecek tepkisini frenlemek.
2.. TSK’yı, Kürt Açılımı’nın 2. aşaması için “tam teslim” almak; TSK’nın itibarını düşürmek, TSK içinde ikilik çıkarmak, TSK’yı süreçlere müdahale edemeyecek duruma düşürmek.
3.. Üst rütbelileri kovuşturacak yeni bir Ergenekon dalgası öncesinde, Genelkurmay’ı salt izleyen konumuna düşürmek.
Gelelim, ıslak imza iddialı orijinal belgeye ve itirafçı “subaya”…
1.. İtirafçı “subay” diyor ki; TSK, Taraf’ın 12 Haziran yayınıyla birlikte, durum ortaya çıkmasın diye bilgisayarları bile tam 35 defa geri dönüşü olmayacak şekilde formatlamış. Özel bilgisayar programları kullanmış. Temizlik operasyonun başında üstelik bir general varmış. Yani muazzam özenli çalışılmış iz bırakmamak için… Ancak bu kadar organizasyon yapan bir yapı, itirafçı “subay”a göre, “belgenin orijinali olması gereken yerden çıkmayınca, birden kriz oluşmuş ama daha sonra belgenin bir cunta mensubunca imha edildiği görüşü benimsenmiş”! Hiç bu kadar özen gösteren bir yapı, cunta; orijinali bulunamayınca, kimin imha ettiğini kendi içinde netleştirmeyip, “herhalde içimizden biri imha etti” diyip rahatlar mı? Bu kadar beceriksiz mi bu cunta?
2.. İtirafçı “subay”, “çağırırsanız, tanıklık yapmaya hazırım” diyor. İfadenin “çok tanıdık” gelmesi bir yana; özel savcılık, ihbar mektubunda imzası olmayan bir itirafçı “subay”ı nasıl çağıracak? İtirafçı “subay”ın, çağrılabileceğini ifade etmesi sizce de ilginç değil mi?
3.. İtirafçı “subay”, “çok hizmet ettim, bir hizmetim daha olsun diye EK-A’da yer alan belgeyi de size gönderiyorum” diyor… İtirafçı “subay”, Ergenekon soruşturması öncesi ve boyunca, acaba kaç kez hizmet etti özel savcılığa?
Sonuç olarak; değil imzanın kurusu ıslağı, yeni teknolojik imkanlarla parmak izinin orijinali bile yapılabiliyorken, bu belgeyi “gerçek mi, değil mi” diye tartışmak, tam da o Psikolojik Savaş Merkezi’nin istediği şeydir.

Mehmet Ali Güller
27 Ekim 2009

26 Ekim 2009 Pazartesi

Açılım Notları

DTP’ten AKP’ye uyarı: Geri adım atma, yoksa Ergenekon güçlenir
Başbakan Erdoğan, 34 PKK’lının Öcalan’ın talimatıyla tek tip kıyafet içinde gelmesine, Vali yardımcısının başkanlığında devlet törenleriyle karşılanmasına, çadır mahkemeleri kurulmasına, 7 dakikalık ifade sonucunda serbest bırakılmasına tepki gösteren kesimler nedeniyle, politik bir manevra yapmış ve DTP’yi uyarmıştı: “Sil baştan yaparız”.
Açılımın AKP’nin değil, ABD’nin olduğunu bilen PKK, Erdoğan’a uyarı yaptı. KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu, “kimse ne sil baştan yapabilir ne de başa dönebilir” dedi. DTP Eşbaşkanı da, düzenlediği basın toplantısında, Erdoğan’ı, geri dönemeyeceği konusunda uyardı.
Ahmet Türk’ün basın toplantısında en dikkat çeken sözleri ise Ergenekon ile ilgili olandı. Ahmet Türk Erdoğan’a şu sözlerle seslendi: “AKP iktidarı şunu çok iyi bilmelidir ki, süreci kesintiye uğratırsanız, açılımı sabote etmek isteyen Ergenekon zihniyeti etkin hale gelir”!
Kıbrıs, Ermeni, Kürt… Tüm ABD-AKP açılımları gelip Ergenekon’la ilintilendiriliyor. Çünkü tüm açılım figürlerinin bildiği bir gerçek var: Eğer Ergenekon soruşturması olmasaydı, 2007’deki o muhteşem Cumhuriyet mitingleri sürer ve kimse Türkiye’nin üniter yapısını ortadan kaldıracak nitelikteki açılımları bu kadar rahat uygulayamazdı!
Öcalan’a af, Ergenekonculara müebbet!
Katıldığı bir tv programında “af herkesi kapsamalı, gerekirse Öcalan’ı bile, çünkü ayrımcılık olmaz” diyen Mümtazer Türköne’yi, Taraf’tan Leyla Kemal nasıl uyarmıştı: “Ama Ergenekoncuları sakın kapsamasın”!
Açılım’ın 2. Aşaması
Başbakan Erdoğan 7 Aralık’ta ABD’ye, Obama’ya gidecek. Koordinatör Bakan Beşir Atalay ile Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da Barzani’ye… Açılımın 2. Aşamasının hazırlıkları yapılacak. 2. Aşama’da temel haklar, Anayasa Değişikliği, Başkanlık Sistemi hazırlığı var.
Tasfiye değil, yeniden yapılandırma
34 PKK’lının “barış grubu” adı altında Öcalan’ın talimatıyla Türkiye’ye gelmesi, bazı iyi niyetli kesimlerce şöyle değerlendiriliyor: “Türkiye ABD ile ittifak yaparak, PKK’yı tasfiye ediyor”. Bu iyi niyetli düşünce maalesef doğru değil. ABD, PKK’dan asla vazgeçmez. ABD, şu anda PKK’yı Türkiye’ye karşı tabanca gibi kullanıyor. PKK, Kuzey Irak’taki oluşumu Ankara’nın tanıması karşılığında sunulmuş bir havuç sadece. ABD PKK’yı tasfiye etmiyor, sadece yeni döneme uygun bir şekilde yeniden yapılandırıyor.

Mehmet Ali Güller
26 Ekim 2009

21 Ekim 2009 Çarşamba

ABD’nin model ortaklığı ile girilen parçalanma süreci

Türkiye, 19 Ekim 2009’de tarihi bir güne sahne oldu!
Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla, Mahmur ve Kandil’den iki “Barış grubu” Türkiye’ye döndü. Silopi’de 34 kişi için düzenlenen törenler, televizyonlardan canlı verildi. Televizyonlara yansımayan ayrıntıları da gazetelerden öğreniyoruz:
Devlet töreniyle karşılama
Şırnak Vali Yardımcısı Abdullah Akdaş başkanlığındaki bir grup “sivil” yetkili tarafından “hoş geldiniz” denilerek karşılanan 34 kişilik grup, sınır kapısının 200 metre ilerisindeki Tarım İl Müdürlüğü binasına götürülmüş. Önceden hazırlanmış odalara yerleştirilen grup, sağlık kontrolünden geçirilmiş. Dört özel yetkili savcı, ifadeleri saat 21:00’de almaya başlamış ve saat 02:00’de tamamlamış. Kişi başı 7 dakika süren ifade alma işlemleri sırasında, dışarıda da sürekli ambulans bulundurulmuş. Öğreniyoruz ki, savcılar ve hakim, 34 kişinin tutuklanmaması için her türlü hukuki yardımı yapmış. Ki zaten gözaltı olmaması için de, mahkeme direkt Habur Sınır Kapısı’nda kurulmuştu. Savcılar, sorguladıkları isimleri, “sayın Öcalan” ve “önderlik” ifadelerini kullanmamaları konusunda ikna etmeye çalışmış. Sorgulamada bu ifadeleri özellikle kullanan beş kişi, “mecburen” örgüt üyeliği suçundan tutuklanmaları istemiyle mahkemeye sevk edilmiş. Savcılık ayrıca, mahkemeye “talepte bulunmamalarına rağmen bu kişilerin etkin pişmanlıktan yararlanabileceğini” anımsatmış. Hakimin, avukatlara yönelik, “Suça konu kelimeler kullanılmasın. Üsluplara dikkat edilsin. Bu kritik süreçte, kimse zor durumda kalmasın” uyarısının ardından, beş kişi, hakimlik ifadelerinde “önderlik” kelimesini kullanmamış. Beş kişiden bazıları, “Sayın Öcalan” ifadesini sorgusunda da kullanmakta ısrar etmiş. Ancak, hâkim bu ifadeleri tutanağa geçmemiş! Böylece yüzlerce kişiyi çok daha hafif eylemlerden tutuklayan yargı beş kişiyi serbest bırakmış! (Milliyet, 21 Ekim 2009)
AKP-PKK pazarlığında DTP arabulucu
Öte yandan hükümet, ifadelerin alınmasından önce avukatlara ve DTP eşbaşkanı Ahmet Türk’e şu mesajı iletmiş: “İfadelerde ‘Hükümetin demokratik açılım projesine destek için buraya geldik’ cümlesinin yer alması zorunlu. Pişmanlık Yasası’nın uygulanmasını istememelerine karşın, ifadelerinde böyle bir vurguda bulunmaları halinde Pişmanlık Yasası kapsamında değerlendireceğiz”. Grup, “Öcalan’ın talimatıyla geldik” ifadesinde ısrarcı olmuş. DTP’li Emine Ayna da “Öcalan’In talimatıyla geldik vurgusu kesinlikle olmalı. Hükümetin talebinin karşılanıp karşılanmayacağına da kendileri karar versin” tezini savunmuş. Ahmet Türk ise “Her iki vurgu da ifadede yer alsın” önerisi getirmiş. Hükümetten, “olumlu” yanıt gelmesi üzerine Ahmet Türk, geceyarısı Habur’a gitmiş ve avukatlarla görüşmüş. “Dmokratik açılıma destek vermek amacıyla ve Öcalan’ın talimatı doğrultusunda Türkiye’ye geldik” ifadesi üzerinde mutabakat sağlanmış. Böylece 5 kişi de serbest kalmış. (Hürriyet, 21 Ekim 2009)
Hürriyet gazetesinin aktardığı bu ayrıntılara göre aslında AKP ile PKK koyu bir pazarlık yapmış; bu pazarlıkta da DTP arabuluculuk görevi görmüştür!
Kaldı ki, MHP Genel Başkan Yardımcısı Oktay Vural da, İçişleri Bakanı Beşir Atalay ile DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk’ün 17 Ekim günü gizlice buluştuklarını ve Kuzey Irak’tan gelecek grubun girişinin organizasyonunu yaptıklarını açıkladı!
AKP, Öcalan’la pazarlık yaptığını itiraf etti
“Barış grubu” meselesi, Abdullah Öcalan’ın 9 Ekim 2009 günü avukatlarıyla yaptığı görüşmede ortaya attığı bir çağrıydı. Öcalan, açılımın önünün tıkandığını, tıkanıklığın da PKK’nın göndereceği iki “barış grubu”yla aşılacağını savunuyordu.
Ancak İçişleri Bakanı ve Açılım Koordinatörü Beşir Atalay, 20 Ekim’de yaptığı açıklamada, “Eve dönüş, demokratik açılım sürecinin bir safhası, planın bir parçasıdır” dedi.
İçişleri Bakanı Atalay’dan sonra, Başbakan Erdoğan da Meclis grubunda yaptığı konuşmada aynı şeyi söyledi: “Habur Sınır Kapısı’nda yaşanan manzara karşısında umutlanmamak mümkün mü? Bu bir umuttur. Türkiye’de iyi, güzel şeyler, umut verici gelişmeler oluyor. Bunu son derece olumlu ve sevindirici bir gelişme olarak gördüğümü ifade etmek istiyorum. Şu anda bu, bir milli birlik sürecinin, bir demokratik açılım sürecinin, bir kardeşlik projesinin gereği olarak atılmış bir adımdır”.
Öcalan’ın çağrısının aslında AKP’nin açılımının (aslında ABD’nin) bir parçası olduğunu böylece öğrenmiş olduk!
Baykal: PKK’ya kolaylık, Ergenekon’da ise adaletsizlik
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ise gelişmeleri “Bu bir Türkiye projesi değildir. Bu bir AKP, PKK ve DTP projesidir” diyerek yorumladı. Baykal, CHP grup toplantısında şu önemli değerlendirmeyi yaptı: “Artık resmen görülmüştür ki, İmralı’dan gönderilen yol haritası uygulamaya konulmuştur. Birileri bu senaryoyu yazdı. Sahneye kim ne zaman girecek, hepsi belli. İstediğiniz kadar siz ‘Terörü muhatap almıyoruz’ deyin. Muhatap aldılar bile. Niçin indiler onlar? Kendi takdirleriyle mi indiler? Elçi olarak, ellerinde mektupla geliyorlar. ‘Artık silahla bu iş olmayacak’ diye gelmiyorlar. Müzakereye geliyorlar, teslim olmaya değil, teslim almaya geliyor. Gelen PKK’lıları izzet ikramla ağırlıyorlar. Ergenekon’da bu ülkenin dürüst, namuslu gazetecilerini, profesörlerini, aydınlarını neyle suçlandıklarını bile bilmeden yargılıyorlar. Bu adaletsizliğin sona ereceği günler yakındır, hiç merak etmeyin.”
Bahçeli: Proje’nin asıl sahibi ABD’dir!
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli de, gelişmeleri “PKK Türkiye’ye değil, AKP PKK’ya teslim oldu” şeklinde yorumladı. Meclis grubunda konuşan Bahçeli, Baykal’dan farklı olarak esas adresi, yani ABD’yi de telaffuz etti: “Bu alçaklık tablosu, Başbakan Erdoğan’ın eseri ve sözde açılımın tipik sonucu. Başbakan’ın sebeplendiği bu yıkım projesi, İmralı canisinin, terör örgütünün Kandil’deki kadrolarının, etnik bölücü mihrakların Barzani ve Talabani’nin etrafında kenetlendiği, Türkiye’ye kefen biçme projesidir. Türkiye’nin bölünmesi için PKK’ya ihtiyaç kalmadı. Başbakan bu projeyi gönüllü olarak okyanus ötesinden teslim aldı. Ayrıntıları görüşmek üzere de 29 Ekim’de başaktörle buluşacak.”
Bahçeli’nin projenin asıl sahibi olarak ismini telaffuz ettiği ABD de, 20 Ekim günü süreci desteklediğini açıkladı. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ian Kelly, “Türk müttefiklerimizin, PKK sorunuyla başa çıkmada gösterdiği çabaları destekliyoruz” dedi. “Başa çıkmada” nasıl bir ifadeyse artık…
20 Ekim’de yapılan ve 7 saat 40 dakika süren MGK toplantısından çıkan açıklama da dikkat çekiciydi. “demokratik açılım” ifadesinin yer almadığı açıklamada, “terörle mücadelenin kararlılıkla süreceği” belirtildi.
Değerlendirme
ABD’nin planı, hızla uygulanıyor. Aktörler, “2009 kritik yıldır” saptamasına uygun şekilde hareket etmektedir:
1.. AKP, ABD planına uygun şekilde Öcalan’la ittifak halinde yola devam etmektedir. AKP, Öcalan’ın çağrısıyla eve dönüşü, açılımın bir aşaması olarak tarif etmektedir.
2.. DTP, AKP ile PKK arasındaki arabuluculuk görevini başarıyla sergilemektedir. Sorguda yer alacak ifadelerin pazarlığı ibret vericidir. Öte yandan ilk olarak 14 Ocak 2000 tarihinde, bir Avustralya radyosunda “Sayın Öcalan” diyen Recep Tayyip Erdoğan, 9 yılda hukuku istediği noktaya getirmiştir!
3.. “Barış grubu” beklendiği dönemde Cengiz Çandar-Hasan Cemal-Soli Özel üçlüsünün Kuzey Irak röportajları, Barzani ve Talabani’nin açıklamaları, kamuoyu imalatında değerlendirilmiştir. Barzani, “Bağımsız Kürdistan” özlemi içinde olduğunu ifade etmiştir.
4.. Eve dönüş törenleri, Türk milleti üzerinde yoğun bir psikolojik savaş uygulandığını göstermektedir. Devlet töreniyle (Vali Yardımcısı başkanlığında) ve “sivil” karşılama, devlet dairesinde (Tarım İl Müdürlüğü) ağırlama, grubu “barış grubu” olarak günlerce kamuoyuna algılatma, gerilla kıyafetleriyle sınırdan giriş, DTP’nin Silopi töreni, Öcalan posterleri, sloganları… 10 yıl önce Öcalan’ın teslim alınırkenki aciz görüntüsünün yerini, 10 yıl sonra, “zafer kazanan gerilla” görüntüsü almıştır!
5.. CHP ve MHP lideri, sürece itiraz etmeye devam etmektedirler. Bahçeli, bir adım daha ileri çıkarak, planın asıl adresinin ABD olduğunu telaffuz etti. Bu doğru bir çizgide muhalefet etmek için çok önemlidir.
6.. Erdoğan’ın “İsrail karşıtı” imajı, AKP’ye “Kürt açılımı” nedeniyle tepki göstermesi beklenen kesimleri beklenildiği gibi frenledi.
Sonuç
AKP, ABD’nin BOP’u gereği, Balkanlar’dan (Davutoğlu’nun Bosna Açılımı) Kafkaslar’a (Ermeni açılımı) ve Ortadoğu’ya (İran karşıtı Arap-Sünni ittifak açılımı) kadar tempolu bir şekilde görevini sürdürmektedir. Bu görev, Başbakan Erdoğan’ın defalarca ifade ettiği ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin Eşbaşkanı olmasından kaynaklanmaktadır. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’la imzaladığı “2 sayfalık 9 maddelik” gizli anlaşma, bu sürecin ana hatlarını belirlemişti.
AKP’nin son dönemde çizdiği “İsrail karşıtı imaj” da ABD’nin revize ettiği BOP’u gereğidir. Washington Bush dönemindeki “düşman İslam” siyaseti yerine, Obama döneminde “ortak İslam” siyasetini uygulamaktadır. Bu durum ABD’ye, İsrail’in “geçici olarak” frenlenmesini, İran’la düşmanlık politikalarının gevşetilmesini, Türkiye’ye Tahran’ı da izole etmeyi hedefler şekilde Arap-Sünni ittifakı kurdurulmasını gerektirmektedir. Böylesi bir ittifakla, hem “Kukla Devlet”e karşı ortak çıkarları olan Türkiye-İran-Suriye olası denklemi bozulmuş hem de Türkiye ile İran potansiyel düşman hale getirilmiştir. Doğu Avrupa’ya kurulması planlanan füze kalkanının yeni adresinin Türkiye olması bundandır. “Kukla Devlet” ABD’nin Büyük Ortadoğu Stratejisi’nde, Avrasya’ya hâkimiyetinin kilididir. BOP’un nihai başarısı buna bağlıdır.
AKP’nin eli bu yüzden ekonomik olarak da güçlendirilmiştir ki; iç politikada rahat edebilsin. Ergenekon soruşturması da bu yüzden, yani iç politikada AKP’yi rahatsız edecek potansiyele sahip kuvvetleri tasfiye etmek için tertiplenmişti.
Türkiye ABD’nin “model ortaklığı” ile girilen bir parçalanma sürecini sessizce izlemektedir…

Mehmet Ali Güller
21 Ekim 2009

20 Ekim 2009 Salı

AKP, Apo’yla pazarlık yaptığını itiraf etti!

Abdullah Öcalan geçen hafta avukatlarıyla yaptığı görüşmede, PKK’dan Türkiye’ye barış grubu göndermesini istedi.
Fırat Haber Ajansı’na göre, Apo, “demokratik açılım” sürecinin tıkandığını görmüş ve tıkanıklığın, “barış gurubu”nun Türkiye’ye gönderilmesiyle aşılacağını savunmuş!
Bu haber 15 Ekim tarihinden beri Türkiye’nin bir numaralı gündemi.
Dün, (19 Ekim) Öcalan’ın çağırdığı iki grup” Silopi’den Türkiye’ye giriş yaptı. Daha doğrusu törenlerle karşılandı.
Bugün kamuoyunu bilgilendiren İçişleri Bakanı ve Açılım Koordinatörü Beşir Atalay, dağdan inmeyi “eve dönüş” olarak adlandırdı ve 150 kişilik yeni bir grubun teslimini öngördüklerini belirtti.
Ancak daha öncelisi, Bakan Atalay, “barış grubu” olayının AKP ile Apo arasında bir pazarlık olduğunu itiraf etmiş oldu.
Bakan Atalay, “eve dönüşün, demokratik açılım sürecinin bir safhası, planın bir parçası” olduğunu açıkladı! (20 Ekim 2009)
Kamuoyu, eve dönüşü, Apo’nun PKK’dan istediğini sanıyordu; meğer ki AKP’nin açılımının bir aşaması, planının bir parçasıymış!
Bakan Atalay, aylardır yazdıklarımızı da böylece doğrulamış oldu.
Aylardır söylüyoruz: 3 aşamalı bu plan, AKP’nin değil, PKK’nın hiç değil, Barzani’nin Talabani’nin de değil! Plan ABD’nin. Hepsi ABD planının kendisiyle ilgili bölümünü yürütüyor! İşte BOP bu!
Üç aşamalı planı Odatv.com arşivlerinden çıkarıp yeniden hatırlatıyoruz:
“Obama’nın ziyareti sırasında, “3 aşamalı bir plan” anlaşması yapıldı.
1.. Aşama: “Kürt sorununun çözümü konusunda şuana kadar yapılanlar Anayasa’ya konulacak, kültürel alanda henüz yapılamayanlar yapılacak ve ‘vatandaşlık’ tanımı konusunda gerekli değişiklikler yapılacak”.
2.. Aşama: “Türkiye, Kürdistan Bölgesi hükümetini tanıyacak”.
3.. Aşama: “PKK’nin dağlardan inmesi, etkili ve kabul edilir bir af ile silahların atılması sağlanacak”.
Türkiye Cumhuriyeti adım adım tasfiye ediliyor.
Dün düzenlenen “tören” bile kafalara dank ettirmiyorsa, “yangından kurtarılacak” hiçbir şeyimiz kalmaz maalesef…

Mehmet Ali Güller
20 Ekim 2009

18 Ekim 2009 Pazar

ABD’nin İsrail yerine AKP kartı

Anadolu Kartalı tatbikatının, İsrail’in de katılacağı uluslararası bölümünün bu yıl iptal edilmesi, İsrail’le yeni bir kriz çıkardı. Başbakan Erdoğan, durumu “halkımızın sesine kulak verdik” diyerek açıkladı.

AKP'nin iktidarı JİNSA’dan geçti
AKP’nin İsrail karnesindeki sadece iki olay bile, krizin kaynağının, belirtildiği gibi Filistin meselesi olmadığını gösterir. Çünkü bu iki olay, aynı zamanda Erdoğan’ın iktidar olabilme ve iktidarda tutunabilmesindeki önemli iki faktördür:
1.. Erdoğan’ın 3 Kasım seçimleri öncesinde yaptığı 16 Temmuz 2002 tarihli ABD ziyareti ve JINSA (Yahudi Ulusal Güvenlik Enstitüsü) temasları, bir bakıma iktidarının da önemli bir adımıdır!
2.. Yine Erdoğan’ın Ocak 2004’teki ABD ziyareti sırasında Amerikan Yahudi Komitesi’nden “Yahudi cesaret ödülü” olan “Davut Boynuzu”nu alması, kritik bir süreçte AKP’nin iktidarını sağlamlaştırmıştır! Bu ödülü alan tek Müslüman’ın da Tayyip Erdoğan olduğunu belirtelim.
Yine Davos’da yaşanan “one minnute draması” sonrasında AKP hükümeti, Suriye sınırımızdaki mayınlı arazileri 49 yıllığına İsrail’e vermek istemiş, buna karşı çıkanları da Başbakan Erdoğan “Yahudi düşmanlığı” ile suçlamıştı!
AKP’nin Müslümanlık üzerinden “Filistinli çocukların gözyaşı” söylemleri ciddiyetten uzaktır. Irak’ta 7 yıldır ölen çocuklar Müslüman değil miydi?!
Brzezinski: “İran’a saldırırsa, ABD İsrail uçaklarını vurmalı”
Peki olan biten nedir? AKP’nin İsrail “karşıtı” tutumunun nedenleri nelerdir?
Erdoğan’ın çıkışını analiz etmek için önce birkaç önemli gelişmeyi hatırlayalım.
Washington’un politikalarına yön veren, Obama döneminde yeniden zirveye yerleşen, ABD eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brezezinski, İsrail’in İran’a saldırma olasılığının konuşulduğu günlerde çok çarpıcı bir açıklama yaptı: “Eğer İsrail savaş uçakları, Irak hava sahasını kullanıp İran’a saldırırsa ABD savaş uçakları havalanıp onlarla savaşmalı. İsrail’in uçakları tepemizde uçarken oturup seyredecek miyiz, onlara bu hakkı vermeme konusunda ciddi olmalıyız. Kimse bunu istemez ama Liberty vakasının tersi olabilir”. (Milliyet, 24 Eylül 2009)
Brezezinski: “ABD İran’a saldırmayacak”
Yine Brezezinski, İsrail’in Haaretz gazetesine daha önce yaptığı çok önemli bir açıklamada da şunu söylemişti: “Amerika’nın İran’a saldırı olasılığı konusunda İsrail hükümetine vereceğim tek tavsiye, bu işe karışmamaları olur. ABD İran’a saldırmayacak çünkü saldırırsa bu felaket getirir!” (Haaretz, 8 Aralık 2008)
Brezezinski’nin çıkışı, Erdoğan’ın İsrail “karşıtı” tutumunun da ipucudur. Çünkü Erdoğan’ın BOP eşbaşkanlığı görevi, Washington eksenli politikaları uygulamasını gerektirir! Kaldı ki İsrail de aynı görüştedir. İsrail gazetesi Haaretz AKP’yle krizin ardından, ABD’nin yönelimine işaret eden analizler yayımladı: “Türkiye’nin değişen tavrı, İsrail’le ilişkilere çok önem vermeyen Obama’nın iktidara gelmesinin bir sonucudur”. (Vatan, 16 Ekim 2009)
“Düşman İslam”dan “Ortak İslam”a…
Bush döneminde BOP’ta ilerleyemeyen ABD’nin, BOP’ta ilerlemek izin revizyon yaptığını, emperyalizmin Obama ile deri değiştirdiğini daha önceki yazılarımızda işlemiştik. Bölgede son dönemde yaşanan gelişmeler ABD’nin bu revizyonuyla doğrudan ilgilidir.
ABD, BOP’u Bush dönemindeki “düşman İslam” perspektifinden, Obama döneminde “ortak İslam” perspektifine revize etmiştir.
ABD diğer yandan askeri ve ekonomik nedenlerden ötürü saldıramayacağı İran’a da el uzatmıştır. Obama döneminde İran’a karşı sertlik politikalarından vazgeçen Washington, Tahran’la üçüncü ülkelerde pek çok yarı diplomatik görüşme de yapmıştır. İş o noktada da kalmamış, Obama önce İran halkının Nevruz’unu kutlamış; sonra da 4 Temmuz ABD Bağımsızlık Bayramı öncesi Dışişleri Bakanlığı’na talimat vermiş ve tüm ülke büyükelçiliklerinde kutlanacak bayramın resepsiyonuna İranlı büyükelçilerin de davet edilmesini istemiştir.
İşte bu koşullarda, ABD yeni süreç nedeniyle İsrail’i gözden çıkarmıştır. (Son tahlilde, ABD İsrail’den asla vazgeçmeyecektir. Gözden çıkarma, İsrail’İ bir süreliğine frenleme, BOP’un bugünkü aşaması ve uygulanabilmesi içindir. Öte yandan yaşanan gelişmeler, “ABD’yi İsrail yönetiyor” şeklindeki gerçekdışı tezi ileri sürenleri de somut olarak yalanlaması bakımında önemlidir. İsrail ABD’yi değil, her durumda ABD İsrail’i kullanır)
Erdoğan Eşbaşkan, Türkiye model ortak
İsrail’in boşluğunu ise AKP dolduracaktır! ABD’nin bölgedeki misyonunu AKP sürdürecektir! Başkan olduktan iki ay sonra Ankara’ya gelen Obama’nın Türkiye’yi “model ortak” olarak tanımlaması işte bu nedenledir.
Ve AKP o model ortaklığı nedeniyle ve BOP eşbaşkanlığı görevi gereğiyle açılım üstüne açılım yapmaktadır. Ortadoğu-Kafkaslar-Balkanlar üçgeninde izlenen siyasetler BOP’un gereğidir. Ermeni açılımı ile Kafkaslarda, Bosna açılımı ile Balkanlarda görev üstlenen AKP, Irak ve Suriye ile de yakınlaşarak İran’ı yalnızlaştırma ve etkisizleştirme görevini yerine getirmeye çalışmaktadır.
Washington, Müslüman kimlikli AKP ve Türkiye ile Ortadoğu’yu daha iyi biçimlendireceğini hesaplamaktadır.
Erdoğan’ın İsrail karşıtı görünen tutumunun kaynağı, işte ABD’nin bu (tutmayacak) hesabıdır. (Üstelik bu hesap, AKP’nin iç politika kaygılarıyla da örtüşmektedir. AKP, bir yandan tabanın gazını alacak bir fırsatı yakalamış oluyor, bir yandan da baskın bir erken seçim propagandasına malzeme üretmiş bulunuyor.)
AKP’nin ilk Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış’ın İsrail’le kriz konusunda söyledi gibi, “temelde kayma yok, ince ayar var”. (Kanal D, 32. Gün, 15 Ekim 2009) Ve Başbakan’ın danışmanı, AKP milletvekili Ömer Çelik’in de belirttiği gibi, “önümüzdeki günlerde yapılacak NATO Akdeniz tatbikatına, İsrail de katılacak”.

Mehmet Ali Güller
17 Ekim 2009

16 Ekim 2009 Cuma

AB’nin Ergenekon tertibindeki 7 rolü

Türkiye’nin 2009 AB karnesinden yine Ergenekon tertibine tam destek çıktı. Tertibin “Türkiye’nin en kapsamlı darbe girişimi soruşturması” olarak nitelendiği İlerleme Raporu’nda şu ifadeler kullanıldı: “Bu soruşturma, bir darbe teşebbüsünü araştıran ve ülkedeki demokratik kurumları istikrarsızlaştırmayı hedeflediği iddia edilen bir suç şebekesine yönelik tarihteki en kapsamlı ilk inceleme. Ayrıca ülke tarihinde ilk defa bir eski genelkurmay başkanı olarak davada şahitlik yaptı. Sanıkların haklarının askeri memurları da kapsayan ciddi suç iddialarına yol açtı. Bu dava, Türkiye’nin demokratik kurumlarının işleyişine ve hukukun üstünlüğüne olan güvenin kuvvetlendirilmesi için bir fırsat. Ancak dava sürecinde sanık hakları başta olmak üzere hukuki sürece tam saygı gösterilmesi önemli”.
Özetle AB, tertiple ilgili 3 hukuk dışı ithamda, 1 saptamada ve 1 de tertibi uygulayanları daha dikkatli olmaları gerektiği uyarısında bulunuyor.
AB, 1.Darbe teşebbüsü olduğunu,2.Darbecilerin demokratik kurumları istikrarsızlaştırmayı hedeflediğini,3.Sanıkların suç şebekesi olduğunu,4.Hilmi Özkök’ün gönüllü şahit olduğunu,5.Sanık haklarına saygı gösterilmesi gerektiğini söylüyor.
Beşinci saptamadan hareketle yine AB’ye “demokrasi” içi değerlendirmeler yapan yazarlar oldu. AB’nin bu saptamayı, tertibi uygulayanlara “dikkatli ol” ve “önlem al” hedefli uyarı olarak yaptığı; tertibe karşı yükselen itirazların gazını almaya yönelik olduğu kuşku götürmez!
Atatürk’e ve TSK’nın rolüne sınırlandırma emri
Öte yanda İlerleme Raporu’nda Ergenekon tertibiyle dolaylı ilgili olan iki konu da var.
1.AB, AKP’den Atatürk’ü Koruma Kanunu’nu da kaldırmasını istedi. AB’ye göre bu kanun ifade özgürlüğünü kısıtlıyormuş! Nasıl ifadelerde bulunmak istiyorlarsa..!
2.AB, AKP’den TSK’yı daha da “sınırlandırmasını” istiyor!
Ordunun rolüyle ilgili İlerleme Raporu’nda şu ifadeler yer alıyor: “Genelkurmay Başkanlığı birçok fırsatta siyasetçilere ve basına kamuoyu önünde tepki gösteriyor. Nisan ayındaki bir basın toplantısında Genelkurmay, Ergenekon davası ve iddianamesi hakkında yorum yaparak yargıyı baskı altına aldı. Üst düzey bazı ordu mensupları yargılanan askeri personele destek verdi. Türk Silahlı Kuvvetleri siyaseti etkilemeyi sürdürüyor. Üst düzey ordu mensupları birçok fırsatta etnisite, Güneydoğu, laiklik ve siyasi partiler gibi iç ve dış politika konularında görüş açıklıyor”.
AB Kemalist Devrim karşıtıdır
Ergenekon tertibi içinde AB’nin rolünü doğru analiz etmek gerekiyor. Her ne kadar tertibin merkezi ve kaynağı ABD’yse de, AB de tertipte önemli roller almıştır. Hatırlatalım:
1.Emniyet Genel Müdürlüğü’nün 2007 yılı raporunda “Ulusalcılık” terör kapsamında değerlendirildi. Raporda, AB sürecine “devlet egemenliğini ve bağımsızlığı zedelediği için karşı koymak”, terörizmin işareti olarak görülüyordu!
Emniyet Genel Müdürlüğü’nün raporunun niteliği; AB sürecinin ve uyum yasalarının sonucudur.
2.Avrupa Parlamentosu’nun 21 Mayıs 2008’de kabul ettiği Türkiye Raporu’nda “Ergenekon’un üzerine kararlılıkla gidilsin” talimatı verildi: “Türk makamlarını Ergenekon suç örgütü soruşturmasını kararlılıkla sürdürerek, örgütün devlet yapısı içine sızmış şebekesini bütünüyle ortaya çıkarmaya ve mensuplarını adalete teslim etmeye teşvik ediyoruz”.
3.Avrupa Parlamentosu’nun 12 Mart 2009’da kabul ettiği Türkiye Raporu’nda, “Ergenekon suç örgütü sanıklarının” yargılanmasından duyulan memnuniyet ifade edildi ve “örgütün devlet kurumlarına sızan uzantılarının bütünüyle ortaya çıkarılmasını” istedi.
4.Avrupa Parlamentosu, 27 Eylül 2006 tarihinde iktidardan Talat Paşa Komitesi’nin faaliyetlerini durdurmasını ve Komiteyi dağıtmasını talep eden bir karar aldı. “Ermeni soykırımı uluslararası bir yalandır” diyerek ABD ve AB’ye karşı mücadele eden Talat Paşa Komitesi’nin mücadelesi Ergenekon İddianamesi’nde suç sayılmaktadır! Talat Paşa Komitesi’nin pek çok yöneticisi Ergenekon soruşturmasında sanıktır!
5.Tertibe “Ergenekon” ismin konulması kasıtlıdır ve “Türk tarihinin hakkından gelmek” içindir. AB’nin Türkiye Temsilcisi Karen Fogg, 3 Aralık 2001 günü AB görevlisi Adriaan van der Meer’e gönderdiği e-postada şöyle diyordu: “Ne AB, ne de ABD, Türkiye’nin kendi tarihinin hakkından gelmekte nasıl yardım edebilecekleri konusunda ipucuna sahip”.
İşte aranılan o ipucu “Ergenekon”la bulunmuş oldu!
6.AB’nin 2001’den beri bastırdığı üç temel konu olan Kürt, Ermeni ve Kıbrıs meseleleri Ergenekon sanıklarının siyasi mücadelelerinin hep merkezindeydi. Bu üç konu nedeniyle AB’ye karşı mücadele eden isimlerin sanık olması tesadüf müdür?! En AB’ci kalemlerin bu üç meseledeki tutumları ve soruşturma konusunda yazdıkları tesadüf müdür? Her konuyu Ergenekon’a bağlamaları tesadüf müdür?
Durum öyle noktalara varmıştır ki, Türkiye-Ermenistan maçı sonrası yazdığı makalesinin başlığını bile şöyle koyanlar olmuştur: “Büyük maçın sokaktaki sonucu: Açılım:1 Darbe:0”.
7.Ergenekon tertibinin hedefinde yer alan Türk Ordusu AB’nin de hedefidir! AB sürecin en başından beri, Türk hükümetlerinin önüne TSK’yı izole etmeyi ve sınırlandırmayı hedef koydu. AB TSK’yı Kıbrıs’ta işgalci ilan etti; “Kürtlere katliam yapıyor” diye açık yalanlarla suçladı; MGK’den askeri mahkemelere kadar askerin olduğu her kurumun kapatılmasını istedi; fotoğraflarına bile tahammül edemedi!
AB’nin ve Ergenekon tertibinin hedefinde en başta Türk Ordusu’nun olması, AB’nin Kemalist Devrimi tasfiye etmek istemesi nedeniyledir!
AB’nin Kemalist Devrim karşıtlığını görmeden süreç doğru analiz edilemez.

Mehmet Ali Güller
16 Ekim 2009

11 Ekim 2009 Pazar

AKP, Türkiye ve Azerbaycan’ı aldattı

“Ermenistan Cumhuriyeti ile Türkiye Cumhuriyeti arasında diplomatik ilişkilerin kurulması hakkında protokol” 3 saat 15 dakika gecikmeli imzalandı. İmzalar, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun imza sonrası yapacağı konuşma metnindeki Karabağ vurgusu nedeniyle gecikti. Ermenistan Dışişleri Bakanı Nalbantyan, protokolün önkoşulsuz imzalanacağını belirterek, imzadan çekildi. 3 saat 15 dakika süren kriz, konuşma faslının toptan ortadan kaldırılmasıyla çözüldü.
Krizin nedeni AKP’dir
Protokolü Türk milletinden gizleyerek hazırlayan AKP, oluşacak tepkileri gidermek adına defalarca “Karabağ çözülmeden sınır açılmayacak” açıklaması yapmıştı. Ancak Karabağ ne protokol metninde yer alıyordu, ne de protokolün bir önkoşuluydu. Oysa “Ermenistan’la ilişkilerin normalleştirilmesi, Dağlık Karabağ sorununun çözümüne” bağlıydı. Türk Devleti böylece bu konudaki önemli bir politik dayanağını AKP eliyle yitirmiş oldu.
Başbakan Erdoğan protokol tartışmaları sırasında kamuoyuna söz vermiş ve “Karabağ çözülmeden sınır açılmayacak” demişti. AKP son bir gayretle, en azından konuşma metninde Karabağ’a yer vererek iç kamuoyuna, “durduğu yerin değişmediği” mesajını verecekti. Ermenistan buna bile razı olmadı!
Dışpolitika rezaleti
AKP protokolü 14 Ekim’den sonra imzalamak istedi. Ancak Ermenistan Devlet Başkanı Sarkisyan kırmızı çizgi çekti ve 14 Ekim’deki Türkiye-Ermenistan maçına gelme şartını protokolün imzalanmasına bağladı. Önkoşulsuz, şartsız Erivan’a maç izlemeye giden Gül’ün çizgisine inat, Sarkisyan bu konuda geri adım atmadı.
Buna karşın dış politika ustası Davutoğlu’nun bulduğu formül müthişti!
Protokol madem maçtan önce imzalanacaktı, o zaman 13 Ekim’de imzalanmalıydı! Dışişleri Bakanı Davutoğlu, ana muhalefet lideri CHP Genel Başkanı Baykal’ı bilgilendirirken bu tarihi de açıkladı. (Hürriyet, 16 Eylül 2009) AKP, böylece sınırlarımızı tanımayan ama tanımadığı bu sınırlarımızı açmamızı isteyen Ermenistan’a güya diplomatik manevra yapacaktı. 13 Ekim, Ermenistan’ın tanımadığı Kars Anlaşması’nın 88. yıldönümüydü. Ermenistan bunu da kabul etmedi! Ki Kars Anlaşması zaten protokolde de yoktu.
Anlaşma Ermenistan’ın istediği doğrultusunda 10 Ekim’e alındı.
BOP protokolü
AKP ile Ermenistan arasında imzalanan protokolün, öyle basit, sıradan bir protokol olmadığının altını çizelim. Protokolün tarafları olan Türkiye ve Ermenistan Dışişleri Bakanı dışında, protokol imza töreninde bulunan devlet yetkililerin listesi bile bu protokolün önemini tek başına gösterir. İki bakan protokolleri imzalanırken arabulucu ülke İsviçre’nin Dışişleri Baknı Micheline Clmy-Rey’in yanı sıra ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner, AB Bakanlar Komitesi Başkanı sıfatıyla Slovenya Dışişleri Bakanı Samuel Zbogar ve AB Dış Politika-Güvenlik Yüksek Komiseri Javier Solana hemen arkalarında ayakta durdular.
Bu arada protokol hazırlıkları sırasında uzun süre sessiz kalan Rusya’nın, engel olamayacağı bir sürecin dışında kalmamak için son dakikada imza törenine katıldığını hatırlatalım.
Protokol, Türkiye’den gizlendi
Öte yandan AKP ile Ermenistan arasında imzalanan protokolün Türkiye’den gizli hazırlandığını belirtelim. Hazırlık, 2007’den beri sürüyor.
Ancak ilk defa resmi olarak 23 Nisan 2009’da, saat 23:15’da ilan edildi! Protokol 24 Nisan’a 45 dakika kala, yani ABD Başkanı Obama’nın, Ermenistan’ın sözde soykırım günü ilan ettiği 24 Nisan’da yapacağı konuşma takviminden hemen önce ilan edildi. Türk Dışişleri Bakanlığı’ndan ABD’ye, “Ermenistan ile ilişkilerin normalizasyonu için mutabık kaldık ve yol haritası belirledik” mesajı iletildi. Ki zaten ABD Başkanı Obama 6 Nisan 2009’da TBMM’de yaptığı konuşmada, “Ermenistan’la sınırlarınızı açın” talimatı vermişti.
Protokol, Gül’ün gizli anlaşmasında var
Aslında protokol 2007’den de çok önce vardı! Öyle ki, bu protokol AKP’nin iktidar yapılma şartlarından da bir tanesiydi. Protokol, AKP’nin ilk Başbakanı Abdullah Gül ile ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell arasında imzalanan “2 sayfalık 9 maddelik” gizli anlaşmanın da maddelerinden birisiydi!
Sürecin köşe taşları özetle şöyle döşendi:
Abdullah Gül 18 Mayıs 2004’deki Azerbaycan ziyareti sırasında “bizim Karabağ’la ilgili yeni bir planımız var” dedi ama içeriğini açıklamadı. (Azeri Ekpress Gazetesi, 19 Mayıs 2004). Başbakan Tayyip Erdoğan, 15 Nisan 2005’te Ermenistan Cumhurbaşkanı Koçaryan’a mektup gönderdi. Dışişleri Bakanlığı’ndan iki yetkili, bir Avrupa ülkesinde, Ermeni heyetiyle buluştu. Türk tarafı, kamuoyundan gizlenen görüşmede, ilişkilerin normalleşmesi için önerilerini sundu. (Milliyet, 12 Temmuz 2005)
Ve sonrasında İsviçre’nin arabuluculuğunda başlayan ve defalarca yapılan heyetlerarası gizli görüşmeler…
Azerbaycan: Prensipten sapmalar olumlu değil!
Öte yandan protokolün paraf edilmesi sırasında tepki gösteren Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, tepkisini imzadan sonra da sürdürdü: “Türkiye ile Ermenistan arasında uzlaşı protokollerinin imzalanmasıyla iki ülke arasındaki sınırın açılacak olmasının Azerbaycan ile Ermenistan arasında devam eden Karabağ sorununa barışçıl çözüm bulunması görüşmelerine de katkıda bulunacağı görüşüne kesinlikle katılmıyorum. Azerbaycan bu konudaki tutumunu daha önce dile getirerek iki sürecin paralel, birbirine bağlı yürümesi gerektiğini dile getirmişti. Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınırın ancak ve ancak Karabağ meselesine çözüm bulunduğunda açılması gerektiğini dile getirmiştik. Bu prensipten sapmalar olumlu değil, istenmedik sonuçlar veriyor. Moldova başkenti Kişinev’deki Azerbaycan-Ermenistan Karabağ zirvesi maalesef olumlu hiçbir sonuç alınmadan sona ermiştir. Ermenistan, Türkiye ile yürütülen uzlaşı görüşmelerini büyük kazanım sayarak Kişinev’de bize karşı daha uzlaşmaz tavır takınmaya başlamıştır. Bu uzlaşmaz tavırla ilgili verebileceğimiz örnekler de vardır.”
Sonuç
AKP, Türkiye adına Ermenistan’la protokolü imzaladı, ancak anlaşmanın yürürlüğe girmesi TBMM’nin onayına bağlı. Şimdi Türkiye AKP’nin bu anlaşmasına TBMM mevzisinden direnecek.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’la görüştüğünde şöyle demişti: “Anlaşmayı imzalayacağız, ancak meclisimiz kabul etmeyecek. Onlar ne zaman işgal altında tuttukları Azerbaycan’ın 7 bölgesini tahliye etmeye başlayacak, işgale son verecekler, o zaman anlaşma meclisten geçecek. Bu konuda olumlu işaretler alıyoruz”. (Hürriyet, 16 Eylül 2009)
Baykal’a da “TBMM, Karabağ çözülmeden anlaşmayı kabul etmeyecek” diyen AKP’nin çizgisi böyle. Mevzi mevzi ilerleme…
Daha doğrusu Türkiye’nin mevzilerini teker teker teslim etme…
Önce görüşmeyi, sonra parafı, sonra imzayı Karabağ’ın çözümüne bağladılar. Ancak sözde bağladılar. Şimdi de TBMM onayına bağlıyorlar. Güya…

Mehmet Ali Güller
Odatv.com
11 Ekim 2009

9 Ekim 2009 Cuma

İlk Özal açmıştı

“Kürt açılımı”nı Gül mü, yoksa Erdoğan mı başlattı? Liberallerimiz şimdi de bunu tartışıyor.
Her ne kadar “Kürt meselesi” daha eski de olsa, ABD emperyalizminin Türkiye’ye bu konudaki somut dayatmaları 1960’lara da dayansa, bugünkü anlamıyla açılımı ilk Özal yapmıştı!
Özal’ın, Türkiye’nin en büyük güvenlik meselesi haline gelen bu konuyla ilgili o zamanki duruşu devlet zafiyeti açısından da ibret vericidir. İşte Özal’ın ABD’nin kukla devletine katkıları:
Özal’ın Apo’dan ateşkes ricası
Cumhurbaşkanı danışmanı Cengiz Çandar’a göre Özal, Talabani aracılığıyla Apo’nun ateşkes açıklaması yapmasını istedi. Dönemin DEP milletvekilleri Orhan Doğan ve Ahmet Türk de bu konuda şunları söylediler: “Özal bizi Çankaya Köşkü’nde kabul etti ve bize dedi ki, ‘gidin bu adamla (Öcalan) görüşün. Süresiz ateşkes yapsın.”
Özal’ın Apo’yu af planı
Cengiz Çandar’a göre Özal’ın açılımı özetle şöyle: “Özal’ın kafasındaki çözüm geniş kapsamlı bir af çıkarmaktı. PKK’yı dağdan indirmek ve PKK’lıları ülkenin siyasi sistemine entegre etmek istiyordu. Beş yıllık bir süreçte de Öcalan dahil herkese af. Hiç şiddete bulaşmamış PKK’lılar siyasete girebilecekti. Öcalan ve benzeri kişiler için de, yargılanmak şartıyla beş yıllık bir ara süreç var”.
Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Kaya Toperi’nin anlatımlarına göre de Özal, bu esnada Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay üyelerini “Güneydoğu sorunu” konusunda çözüm arayışları için ziyaret etmiş!
1996 yılında Apo-Talabani görüşmesiyle ilgili yayınlanan bir kasette şöyle diyor Öcalan: “Turgut Özal’ın maksadı siyasi çözümdü. Hatta o gece Bakü’de Hikmet çetin bu siyasi çözümü duyunca şoke oldu”.
Özal’ın hazırlattığı 3 Kürt raporu
Kaya Toperi’nin anlatımlarına göre Özal, başyaveri Aslan Güner ve Toperi’den “Kürt raporu” hazırlamalarını ister. Özal’ın hazırlattığı, “Kürt sorunu – Güneydoğu Anadolu’daki Durum ve Çözüme Yardımcı olabilecek Öneriler” başlıklı 10 sayfalık raporun bir örneği Başbakan Süleyman Demirel’e, bir örneği de Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’e verilir. Demirel bu rapordan iki ay sonra Diyarbakır’da halka seslenir ve “Kürt realitesini tanıyoruz” der.
Özal, prensi Adnan Kahveci’den de bir “Kürt raporu” ister. Kahveci “Kürt Sorunu Nasıl Çözülmez – Bir Çözüm Paketi Önerisi” başlıklı 13 sayfalık raporunda “Kürt meselesine çözüm getirmek için saplantısız ve çağdaş düşünmek zorundayız” der ve Kürtlere “siyasal hakları”nın verilmesi gerektiğini belirtir.
Özal bir üçüncü Kürt Raporu’nu da eski Özel Harpçi, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Em. Org. Kemal Yamak’a hazırlatır.
Özal, federasyonu tartışmaya açtı
Özal, 15 Ekim 1991 tarihinde Hürriyet Gazetesi’ne yaptığı açıklamada da, “federasyon dahil her şeyi konuşmalıyız” diyerek devlet politikasında büyük gedik açar.
Özal’dan “Anadolu Cumhuriyeti” önerisi
Özal, 2 Nisan 1992 tarihinde Aktüel dergisine verdiği röportajda da, “Atatürk Cumhuriyet’i kurarken Osmanlı Cumhuriyeti derse ne olurdu?” diyerek bir önemli tahribat daha yaratır.
Gazeteci Faruk Mercan’ın “Onlar başroldeydi” isimli kitabına göre, Özal bu röportajı yapan Reha Mağden’den bir ara teybini kapatmasını ister ve şöyle der: “Hani zihnini çalıştır diye söylüyorum, yoksa öneri değil, mesela Türkiye’nin ismi, ‘Anadolu Cumhuriyeti’ olsaydı, bugün yaşadığımız sorunlar olur muydu?”
Yıllar sonra Gül-Erdoğan ikilisinin “Kürt açılımı” gündeme geldiğinde, Korkut Özal da sahneye çıkar ve katıldığı “Siyaset Meydanı” programında Özal’ın bu önerisini AKP’ye pusula eder: “rahmetli ağabeyim sorunun çözülmesi için Türkiye’nin isminin değiştirilebileceğini, Anadolu yapılabileceğini söylemişti”.
Özal’ın Üruğ ekibini tasfiyesi
ABD Savunma Bakan Yardımcısı William Taft, 7 Kasım 1986’da Ankara’ya 24 saatlik bir “yıldırım” ziyareti yapar. Taft’ın çantasında daha önce 1965 ve 1974’te Türkiye’ye dayatılan “Musul ve Kerkük’ü alma planı” vardır. Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Üruğ, plana karşı tutumunu, Taft’ın görüşme istediğini kabul etmeyerek gösterir.
Kenan Evren’e rağmen Genelkurmay Başkanı olan Org. Üruğ, emekliliği gelen Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Necdet Öztorun’un önünü açmak için erken emekli olur. Özal ise, Evren’in desteği ve 1. Ordu Komutanı Org. Recep Ergun’a dayanarak Org. Öztorun’u emekli eder. (Ergun, emekli olduktan sonra ANAP’tan milletvekili yapılır). Böylece “İki Necdetler ekibi”nin ordunun komuta kademelerini “ 2000 yılına kadar” belirleyen planı tasfiye edilir.
Genelkurmay Başkanı Org. Torumtay’ın istifası
ABD, 1991’deki 1. Körfez Savaşı sırasında, Türkiye üzerinden Irak’a ikinci cephe açılmasını ister. TSK, muhalefetteki DYP ve SHP ile Başbakan Yıldırım Akbulut ABD’nin ve Özal’ın bu talebine karşıdır. Özal, plana direnenleri ikna etmek için cepheyi “bir koyup üç almak” diye tarif eder. Güneş Taner yıllar sonra yaptığı açıklamada, Özal’ın aslında ikinci cephe kararını ABD’nin Irak’a saldırısından önce verdiğini, federasyon tartışmasını da bu nedenle başlattığını söyler. (Sabah, 7 Kasım 2001)
TSK Özal’ın planını uygulamaya direnir. Özal’ın Org. Öztorun yerine Genelkurmay Başkanı yaptığı Org. Necip Torumtay da alttan gelen baskıyla istifa ederek, ikinci cepheyi uygulanamaz kılar.
Özal’ın Çekiç Güç gayreti
ABD, 1. Körfez Savaşı’nın sonunda Kürtleri Saddam Hüseyin’e karşı ayaklandırır ve ateşe sürer. Saddam’ın bastırdığı ayaklanma neticesinde yüzbinlerce Iraklı Kürt sınırı geçerek Türkiye’ye sığınır. Türkiye ABD planı gereğince Musul ve Kerkük’e girmeyince yine ABD planı gereği Musul ve Kerkük Türkiye’ye girmiş olur.
ABD Kürtleri korumak bahanesiyle BM’den Çekiç Güç kararı çıkartır. ABD bu kararla, 36. paralelin kuzeyini Saddam’ın uçuşlarına yasaklar; yani bölgeyi kukla devleti için tesis etmeye başlar. Özal Çekiç Güç’ün onaylanması için tüm kuvvetiyle seferber olur. Öyle ki, TSK içinde bile durumu Türkiye’nin lehine gören bir yapı mevcuttur. TSK, Saddam otoritesinin olmadığı bu bölgeye istediği zaman girip çıkacağını ve PKK’yı vuracağını hesap eder. (Yıllar sonra bu konuda büyük yanlışlık yapıldığı TSK komuta kademesince itiraf edilir.)
Ancak süreç Türkiye’nin aleyhine işler ve 36. paralelin kuzeyi ABD’nin kukla devletinin coğrafyası olur.
Özal’ın tarihi misyonunun devamı
Özal’ın ne denli ABD planlarına uyumlu olduğunu gösteren bu uygulamaları kadar ibret verici bir örneği de yıllar sonra eşi ve oğlu sergilerler.
Tam da Gül’ün tarihi fırsat dediği, Kürt açılımını başlattığı dönemde, 29 Nisan 2009’da Semra ve Ahmet Özal’lar “Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı” Mesut Barzani ile görüşürler.
Özal’lar ziyaretlerini “Kuzey Irak’taki gelişmeleri yerinde görmek” olarak açıklarlar!
Hangi sıfatla?! Hangi tarihi misyonun devamı olarak?!

Mehmet Ali Güller
Odatv.com
8 Ekim 2009

27 Eylül 2009 Pazar

Ortadoğu Birliği mi, Batı Asya Topluluğu mu?

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Irak ve Suriye ile önemli anlaşmalara imza attı. Örneğin Suriye ile vizelerin karşılıklı kaldırılmasından, “ortak kabine” üzerinde mutabakata varılmasına kadar uzanan gelişmeler yaşandı. Davutoğlu’nun formüle ettiği bir “Ortadoğu Birliği”nin altyapısı oluşturuldu: “Türkiye-Irak-Suriye arasında gerçekleşmeye başlayan bu işbirliğine, Avrupa Birliği’ni kuran anlaşmalar gibi bir anlaşma oluşur diye bakılırsa, o zaman geleceğimiz parlak olur. Ortadoğu bölgesini birlikte inşa etme sorunuyla karşı karşıyayız” (Hürriyet, 18 Eylül 2009)
Öte yandan DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk de, Erbil’den, “Bölgesel Yönetimin Parlamentosu”ndan AKP’ye destek çıktı: “Avrupa Birliği bir birliktir. Neden Ortadoğu halkları arasında da bir birlik oluşmasın ve birbirlerini tanımasınlar”. (Hürriyet, 18 Eylül 2009)
AKP ve DTP’nin “Ortadoğu Birliği” önerisinden önce ise İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’in “Batı Asya Topluluğu” önerisi vardı. (Aydınlık, 6 Eylül 2009, Sayı:1155)
Her iki öneri arasında ise çok temel farklar bulunmaktadır. Sıralarsak:
1. İran açısından;
AKP ve DTP’nin “Ortadoğu Birliği” önerisi, somut anlamda bölgeden İran’ı dışlamak içindir. Türkiye üzerinden Suriye, İran’a karşı tarafsızlaştırılmaya hatta tam karşısına alınmaya çalışılmaktadır.
Perinçek’in “Batı Asya Topluluğu” önerisi ise tam tersine İran’ı da içine alan bir birliktir: “Türkiye, Suriye, İran ve Azerbaycan; ekonomiden güvenliğe uzanan bir kurumlaşmaya gitmek durumundalar. KKTC, Türkiye ile bütünleşerek bu beraberliğin içinde olacaktır.”
AKP ve DTP’nin “Ortadoğu Birliği” önerisi, Türkiye’yi bölgesel bir güç olan İran’la karşı karşıya getirirken, Perinçek’in “Batı Asya Topluluğu” içinde yan yana getirmektedir.
2. Araplar açısından;
“Ortadoğu Birliği” önerisi, İran’a karşı şekillendiği için, Araplar arasında ayrılık yaratacaktır.
“Batı Asya Topluluğu” ise hem Arapları birleştirir; hem de Türkiye’yi Araplarla birleştirir.
3. Kürtler açısından;
AKP ve DTP’nin “Ortadoğu Birliği” önerisi, Kürtler açısından bölgesel felaketlere yol açacak niteliktedir.
DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk, Erbil’den “Ortadoğu Birliği”ne destek verdiği konuşmasında, “4 parça Kürdistan’da Kürtler zorluk içinde ve baskı görüyor” iddiasında bulundu ve Kürtler açısından çözümü “Ortadoğu Birliği”nde gördüğünü söyledi. (Hürriyet, 18 Eylül 2009)
Aynı sıkıntılı bakış açısı Davutoğlu’nda da var. Ortadoğu Birliği ile “yepyeni bir ortaklık modeli” hayata geçireceklerini savunan Davutoğlu, “sınır boylarımızda iki kardeş halk geleceklerini birlikte şekillendireceklerdir” dedi. (Hürriyet, 18 Eylül 2009)
“Ortadoğu Birliği”, 4 parçadaki yani Türkiye, Irak, Suriye ve İran’daki Kürtlerin kendi aralarındaki bir entegrasyonu hedefliyor. Ki bu durum en başta Kürtleri felakete götürecektir.
Perinçek’in “Batı Asya Topluluğu” ise, “Türkiye’yi yalnız kendi Kürdüyle değil, bölgenin bütün Kürtleriyle birleştirmeyi” hedefliyor.
4. Türkler ve Türkiye açısından;
İran’ı dışlayan hatta İran’a karşı konumlanan “Ortadoğu Birliği”, İran’da yaşayan Azerileri hatta Azerbaycan’ı da karşısına alacaktır.
“Batı Asya Topluluğu” ise “Türkiye’yi Irak’ın, Suriye’nin, İran’ın ve Azerbaycan’ın Türkleriyle birleştirir.”
Yüzde 84’ü ABD karşıtı olan Türkiye’de, bu proje ile değil “Ortadoğu Birliği”, Türkiye Birliği bile kurulamaz! “Ortadoğu Birliği”nin üst projesi olan BOP, zaten Türk’ü Kürt’e, Kürt’ü Türk’e ve Türk’ü Türk’e düşman etmektedir.
“Batı Asya Topluluğu” ise yıllardır atılan ayrılık tohumlarını ortadan kaldırır; Türkiye’yi birleştirir!
5. ABD açısından;
“Ortadoğu Birliği” yapı ve hedef itibariyle ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi içerisindedir. “Batı Asya Topluluğu” ise ABD’ye karşı, bölge merkezlidir.
“Ortadoğu Birliği” ile Büyük Ortadoğu Projesi ABD lehine ilerler. Bölge halkları, Ortadoğu halkları birbirine düşer.
“Batı Asya Topluluğu” ise tam tersine, hem bölge halklarını ABD’ye karşı birleştirir; hem de “Washington’u caydırır ve ABD’yi çılgın maceraların getireceği felaketlerden kurtarır”.
6. Dünya açısından;
“Ortadoğu Birliği” ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi içinde olduğundan, (son tahlilde gerçekleşemeyecekse de) “Tek Kutuplu Dünya”ya hizmet edecektir.
“Batı Asya Topluluğu” ise, emperyalizme karşı ulusal devletleri savunduğundan, “Çok Kutuplu Dünya”ya hizmet edecektir. Orta ve Doğu Asya’da Şangay İşbirliği Örgütü, Güney Amerika’da ALBA gibi bölgemizde de “Batı Asya Topluluğu” ABD’nin karşısında yeni bir odak, yeni bir kutup olacaktır. Bölgesel odakların sayısı ve gücü, AB’yi, ABD karşısında daha da tarafsızlaştıracaktır.
Sonuç olarak;
ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin alt başlığı olan “Ortadoğu Birliği”, “Diyarbakır’ı merkez” yapar! Türkiye’yi daha da ayrıştırır! Ulusal Devleti yıkar!
“Batı Asya Topluluğu” ise Türkiye’yi birleştirir! Ulusal Devleti yaşatır, ayakta tutar!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık
27 Eylül 2009

24 Eylül 2009 Perşembe

Obama’nın yenilgi itirafı


ABD Başkanı Barack Obama, 64. BM Genel Kurulu’nda, dünya liderlerine hitaben yaptığı konuşmada ülkesinin bundan sonra tek taraflı hareket etmeyeceği sözünü verdi. Obama, “karşılıklı çıkarlar ve saygı üzerine kurulu yeni bir çok taraflı işbirliği” çağrısı yaptı.
Obama’nın konuşması, “ABD bundan sonra kararlarını tek başına alamayacak” şeklinde okundu. Obama, yeni bir dünya düzeni için dört ilkenin izleneceğini açıkladı: Nükleer silahsızlanma, barış ve güvenliğe teşvik, gezegenin korunması, herkese fırsat sunan küresel ekonomi.
Aslında Obama’nın konuşması, ABD açısından bir yenilginin de itirafıdır. 2001 sonrasında, geleneksel transatlantik ittifakı bile hiçe sayarak tek başına kararlar alan ABD, bundan böyle tek taraflı hareket etmeyeceğini ilan ederek, kaybettiğini itiraf etti!
İşte ABD’nin kaybettiği 12 cephe:
1. ABD açısından sonun başlangıcı, Rusya’nın Gürcistan’a müdahalesidir. Washington, stratejik planlamaları açısından kritik öneme sahip olan Kafkasya’da, Moskova’ya yanıt veremeyerek kaybetti.
2. Üstelik Washington, planlamaları açısından büyük önem taşıyan Karadeniz’e de giremedi.
3. Keza, İran’ı değil de aslında Putin’in Rusya’sını hedef alan Doğu Avrupa Füze Kalkanı’ndan vazgeçen Washington, burada da kaybetti.
4. Irak’ta 2003’te zafer ilan eden ABD, 2009’da tam bir yenilgi yaşadı! ABD’nin bölgesel başarısı, Irak’ta kuracağı kukla devlete bağlı. Washington, geri çekilirken kukla devletini Türkiye’ye himaye ettirmeye dönük bir planlama içinde.
5. Irak’ta kaybeden ABD, 2003 yılında tehditler yağdırdığı Suriye’ye de artık ses çıkaramıyor.
6. Irak’tan hemen sonra İran’a saldıracağına kesin gözüyle bakılan ABD, aradan geçen 6 yıl sonunda, Tahran’la yarı resmi kanallar üzerinden diplomatik temaslara bile geçti.
7. Washington’un şer ekseni içinde ilan ettiği Kuzey Kore çoktan unutuldu bile.
8. Şangay İşbirliği Örgütü, ABD karşısında daha da güçlü mevzilendi. Ötesinde Rusya ve Çin ortak askeri tatbikat yaptı!
9. Tayvan konusunu artık gündeme bile alamayan ABD, Sincian’da başarısız bir kalkışmaya imza attı. Ekonomik olarak Çin’le arasındaki makas hızla daralan ABD, Çin’in Ortadoğu’dan Latin Amerika’ya, Afrika’dan Avrupa’ya uzanan büyük yatırımlarını seyretmekle yetindi.
10. ABD Afganistan’da tam bir bataklığa saplandı! Kabil’den çıkamayan ABD, istediği oranda muharip destek gücü de bulamıyor. Üstelik kayıplar veren ülkeler, geri çekilmeyi tartışıyor.
11. ABD’nin yıllardır arka bahçesi olan Latin Amerika, teker teker Bolivarcı iktidarlara sahne oldu.
12. Washington Sarkozyli Fransa’ya rağmen, AB’nin desteğini alamadı. Almanya direnmeyi sürdürdü. Merkel, Putin’i en çok ziyaret eden lider olmayı sürdürdü!
ABD, bu yenilgileri telafi etmenin yollarını arıyor. Ekonomik olarak da kötü durumda olan ABD, öncelikle geleneksel transatlantik ilişkileri onarmayı önüne hedef koyuyor. Büyük Ortadoğu Projesi’nin kritik noktasını da “Irak’ın kuzeyi” oluşturuyor. Tüm bu gelişmeler, ABD’nin artık öncelikli hedefinin Türkiye olduğuna işaret ediyor.
Mehmet Ali Güller
Odatv.com
24 Eylül 2009

20 Eylül 2009 Pazar

Erdoğan, Erbil’e konsolosluk yerine başkonsolosluk açacak!


Başbakan Erdoğan, Erbil’e başkonsolosluk açacaklarını ilan etti. Başbakan’ın ilanı birkaç nedenle büyük önem taşıyor.
Öncelikle, herkes Erbil’e “konsolosluk” açarken, bir tek AKP hükümeti “başkonsolosluk” açıyor. Bunun özel bir anlamı var!
Cumhurbaşkanı Gül’ün “Kürdistan”ı ilk defa telaffuz etmesinin üzerinden geçen bu 6 ay içinde, Ankara adım adım ABD’nin “Kukla Devlet”ini tanımayı sürdürdü. Barzani’ye “devlet” başkanı sıfatı verildi; “bölge hükümeti” ile resmi görüşmeler yapıldı! Bir yandan da “Kürt açılımı” yapılarak, ABD’nin “Türkiye himayesinde Kürdistan” planı için içeride taşlar döşendi.
Bu arada Başbakan’ın “başkonsolosluk” ilanının yeni olmadığının da altını çizelim. Başbakan Erdoğan, iktidarı öncesinde Atlantik ötesinden tasarlanan bir sürecin aşamalarını adım adım uygulamakla mükellef! (Ki eşbaşkanı olduğunu övgüyle dile getirdiği BOP, bunu gerektiriyor)
Örneğin, Ankara’nın Erbil’e “baş” konsolosluk açacağı aslında 7 yıl önce saptandı; geçen yıl da tebliğ edildi:
Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi, Bağdat Büyükelçimiz Derya Kanbay’ı 17 Mart 2008 günü makamında kabul eder ve Türkiye’nin Basra ve Erbil’de konsolosluk açmak istemesinden büyük memnuniyet duyduklarını söyler! (19 Mart 2008 günlü gazeteler)
Ki bu beyanın iki hafta öncesinde Talabani, Irak Cumhurbaşkanı sıfatıyla Cumhurbaşkanı Gül’ü ziyaret etmiş ve plan yürürlülüğe konmuştu!
Öte yandan Başbakan Erdoğan’ın Erbil’e “baş”konsolosluk açma ilanlı konuşmasında, “Kuzey Irak yönetimiyle de irtibatlarımızı çok farklı bir şekilde geliştireceğiz” dediğinin altını özellikle çizelim ve 5 yıl öncesine dönelim:
“ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi içerisinde Diyarbakır’ı bir merkez yapacağız” (15 Şubat 2004, Kanal D, Teke Tek)
Erbil’e “baş”konsolosluk açacağını ilan eden Başbakan Erdoğan, eşbaşkanı da olduğu ABD’nin Büyük Ortadoğu Planı içerisinde Diyarbakır’ı acaba nereye merkez yapacak?

Mehmet Ali Güller
20 Eylül 2009

15 Eylül 2009 Salı

ABD’li komutan: “Kürdistan kurulduğunda önce Türkiye tanıyacak”


ABD’nin resmi devlet politikasının Türkiye’yi parçalamak olduğuna bazıları bir türlü inanmaz.
Önlerine ABD’nin resmi kurumlarında yayımlanan “bölünmüş” Türkiye haritası koyarsınız; “bir albayın şahsi işi” derler…
Pentagon’a, CIA’ya, Dışişleri’ne bağlı kurumların raporlarını gösterirsiniz; “üniversite hocalarının kişisel fikir jimnastikleri” derler…
Büyükelçileri, konsolosları, ajanları bölgede cirit atar, teröristlerle görüşür; durumu “diplomatın görev alanı” içinde sayarlar…
Çekiç Güç helikopterlerle PKK’ya mühimmat dağıtır; ABD Büyükelçiliği’nden önce çıkıp “yanlışlık oldu” diye açıklama yaparlar…
Jandarma Genel Komutanımızı öldürürler; “buzlanma” diyip çıkarlar işin içinden…
ABD, 11 subayımıza çuval geçirir; “ne işimiz vardı zaten orada” deyip TSK’ya saldırırlar…
82 bin askerini Güneydoğu sınırımız boyunca yerleştirmek ister Pentagon; “Musul’a gireceğiz” havucunu millete yedirmeye çalışırlar…
Washington “stratejik hedefi gereği” kukla devletini Türkiye’ye himaye ettirmeye çalışır; “PKK tasfiye olacak” diye milleti kandırmaya çalışırlar…
ABD Başkanı TBMM’den talimat verir “Kürt, Ermeni ve Kıbrıs meselesini çözün” diye; ağlayarak ayakta alkışlarlar…
ABD’li bir albay Güneri Cıvaoğlu’na sınırlarımızı da içine alan Kürdistan kuracaklarını söyler birinci Körfez Savaşı’nda; “herhangi bir albaydır” netice itibariyle…
60 yıllık NATO ilişkisinden kaynaklanır bu durum. Daha doğrusu Gladyo – SüperNATO görevlendirmesinden…
Onları değil ama onların etki alanı içinde yer alan geniş kitleler için bir kanıt daha sergileyelim.
Em. Mu. Kur. Kd. Albay Nazmi Çora: 1994-1995 yıllarında Irak’ın kuzeyinde Askeri Koordinasyon Merkezi Türk Komutanlığı yaptı. Yani Çekiç Güç Eş Komutanlığı.
Albay Çora’ya göre, ABD Irak’ın kuzeyinde bir Kürt devleti kurmak için çalıştı. Ve hatta Albay Çora’ya göre ABD’nin Irak’a müdahalesinin temel nedenlerinden biri de bu. Albay Çora iki yıllık Çekiç Güç komutanlığı boyunca bunu kanıtlayacak onlarca olayla karşılaşmış.
Örneğin:
ABD Özel Kuvvetler Komutanı Orgeneral Downing Zaho’ya geldiğinden Albay Çora şöyle der: “ Türkiye ve ABD senelerdir müttefik ülkeler, buna rağmen Kürdistan’ı kurmaya çalışıyorsunuz. Türk halkının tepkisi ile dostluğunuzun bozulacağından korkmuyor musunuz?”
ABD Özel Kuvvetler Komutanı şöyle yanıtlar Albay Çora’yı: “Merak etme, biz her şeyi planladık. 2007 senesinde Kürdistan kurulduğunda önce Türkiye tanıyacak!”
İktidarın zaman sıkışıklığı acaba bu plandan mı kaynaklanıyor?
Albay Çora, ABD’nin Türkiye’yi parçalamak ve Kürdistan’ı kurmak istediğini pek çok başka örnekle de belgeliyor. Merak edenler, Çora’nın, Toplumsal Dönüşüm Yayınları’ndan çıkan “Tarihimizdeki Kara Leke – Çekiç Güç” kitabını mutlaka okusun.
Yeri gelmişken, “Kürdistan”a en büyük katkıyı da Çekiç Güç’le Türkiye’nin verdiğini anımsatalım. Birinci Körfez Savaşı’ndan hemen sonra ABD, 30. ve 36.paralellerin arasını Saddam’a yasakladığında sevinen dışpolitika yapıcılarımız, umarız bugün bu alanın aslında “Kürdistan” olduğunu geç de olsa anlamışlardır…

Mehmet Ali Güller
15 Eyül 2009

12 Eylül 2009 Cumartesi

Fethullah’tan ABD Postalı’na selam!

Ergenekon tertibi üzerinden Türk Silahlı Kuvvetlerine en çok saldıranların başında Fethullah Gülen ve cemaati gelir.
ABD adına saldırılan cemaat uzun yıllardır TSK’ya sızmaya çalışmaktadır. Ancak Genelkurmay, Yüksek Askeri Şura yollarıyla bu saldırılara yanıt vermektedir.
AKP ile koalisyon halinde TSK’ya yüklenen cemaat, şimdilerde “demokrasicilik” oynamaktadır.
Aksiyon’da, Zaman’da, Samanyolu’nda en çok işledikleri tema “demokrasi”dir!
Ergenekon tertibiyle, Genelkurmay’a saldıran, sözde “darbe karşıtı” yayınlar yoluyla TSK’yı yıpratmaya çalışan cemaat, aslında darbecinin daniskasıdır!
İşte ispatı:
Bugün 12 Eylül! ABD’nin “bizim oğlanlar yaptı” dediği darbenin yıldönümü.
12 Eylül solun üzerinden buldozer gibi geçti ve ekonomide serbest piyasacılığı, ideolojide Türk-İslam sentezini Türkiye Cumhuriyeti’nin önüne koydu. Atatürk’ün 6 oku teker teker kırıldı!
ABD’nin Türkiye’yi yeni döneme göre biçimlendirmek için yaptırdığı darbe, bugün “demokrasicilik” oynayan, sözde “darbe karşıtı” görünerek Ergenekon tertibiyle TSK’ya saldıranlarca ayakta alkışlanmıştı.
Darbeyi en çok alkışlayanların başında da Fethullah Gülen ve cemaati gelmekteydi.
Gülen’in başyazarlığını yaptığı Sızıntı dergisi, 12 Eylül 1980’den sonraki ilk sayısında, darbeye alkış tutmaktadır.
Gülen “Son Karakol” başlıklı yazısına şu cümleyle başlamıştır: “Karakol, sükunet’in, huzur’un ve emniyetin remzidir. Orada düzen, orada huzur ve onda gözlerin uyanık oluşu, umumi emniyet ve muvazenenin en büyük teminatıdır. Orada kargaşa ve bunalımlar ise, arkasındaki topluluklar için en büyük felakettir.” (Sızıntı, Ekim 1980, sayı:21)
Gülen, yazışını şu sözlerle bitirmiştir: “Ve, işte şimdi, binbir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tuluû saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekasına alamet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz.”
Gülen’in imdadına yetişen aslında Mehmetçik değildir; ABD postalıdır!
Gülen ABD postalına selam durmuştur. Tıpkı yıllar sonra ABD’ye sığınacağı, CIA korumasında yaşayacağı gibi…

Mehmet Ali Güller
12 Eylül 2009

6 Eylül 2009 Pazar

Davutoğlu'na göre Türkiye: "ABD'nin maliyetlerini düşürecek, riskini azaltacak ittifak"

Davutoğlu’nun 2001 yılında çıkan “Startejik Derinlik” isimli kitabında yaptığı Türkiye-Orta Asya ilişkileri analizleri de ABD’nin politikalarıyla uyum içindedir. Davutoğlu’nun çizdiği strateji, Eski ABD Başkanı Clinton’un Türkiye’yi “Avrasya’ya açılan anahtar” şeklindeki nitelendirmesine uygundur.
Davutoğlu, “Avrasya Güç Denkleminde Orta Asya Politikası” başlıklı bölümde, öncelikle Avrasya’nın ABD için önemini analiz etmektedir:
“Avrasya’dan kopuk bir strateji ABD’yi küresel bir güç olmaktan uzaklaştırırken, her alanda müdahil olmak son derece maliyetli ve riski yüksek bir jandarma rolünü beraber getirecektir. Bu iki uç arasında, riski azaltan ve stratejik etkinliği artıran optimum çözüm arayışı ABD yetkililerini Avrasya dengelerinin nabzını tutabilen bir diplomasi geliştirmeye ve jeopolitik geçiş alanlarında doğrudan ya da ittifaklar aracılığıyla sürdürülecek kontrol mekanizmaları kurmaya yöneltmektedir.”(Sayfa 471)
Davutoğlu, ilerleyen sayfalarda, ABD’nin maliyetlerini düşürecek, riskini azaltacak ittifakını açıklayacaktır:
“Bu gereklilik Türkiye gibi jeopolitik, jeokültürel ve jeoekonomik açıdan güçlü ve derinlikli Avrasya bağlantısına sahip bölge güçlerine ABD açısından önemli stratejik aktörler konumu kazandırmaktadır.” (Sayfa 472)
ABD’nin Türkiye’yi Avrasya dengelerinde önemli bir bölgesel stratejik partner olarak görmesi ve bu doğrultudaki senaryoların yaygın bir şekilde kullanılması, yeni konjonktürde Asya dengelerine küresel bir aktörün desteğini alarak girme temayülü içindeki Türkiye’de de genellikle uygun bir stratejik seçenek olarak görülmüştür.” (Sayfa 493)
“… Türkiye ise özellikle başta ABD olmak üzere uluslararası sistemik güçlerin desteğini alarak bölgeye nüfuz etmeye yönelen stratejiler geliştirdiler.” (Sayfa 496)
“Orta Asya Türkiye’nin derinlemesine bir Asya stratejisi oluşturmasının anahtarı konumundadır. Türkiye bir yandan ABD ve AB gibi Asya dışı ülkelerle girdiği ilişkileri Asya içinde kullanabilme becerisini göstermek, diğer yandan Asya-içi dengelerdeki değişmeleri sürekli takip ederek bu bölgede bir blok karşısında yalnız kalmayacak aktif bir diplomasi takip etmek zorundadır.”


Davutoğlu Türkiye açısından BOP'u çiziyor:
“Kafkaslar, Doğu Anadolu ve Kuzey Irak bütünlüğü”

Davutoğlu’nun Kafkaslar analizi de ABD analizleriyle örtüşmektedir. Kafkaslardan Kuzey Irak’a uzanan bir stratejik hat çizen Davutoğlu, “bütünleşme”den bahsetmektedir. ABD de Büyük Ortadoğu Projesi içerisinde “Büyük İsrail, Kürdistan ve Büyük Ermenistan”la aynı hattı çiziyor! İşte Davutoğlu’nun Türkiye’yi komşularla düşman edecekyaklaşımları:
“Unutulmamalıdır ki, Kafkaslar, Doğu Anadolu ve Körfez-Doğu Akdeniz hattını kapsayan Kuzey Ortadoğu jeopolitik olarak; Azeri petrolü, Doğu Anadolu’nun su kaynakları ve Kuzey Irak petrolleri de jeoekonomik olarak bir bütünlük arzetmektedirler.” (Sayfa 128)
“Soğuk Savaş döneminin küresel kutuplaşmalarından kaynaklanan bölgesel suni ayrım çizgileri etkisini kaybettikçe Kafkaslar, Doğu Anadolu ve Kuzey Irak arasındaki stratejik bağımlılık giderek artmış ve bu bölgeler üzerindeki stratejik çatışmanın yoğunlaşmasına yol açmıştır. Zengin petrol alanlarını barındıran Bakü ve Kuzey Irak/Körfez petrol alanları ve bu iki alan arasında kalan Ortadoğu’nun can damarları olan su bölgelerinin oluşturduğu GAP ekonomik alanı ekonomi-politik stratejisinin birbirine kaçınılmaz olarak bağımlı kıldığı bölgelerdir. Yakın bir gelecekte bu bölgeleri birbirinden herhangi bir şekilde ayrı düşünmek mümkün olamayacaktır. Jeoekonomik açıdan Irak petrol boru hattı, Bakü petrol boru hattı ve GAP projesi, gelecekleri bir diğerinin başarısına bağlı projelerdir.” (Sayfa 128-129)
Görüldüğü gibi “Kürt açılımı”nın da, “Ermeni açılımı”nın da esbabı mucizesi ABD’nin bölgesel hesaplarıdır! AKP’nin sırasıyla gündeme getirdiği Kürt ve Ermeni açılımları işte bu perspektiften okunduğunda anlam kazanıyor ve ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi içerisinde yer buluyor!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık
6 Eylül 2009